Skip to main content

Full text of "Hz.Ali Nehcul Belaga - hutbeleri-vasiyetleri-emirleri"

See other formats


www.caferilik.com 



HAZRET-I EMİR 

ALİ İBN-İ EBİTALİB 



NEHC'UL-BELAGA 



Hz. Ali'nin (a.s) hutbeleri, vasiyetleri, emirleri, 

mektupları, hikmet ve vecizeleri 

(Metnin terceme ve şerhi) 



Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı 
Hk. 1418 -Mil: 1997. 



İÇİNDEKİLER 



Takdim 7 

S. Radıy'nın Önsözü 29 

i. KISIM 
Hutbeleri 35 

1. Bölüm: İman - İslam, Kur'an, Allah - 
Hz. Muhammed (s.a.a) 37 

2. Bölüm: Kendileri ve Ehl-i Beyt 93 

3. Bölüm: Dünya ve Ahiret 111 

4. Bölüm: İçtimaî - İktisadî Hutbeleri 135 

5. Bölüm: Tarihî Hutbeleri 223 

2. KISIM 

Mektupları, Emir-Nameleri, Vasiyyetleri 425 

1. Bölüm: Cemel'den Önce ve Cemel Savaşında 427 

2. Bölüm: Sıffin Dolayısiyle 445 

3. Bölüm: Savaşta Hitabeleri, Vasiyyetleri 479 

4. Bölüm: İdari Mektupları, Emir-Nameler, 
Ahit-Nameleri 503 

3. KISIM 

Kısa Sözleri 565 

1. Bölüm: Din, İman Kur'an 567 

2. Bölüm:Hz. Muhammed (s.a.a), Ehl-i Beyt 577 

3. Bölüm: Dünya ve Ahiret 589 



4. Bölüm: Akıl - Bilgi 595 

5. Bölüm: Çeşitli Konular 605 

6. Bölüm: Tarihi ilgilendiren Sözleri 619 

7. Bölüm: Gerçek, Adalet, Geçim, İnsanlık, Savaş 
625 

Hutbelerin Fihristi 631 

Mektupların Fihristi 631 



TAKDİM 

Fasâhat ve belagatta, gerçekten de eşi bulunmayan, 
mevzu 1 bakımından İslam dininin esaslarına, o esasların 
gerektirdiği hükümlere, hükümlerin teşrii sebeplerine 
değinen, bunları İslam Peygamberinden (s. a. a) tevarüs ettiği 
sınırsız bilgi kudretiyle açıklayan, içtimaî ve iktisadi 
meselelere, İslâm dininin insanî görüşüne aydınlatıcı, 
şüpheleri giderici ışıklar tutan, ayrıca da tarihi olayları, 
sebepleri ve sonuçlarıyla belirten "Nehc'ül Belâga", Emir'ül- 
Mü'minîn Ali b. Ebi-Talib'in (a.s) hutbelerinin, sözlerinin, 
öğütlerinin, vasiyetlerinin, mektuplarının ve vecîzelerinin 
toplanmasından meydana gelmiştir. Bunları, Şerif Radıy 
Muhammed b. Huseyn, toplayıp kitap haline getirmiş, üç 
bölüme ayırmıştır. Birinci bölüme hutbelerini, bâzı sözlerini, 
dualarını almış, ikinci bölüme, bilhassa mektuplarını üçüncü 
bölümeyse vecîzelerini dercetmiştir. 

Şerif Radıy diye tanınan Ebu'l-Hasan Muhammed b. Ebi- 
Ahmed'il-Huseyn, Aliyy b. Ebi-Tâlib'in (a.s) oğlu İmâm 
Huseyn'in (a.s) oğlu İmâm Zeyn'ül Âbidîn Ali'nin (a.s) oğlu 
İmâm Muhâmmed'ül Bâkır'ın (a.s) oğlu imâm Ca'fer'us- 
Sâdık'ın (a.s) oğlu İmâm Mûsâ'l Kâzım (a.s) oğlu İbrahim 
oğlu Musa oğlu Muhammed oğlu Mûsâ oğlu Ahmed 
Huseyn'in oğludur. Soyu, annesi Fâtıma vasıtasıyla da imâm 



Huseyn'e (a.s) dayanır ve ana ve baba tarafından siyâdet 
şerefine sahiptir. 1 Hicrî 359 da (969- 970) doğmuş, usûl ve 
edebiyatta pek yüce bir mevki elde etmiş, 383'te (993) 
Bağdat'ta seyyidlerin nakaabet hizmetini deruhde 
eylemiştir. "Kitâb'ül-Müteşâbih fi'l-Kur'ân, Mecâzât'ül - 
Âsâr'in - Nebeviyye, Telhis-ül Beyân an Mecâzât'il - Kur'ân, 
Kitâb'ül-Hasâis, Ahbâr-u Kuzât-i Bağdad" adlı eserleri, 
babasının ahvâline ait bir kitabı, üç cilt risaleleri, Ebû- 
Abdillâh Huseyn b. Ahmed b. Haccâc'ın (ölm. 391 H. 1000) 
şiirlerinden seçmeleri ve dîvânı vardır. En meşhur eseri, 
"Nehc'ül- Belâga" adıyla topladığı, Hz. Ali'nin (a.s) hutbe, 
mektup ve sözlerini ihtiva eden telifidir (Umdet'üt- Tâlib, 
s. 196-197). Hicretin 406. yılı Muharreminin altıncı günü (26 
Haziran 1015) Bağdat'ta vefat etmiş, Kerh'teki evine 
defnedilmiştir (Hâc Şeyh Abdullâh'il - Mamakaanî: 
Tenkıyh'ul-Makaal fî Ahvâl'ir-Ricâl, Necef-Murtazaviyye mat. 
1352 H.c.lll, s.107). 

Seyyid Radıy, bu hutbe, mektup ve vecîzeleri toplarken 
bir hayli kaynağa sahipti. İlk olarak Ebû-Ca'fer Muhammed 
b. Hasan b. Aliyy'it- Tûsi'nin (460 H. 1067) rivayet ettiği gibi 
Kûfeli Zeyd b. Veheb'il-Cühenî, toplum-larda, bayramlarda 
ve başka vakitlerde, Hz. Emir'in (a.s) okudukları hutbeleri 
yazmıştır. Bu zat, Emir'ül-Mü'minî'nin ashabındandı; 
Nehrevan'a giderlerken de maiyetlerinde bulunmuştu (aynı, 
1, 1329 H. s.471-472). Tûsî, bu kitabı, Ebû-Mıhnef Lût b. 
Yahya'dan, o, Ebû- Mansûr-ı Cühenî'den o da Zeyd b. 
Veheb'den rivayet etmiştir; Zeyd'se rivayet ettiği hutbeleri, 
bizzat Emir-ül Mü'minîn'- den (a.s) duymuştur. İbn-i Hacer, 
Zeyd b. Veheb'in Câhiliyye devrini ve Asr-ı Saadeti idrâk 
ettiğini, fakat Hz. Resûl-i Ekrem'le (s. a. a) görüşemediğini, 



1 - Umdet'üt-Talib fî ânsâbi Âl-i Ebi Talip. Necef'ül- Eşref- 1337 
H. 1918; s.193-200. Muhammed Abduh: Şerhu Nehc'il- Belağa; 
Beyrut; Müesseset'ül-A'lemî basın; M. Abduh'un önsüzü; s.6. 



Tabiinin uluların-dan olduğunu, Kûfe'de yerleştiğini, hicri 96. 
yılda vefat ettiğini (714) kaydediyor. Zeyd Hz. Peygamber'in 
(s. a. a) bi'setinden evvelki zamanı idrâk ettiği takdirde 
yüzyıldan fazla yaşamış demektir. Câhiliyye devrinden 
maksat, Hz. Peygamber'in (s. a. a) davete başlamasından 
sonra bir müddet İslâm'ı kabul etmediğini bildirmekse, 
gene yüz yaşını geçkin olarak vefat ettiğini kabul etmek 
icâp eder. Hâsılı Kûfeli Zeyd, Hz. Emirin hutbelerini ilk 
toplayan zattır ve kitabı da Seyyid Radıy'nin zamanına 
intikal etmiştir. Ehli Sünnet de Zeyd b. Veheb'i sikadan 
saymış, Sıhâh'larda ondan rivayette bulunmuştur. 

Hz. Emirin (a.s) hutbelerini zaptedenlerden biri de 
İbrahim b. Hakem b. Zuhayr'il- Fezârî'dir. Hakem b. Zuhayr, 
127 hicrîde (744) vefat eden İsmâîl b. Abdürrahman'is- 
Süddi'nin tefsîrini rivayet eden zattır. Şii olduğu halde, hiç 
bir tefsir yoktur ki, bu tefsirden, rivayette bulunmasın; 
Tirmizî de Sahîh'inde bu zattan rivayette bulunmuştur. 
Hakem b. Zuhayr, 180 sularında (796) vefat etmiştir. Oğlu 
İbrahim'inse, Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini ihtiva eden bir 
kitabı vardır (Tenkıyh, 1, s. 15. İsmail b. Abdurrahmân b. Ebi 
-Kerîmet'is-Süddîiçin aynı cildin 137. sahifesine bk.). 

Hutbeleri toplayanlardan biri de İsmail b. Mihrân'is- 
Sekûnî'dir. Bu zat, İmâm Ca'fer'üs-Sâdık'la (a.s 148 H. 765) 
İmâm Aliyy'ür- Rıza'nın (a.s 202 H. 817) zamanlarında 
yaşamış, onlarla müşerref olmuş, birçok kitaplar yazmış, bu 
arada Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini de toplamıştır ki Ali b. 
Hasan b. Faddâl ondan rivayet etmiştir (1, s. 142- 146; 11, 
s. 278- 280). 

Hz. Emir'in (a.s) ashabının ileri gelenlerinden ve İmâm 
Hasan'ın (a.s) zamanına erişenlerden Asbag b. Nübâte; 
Mâlik'ül -Eşter'i Mısır'a vali tayin buyurdukları zaman, ona 
yazdıkları "Ahd- Nâme"yi ve Muhammed'ül- Hanefiyye'ye 
vasiyetlerini rivayet etmiştir. Mâlik'ül- Eşter'le gönderilen ve 
Mısırlılara hitaben yazılan mektuplarını da, Cemel 



savaşında Hz. Ali (a.s) ile bulunan ve ashabının ileri 
gelenlerinden olan Sa'saa b. Sûhan rivayet etmiştir. (1, s. 
150-151; 11, 98-99). 

İmâm Aliyy'ün -Nakıyy'ül -Hâdî'nin (a.s) zamanına erişen 
(254 H. 868) Salih b. Ebi- Hammâd Ebü'l- Hayr-ı Râzî de 
hutbeleri ihtiva eden bir kitap telîf etmişti (11, s. 91). 
Hutbeleri toplayanlardan biri de gene aynı İmâm'ın 
zamanına erişen, İmâm Hasan'ın (a.s) oğlu Zeyd'in oğlu 
Hasan oğlu Abdullah'ın oğlu Abd'ül Azîm'dir (11, s. 157- 
158). 

Bunlardan başka 283'te (896) vefat eden ve Muhtar b. 
Ebi-Ubeydet'üs- Sakafi'nin amcası Sa'd'in soyundan olan 
İbrahim b. Muhammed b. Said-i Sakafî (c.l; s.l), 330 dan 
(844) sonra vefat eden, iki yüze yakın kitabı bulunan 
Abdül'Azîz b. Yahya'l -Celûdiyy'il- Bısrî (c.ll; s.156-157), 
260'ta (873) vefat eden ve babası, İmâm Sâdık'ın (a.s) 
zamanını idrâk etmiş olan Hişâm b. Muhammed b. Sâib de 
(260 H. 873-874) hutbeleri toplayanlardandır. Hişâm'ın 
babası, bütün tefsir kitaplarında rivayetleri yer alan bir zat 
olduğu gibi kendisinin de tarih ve ensâba dâir birçok kitabı 
vardır (111, s. 303). İmâm Aliyy'ün- Nakiy'nin (a.s) zamanına 
erişen ve Kitâbu Mahâsin sahibi Ahmed'in babası olan 
Muhammed b. Hâlid'il - Barkıy'nin (111, s. 113- 114), aynı 
yüzyılda yaşayan Muhammed b. İsâ b. Abdullah b. Sa'd'il - 
Aş'arî'nin (aynı, s. 167), fıkha dâir birçok eseri bulunan 
Muhammed b. Ahmed'il-Cu'fî'nin (11; İkinci bölüm, s. 65- 
66)de Hz. Emir'in hutbelerini ihtiva eden kitapları vardır. 
Bunlardan başka, Şîîlikle ilgisi bulunmayan birçok eseri olan 
meşhur müverrih Ebü'l- Hasan Aliyy b. Muhammed-i 
Medâinî de (225 H. 839), Emir-ül Mü'minîn Ali'nin (a.s) 
hutbelerini ve âmillerine yazdığı mektupları bir kitap haline 
toplamıştır. 2 Bunlardan, Hişâm ve Celûdî'nin, Hz. Emir'in 



2 - İbn'ün- Nedîm: El- Fihrist; Mısır, Rahmdniyya Mat. 1348; 



(a.s) hutbelerini topladığını Ibn-i Nedîm de kaydeder (s. 140, 
160). Aynı zamanda İbn-i Nedîm, hatiplerden bahsederken 
ilk olarak Aliyy b. Ebi-Tâlib'i (a.s) anar (s. 181). 

Bunlardan başka tarih, siyer, magaazî ve ensâb 
kitaplarının çoğunda, Ali'nin (a.s), Cemel, Sıffîn, Nehrevan 
savaşlarından bahsedilir ve şehadeti anlatılırken, 
münasebet düştükçe sözleri de nakledilmiş, ayrıca Ya'kubî, 
Taberî ve diğer tarihçiler, kitaplarında, sözleriyle 
istişhadlarda bulunmuşlardır. Mes'ûdî (346 H. 957), Hz. 
Ali'nin dört yüz seksen hutbesini elde etmişti. Muhammed 
b. Ya'kub-ı Küleynî'nin "KâfT'sinde ve Hz. Ali'nin zamanından 
İmâm Muhammed-ül Bâkır'ın (57- 114 H. 677- 733) 
zamanına erişen Süleym b. Kays-ı Hilâlî'nin kitabında da Hz. 
Emir'in (a.s) sözleri geçmektedir. 3 

Görülüyor ki Seyyid Radıy, Hz. Ali'nin (a.s) hutbelerini, 
mektuplarını, vecîzelerini toplarken, çağından önceki birçok 
kaynağa sahipti; çağdaşları da onun topladıklarını bu 
kaynaklarla karşılaştırmak imkânına mâliktiler; Şerif 
Radıy'nin kardeşi Alem'ül- Hüdâ Seyyid Murtazâ'nın (436 H. 
1044) kütüphanesinde seksen bin cilt kitap vardı; 
Mu'cem'ül Büldân, bu kütüphanenin dünyâda eşsiz 
olduğunu, kitaplarının hepsinin de, bilginlerin el yazmaları 
bulunduğunu bildirmektedir. 4 

Bağdat'ın Kerh kısmında Şîa için kurulan Şâh-pur 
Kütüphanesinde de bir hayli kitap mevcuttu. Hiç şüphe yok 
ki Hz. Emir'in hutbelerini ihtiva eden kitaplar da bu 



s. 149. 

3 - Süleym için b. Tenkıyh; 2. s. 52- 55; İbn-i Nedîm: Fihrist; s. 
307- 308, Küleynî için bk. Tenkıyh; 3, 201- 202; Muhammed Ali 
Müderris: Reyhânet'ül Edeb; 3, Çâp-hâne-i Şirket-i Sehânî-i tab'ı 
Kitâb; 1369 H. 1329 Ş. H. s. 379- 381- 

4 - Mısır- 1323 H. 2, Beyn'es- Sûreyn mad. s. 343. 



kütüphanelerde vardı. Fakat bütün bu kitaplar, 447 deki 
(1055) yangında yanıp kül olmuştur. Seyyid Radıy'nin, bu 
bakımdan hizmeti, gerçekten de pek büyüktür; "Nehc'ül 
Belâga"yı tedvîn etmeseydi belki de bu hutbelerin, bu 
mektupların ve vecizelerin çoğu, bize intikal edemeyecekti. 

Hz. Emir'e (a.s), "Nehc'ül-Belâga"da bulunmayan bâzı 
hutbeler de atfedilmiştir ki "el-Lû'lü', El- İftihar (Hutbet'ül- 
Beyân olacak), el-Vesîle" gibi hutbeler bunlardandır; nitekim 
İbn-i Şehrâşub da (588 H. 1192) "Manâkıb"ında bunlardan 
bahsetmektedi. Çağımızda, Âlu Kâşif'ul-Gıtâ'dan Şeyh Hâdî, 
"Nech"de bulunmayan hutbeleri toplayıp bastırmıştır. 5 
Şüphe yok ki Hz. Ali'nin (a.s) "Nehc , ül-Belâga"da 
toplananlardan başka hutbe ve mektupları da vardı. 
Nitekim Âmidî'nin "Gurer'ül- Hikem"- indeki kısa sözleri ve 
vecîzeleri, 11050 yi bulmaktadır. Ancak "Hutbet'ül- Beyan" 
gibi bâzı hutbelerde, gulüvve kaçanların inançlarını 
besleyecek sözlerin bulunması, bu hutbelerin, Hz. Emir'e 
(a.s) ait olduğunda haklı şüpheler uyandırmıştır. 6 

"Nehc'ül-Belâga"ya çok etraflı bir şerh yazan ve bu 
süratle tarih bakımından da pek değerli bir eser meydana 
getiren İbn-i Ebi'l hadîd Abdülhamîd (655 H. 1275), 
"Nehc'ül- Belâga"da bulunan sözlerin, Hz. Ali'ye (a.s) 
âiddiyyetinde şüphe edilemeyeceğini, çoğunun tevatürle 
sabit olduğunu öbürlerinin de aynı edâ ve üslûpta 
bulunması dolayısıyla Hz. Ali'ye (a.s) âidiyyeti muhakkak 
bulunduğunu söylemekte, edebiyata âşinâ olanların, üslûp 
özelliklerini bilenlerin, şâir, hatip ve münşîlerin şiir, hutbe ve 
yazılarını kolayca anlayıp ayırabileceklerini, meselâ 



5 - Âkaa Bozorg-i Tehrânî Muhammedi Muhsin: E'z-Zeria ilâ 
Tasânif'iş- Şîa; 7, 1329 Ş. H. Tehran; s. 187- 193. 

6 - Bütün bu hususların tafsili, "E'z- Zerîa"nm 7. cildinde, 
yukarıda, belirtilen sabitelerdedir. 



"Kitâb'üt- Tâc"ın Câhız'a ait olduğunda, üslûp özelliği 
bakımından şüphe etmeyeceklerini bildirmektedir. 7 

"Nehc'ül-Belâga"nın Seyyid Radıy tarafından meydana 
getirildiği, yâni bu kitaptaki hutbelerin, sözlerin, Seyyid 
Radıy'e ait olduğu hakkındaki şüphe, nahv, lügat, şiir, tefsir, 
hadis, fıkıh, ensâb, kıraat, hattâ hesap, hendese ve 
hikmette zamanının eşsiz bir bilgini olan İbn-i Haşşâb 
Abdullah'a (567 H. 1172) söylenince, Seyyid Radıy-yahut 
başkası, nereden bu kudrete sahip olacak; biz Seyyid 
Radıy'nin risalelerini görmüşüz; mensur sözlerindeki 
üslûbunu da biliyoruz demiştir. İbn-i Haşşâb'ın, "Hutbe-i 
Şıkşıkıyye"yi, Seyyid Radıy'nin doğumundan iki yüzyıl önceki 
kitaplarda gördüğünü İbn-i Ebi'l-Hadîd, üstadı Musaddık b. 
Şebîb'den rivayet eder. 8 

Bâzı kimseler, hiçbir delile dayanmadan bu sözlerin, 
sonradan uydurulduğunu, hattâ bu kadar hutbenin 
ezberlenip yazılmasına, dört yüz yıla yakın bir zaman sonra 
da Seyyid Radıy'e ulaşmasına imkân olmadığını 
söylemişlerse de bunların, Arapların özelliklerini 
bilmedikleri meydandadır. Arap müverrihleri, Haccâc, 
Sahbân, Vâil gibi Câhiliyye devrinin ve İslâm çağının 
hatiplerinin sözlerini, Hâlid b. Abdillâh, Mu'tasım, Ziyâd gibi 
halîfe ve emirlerin hutbelerini nakletmişlerdir ki bunlar, 
tarih kitaplarında mevcuttur. Câhiliyye devri şâirlerinin 
şiirleri, râviler tarafından bellenmiş, ezberlenmiş, onların 
rivâyetleriyle tesbit olunmuştur; okuma-yazma bilmeyen 
toplumlarda hafızanın büyük bir önemi vardır. Ayrıca da 
Arap, fasâhat ve belagata âşıktır, düşkündür. Fasâhat ve 
belagatta örnek olan şiirleri, sözleri ezberlemek, Arap'ta bir 



7 - İbn-i Ebi'l Hadîd'in hâl tercemesi ve eserleri için 
"Reyhânet'ül- Edeb"e bk. 5, s. 216-217. 

8 - Reyhânefül-Edeb; 5, s. 216-218. 



gelenektir. Hattâ 132 hicrîde (570) son Emevî halîfesi 
Mervan'la öldürülen meşhur Abdülhamîd-i Kâtib'e, 
yazılarındaki bu belagatı nasıl elde ettin diye sorulduğu 
vakit, Asla'ın (başının ön tarafında saç olmayanın, Hz. 
Ali'nin) hutbelerinden yetmiş hutbe ezberledim, onlarla bu 
belagatı elde ettim dediği meşhurdur. Abdulhamîd 
hakkında, "yazı Abdülhamid'le başlamış, İbn'ül- Amîd'le 
tamamlanmıştır" denmiştir. Birçok kişilerin hitabe ve 
hutbelerinin ezberlenip söylenmesi, yazılması, Emir'ül- 
Mü'minîn (a.s) gibi fasâhat ve belagatta eşi olmayan, 
bilhassa İslâm'da mümtaz bir mevkii olan bir zâtın hitabe ve 
hutbelerinin ezberlenmemesi, rivayet edilmemesi, 
yazılmaması mümkün değildir, nitekim zamanlarından, 
Seyyid Radıy'nin çağına kadar geçen müddet içinde 
hutbelerini, mektuplarını, sözlerini zaptedenleri arzettik. 

Bir de, "Nehc-ûl- Belâga"daki hutbelerde, "ezel, 
ezeliyyet, ma'lûl" gibi devrinde kullanılmayan, daha ziyâde 
felsefî düşünceden doğmuş, bulunan sözlerin mevcudiyeti, 
bu hutbelerin, Hz. Emir'e (a.s) ait olmadığını, yahut hiç 
olmazsa, hutbelere eklentiler yapıldığını göstermektedir 
deyenler olmuştur. Oysa ki "ezel", "Sıhâh, Esâs'ul-Luga, 
Lisân'ül-Arab" sahiplerinin ve diğerlerinin dedikleri gibi, "lem 
yezel"den türemiştir ve zamanla, "lem" söylenmez olmuş, 
"ezel"sözü kullanılmıştır. Sonradan felsefî terim olan sözlere 
gelince: Hz. Emir'in (a.s) bilgisi, Hâce-i Kâinât'tandır (s. a. a); 
Ali, O'nun bilgi kapısıdır; O'ysa, Rabbinin emriyle "Şedîd'ül- 
kuvâ"dan taallüm etmiştir (Kur'ân; 53, 5). Bu bakımdan O, 
hem tevhîdin, hem hilkatin, dünyevî işlerin künhüne ermiş, 
sebeplerini, sonuçlarını tahlîl ve îzâh etmiş bir mûrebbî-i 
âlem, bir hâce-i külldür. Mevlânâ'nın, 

Râh-ı istidlâliyan çûpin buved 



Râh-ı çûpin seht bî temkin buved* 

dediği gibi onun bilgisi istidlâlî değil, yakıynîdir; onu, 
onun bilgisini gene Mevlânâ'nın diliyle söyleyelim: 

Ez Ali âmuz ihlâs-u amel 
Şîr-i Hak'ra don münezzeh ez dagal 
Çün tu bâbî on medîne'y ilmrâ 
Çün şuâî âftâb-ı hilmrâ 

Bâz bâş ey bâb-ı rahmet tâ ebed 
Bârgâh-ı mâ lehû küfven ahad 

Der şecaat şîr-i Rabbânîstî 

Der mürüvvet hod ki dâned kîstî** 

(Mesnevî, Nicholson basımı; 1, s.229-231) 

Bu bakımdan filozoflar, ona muhtaçtır, o, filozoflara 
değil. 

Burada şunları da söylememiz gerek: 

Bâzı "Nehc'ül-Belâga" nüshalarında, hutbelerin ihtisar 
edilmesi mümkündür; istinsah eden, kendi zevkine, 
neşesine, ihtiyâcına, gördüğü lüzuma göre bâzı cümleleri 
yazmayabilir; bu yüzden bir kitabın birkaç nüshasında bu 



* - İstidlalle yürüyenlerin yolu tahtadandır; tahta yolsa pek 
dayanıksızdır. 

** - İhlâsı da, ameli de Ali'den öğren; Allah arslanını hileden, 
hud'adan münezzeh bil. Değil mi ki (yâ Ali) sen, o bilgi şehrinin 
kapışısın; değil mi ki ilim güneşinin ışığısın; ey rahmet kapısı, ey 
eşi, dengi olmayan Tanrı bâriğâhı, kapanma, ebedî olarak açık 
kal. Yiğitlikte Tanrı arslanısın; erlikteyse kimsin; kim bilebilir ki? 



çeşit eksikliklere, fazlalıklara daima rastlarız. Bu, fazla 
cümlelerin, sonradan eklendiğine değil, bâzı sözlerin, 
istinsah eden kişi tarafından yazılmadığına delâlet eder. 
Sözgelimi, "Şakaaık-ı Nu'mâniye"nin basma nüshası, İst. 
Üniv. K. Türkçe yazmaları arasında bulunan yazmaya 
nispetle hayli eksiktir. Bir de ezberlenen sözlerde, 
ezberleyenlerin, mânayı değil, fakat bâzı kelimeleri 
değiştirmeleri, yazanların, zamana göre bâzı kelimeleri, 
kendi çağlarına uyup, aynı mânayı veren kelimelere 
çevirmeleri mümkündür. Mevlânâ'nın, semâ 1 esnasında 
irticalen söylediği gazeller, rubâîler, çeşitli tarzlarda 
yazılmıştır; aynı beyitler, aynı vezin ve kafiyedeki birkaç 
şiirde geçer; bir şiirde bulunmayan beyitler, öbür şiirde 
bulunur; fakat esas mânâda hiç bir değişiklik görülmez. 
Yunus Emre'nin şiirlerindeki sözler, dîvânının muahhar 
nüshalarında çok defa vezin bozulmadan, zamanın 
söylenişine uydurulmuş, meselâ "ayıttın", "buyurdun" olarak 
yazılmıştır. Fakat "Mesnevî'yi Mevlânâ, Çelebi 
Husâmeddîn'e yazdırdığı; yazıldıktan sonra okutup düzelttiği 
için bu eserde, hele eski ve sağlam nüshalarda bu çeşit 
değişiklikler görülmez. Hadisleri nakledenler bile, "Hz. 
Peygamber böyle buyurdu, yahut buna benzer bir sözle 
buyurdu ki" diye naklederler. Sahabeden, hadisleri 
yazmalarına müsâade edilen kişilerden başkalarının 
rivayetlerinde, mânâsı ve mevzuu aynı olan bir hadis, söz 
bakımından farklı rivayetlerle tahrîc edilmiştir. Fakat 
"Kur'ân-ı Mecîd" de, kıraat hususiyetleri müstesna, böyle 
farklar yoktur ve bütün Müslümanlarca bir tek sözü bile 
değişmeyen, bir sözü bile eksik, yahut fazla olmayan tek bir 
kitap, Kur'an'dır. Kitâb-ı İlâhîdir. 



"Nehc'ül-Belâga"daki bâzı hutbeler, vaziyetler, kısa 
sözlerin bir kısmı, ayrıca şerhedilmiştir. "Hutbet'üş- 
Şıkşıkıyye"nin on altı terceme ve şerhi vardır. 9 

İmâm Hasan'a (a. s) vasiyetleri, asıllarıyla ve diğer iki 
vasiyetle Farsça olarak İstanbul'da 1329 da, gene Farsça 
olarak "Hediyyet'ül- Ümem" adıyla 1381 de Necef-i Eşrefte, 
1961 de "Menşûr'ül- Edebi İlâhî ve Düstûr'ül-ameli kârgahî, 
Kitâb'ül -Ahlâk'ın - Nefîse fî Şerhi Hutbet'il -Vasıyye" ve 
"Nazm'ül- Vasıyye" adlarıyla İran'da basıl-mıştır. Bu 
vasiyetin, Türkçe'sinden başka altı şerhi vardır; Ebû Ca'fer 
Muhammed b. Ya'kub-ı Küleyni de bu vasiyeti rivayet 
etmiştir. 10 

Mâlik'ül Eşter'e yazdıkları Ahd- Nâme, "Âdâb'ül-Mülûk, 
Tuhfet'ül-Mülûk, Tuhfe-i Süleymânî, Düstûr-ı Hikmet, 
İnvân'ür-Rıyâse, E'r-Râî ve'r- Raiyye, Şerh'ül- Ahd, Nasâyih'ul 
- Mülûk, Nazm'ül-Ahd, Hidâyât'ül-Husâm fî Acâib'il-hidâyâtı 
ve'l-hukkâm, Tuhfet'ül-Velî,Tercemet'ül-Ahd, (iki cüz olarak) 
Şerh-i Ahd-Nâme, Esâs'üs-Siyâse fî Te'sis'ir-Riyâse, 
Dirâsât'ün-Nehc, Rumûz'ül-Emâre" gibi adlarla 

şerhedilmiştir; bu Ahd-Nâme'nin şerhi yirmiden fazladır. 11 

Hemmâm Hutbesi diye tanınan ve ittikaayı, mütitakıy- 
leri, bildiren hutbelerinin on beş şerhi vardır. 12 



9 - E'z-Zerîa ilâ Tasânîf'iş- Şia, 4, Tehran- 1320- 1322; s. 99- 
100, 384; 7, 1329 Ş. H. s. 203-204; 12; Necef 1378 H. s.214- 
215; 14, Necef- 1381- 13961; s. 117-118, 130, 141-142. 
Terceme ve Şerhimiz, Târihî hutbeler, 7. 

10 - aynı, 10. Çâphâne-i Meclis - 1375 H. 1956, s. 239; 13, s. 
146, 14, s. 122, 129. Bizde, 2. Bölüm; Savaş sırasın-daki 
hitâbeliri; 11. 

11 - 4, s.119, 14, s. 144-148, 152. Bizde 3. Bölüm; İdarî 
mektupları emir-nâme ve ahd-nâmeleri, 21. 

12 - 13, s.225-226; 14, s.114-115, 122- 124,133, 145. 
Bunların biri de Küçerat diliyledir. Bizdeki 4. bölüm, İçtimaî- 



Kaasıa hutbesi (Bizde aynı bölümün 26. hutbesi), 
İstiskaa hutbesi, dînin evvelinin ma'rifet, yâni Allah'ı 
tanımak olduğuna dâir hutbe (Bizde 1. kısmın 1. Bölümü- 
nün ilk hutbesi), cenâb-ı Fâtıma'nın (a.s) defnindeki sözleri 
(5. b. Târîhî hutbeler, 4.) ve bâzı hitabeleri de ayrı ayrı 
şerhedilmiştir. 13 Bu şerhlerin bâzılarına ayrıca adlar da 
verilmiştir. 

"Nehc'ül Belâga"nın tam olarak, ihtisar edilerek, 
lügatleri tavzîh olunarak, yahut tâlikaat tarzında şerhleri, 
yetmişi aşmaktadır. Bunlardan başka üç tanesi manzum, 
otuz yedi tanesi nesirle kırk adet Farsça, beş Orduca, bir 
Küçerat diliyle şerhi vardır (aynı, s. 111-161). 

Bunlardan başka, Hz. Emir'in (a.s) vecîzelerini, kısa 
sözlerini meşhur Câhiz (225 H. 869), "Mie Kelime- Yüz söz" 
adıyla toplamıştır ki bu eseri, Safaviyye devri şâirlerinden 
Âdil ve gene aynı devir ricalinden Muham-med b. Ebi- Tâlib-i 
Esterâbâdî, Farsça'ya çevirmişlerdir. Âdil'in eseri, Tehran'da 
1304'te basılmıştır. 

Ebû- Aliyy-i Tabersî, yahut Aliyy b. Seyyid Fazlullâh-ı 
Râvendî (573 H. 1178), "Yüz Kelime"yi, harf sırasınca otuz 
baba ayırmış ve adını "Nesr'ül-Leâlî" koymuştur. Bu kitap, 
1312 de basılmıştır. Hicrî 14. yüzyıl ricalinden Şeyh 
Abdüsselâm Ahmed. "Merâku'n-Necâb fî Kavâid'il-kitâbe" 
de, "Nesr'ül-Leâlî"deki sözleri almıştır. 

Reşîdüddîn Muhammed b. Muhammed'il-Vatvât (552 H. 
1157), "Tuhfet'us-Sıddıyk, Fasl'ül-Hitâb, Uns'ul-Lehfan" 
adlarıyla ilk üç halifenin yüzer sözünü topladığı gibi 
"Matlûbu külli tâlib" adiyle Hz. Emir'in (a.s) de sözünü 
toplamış, her birerini Farsça bir kıt'ayla terceme etmiştir. 



İktisadî hutbeler; 27. 

13 - E'z-Zerîa, 13, s.144, 209; 14, s. 118, 126, 133-134. 



Bunlardan ve Seyyid Radıy'nin "Nehc'ül-Belâga" sonuna 
aldığı kısa sözlerden başka on tane daha manzum, mensur, 
Arapça ve Farsça, hatta Fransızca, kısa sözlerinin ve 
vecizelerinin şerh ve tercemesi vardır. 14 

Hz. Ali'nin (a.s) kısa sözlerini, bilhassa, "Gurer'ül- Hikem 
ve Dürer'ül-Kelim" adıyla toplayan, Nâsıhuddin Abdülvâhid 
b. Muhammed-i Temîmiyy-i Âmidî'dir. 588 yılından on gün 
önce vefat eden (1192 sonları) İbn-i Şehr-âşûb, Âmidî'yi 
üstâdlarından gösterdiğine, "Gurer'ül-HikerrTi rivayet ve 
nakle ondan icazet aldığını söylediğine göre, Âmidî'nin, 510 
hicrîde (1116) vefat ettiği hakkındaki rivayetin doğru olması 
îcâb eder (Reyhânet'ül-Edeb, 1, 2. basım; Çâp-hâne-i Şirket-i 
Sehâmî-1335, s. 28). 

Âmidî, Gurer'ül-HikerrTde, Emir'ül-Müminîn (a.s) 11050 
sözünü toplamıştır (6, 1342 Ş. H. s. 493). 

* * * 

738 de (1337) vefat eden Savcızâde, "Nesr'ül-Leâlî"yi, 
"Budret'ül-Maâli fi Tercemet'il-Leâlî" adıyla ve her sözü, 
"mefâîlün mefâîlün feûlün" vezninde Farsça bir beyitle 
terceme etmiş. Şipâhizâde Ali Galib, Farsça beyitleri birer 
beyitle Türkçe'ye çevirmiştir ki bu kitap, Nahcuvânîzâde 
Muhammed'in yazısıyla taşbasması olarak 1315 te Mat. 
Osmaniye'de basılmıştır. Bu Nahcuvânîzâde'nin, Savcızâde 
olmasına ihtimâl veremedik. 

953'te (1546) yazdığı "Tezkire"sinde 7. yüzyıldan 
zamanına dek gelen şâirler hakkında, gerçekten de pek 
değerli bilgiler veren Latîfî Abdûllatîf de (990 H. 1582) 
"Ners'ül - Lâlî"yi, "Nazm'ul - Cevahir" adıyla nazmen türkçeye 
çevirmiştir (Osmanlı Müellifleri; 3, s.135). 



14 - Cemâlüddîn Muhammed-i HonsârVnin "Gurer'ül-Hikem" 
şerhine Nlîr Celâlüddîn'il - Huseyniyy'il - Urumavî Muhaddis'in 
yazdığı "Önsöz"e bakınız; Tahran Üniv. Yayın. 1. 1339 Ş. H. 1380 
H. 



Ulemâdan Rusçuk'lu Fethî Ali Osmanzâde, kısa 
sözlerden kırkını seçip "Terceme-i Kelâm-ı Erbaîn-ı Ali" 
adıyla Türkçe'ye çevirmiştir. Bu zât, Halvetiyyenin 
Şa'bâniyye kolundan Kuşadalı İbrâhîm'e (1264 H. 1848) 
mensuptur; 1274 te (1857) vefat etmiştir (aynı, 1, s.395). 

Hazîne-i hâssa müsteşarlığında bulunmuş olan ve 
kütüphanesi, İst. Üniv. K.nin bir kısmını teşkil eden Hâlis 
Muhammed de "Gurer'ül-HikerrTden bir seçme meydana 
getirmiş, küçük boyda 52 sahîfeyi tutan bu eser, taş 
basması olarak basılmıştır. 

Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhlerinden Nesîb Yusuf Dede 
(1126 H.1714). lügatleri tahlîl, sözleri terceme ve 
şerhetmek suretiyle "Nesr'ül Leâlî'yi Türkçe'ye çevirmiştir. 
Bu esere verdiği "Rişte-i Cevahir" adı, bizzat kendisi 
tarafından kitabın yazılış târîhi olarak bildiriliyorsa da bu 
terkîp, 1121 yılını ifâde etmektedir. Nesîb Dede, "Rişte-i 
Cevâhir"e, "Mevnevî"den beyitler, Arapça Farsça şiirler 
katmış, kendi şiirlerini eklemiş, adetâ "Nesr'ül-Leâlî"yi 
yeniden yazmış, yeni bir kitap meydana getirmiştir. "Rişte-i 
Cevahir", İst. da, Takvîm-i Vakaayyi'Mat. asında 1257 de 
basılmıştır. 

Meclis-i Kebîr-i Maârif Dâire-i İlmiyyesi âzasından 
Mustafa Vehbi (Osmanlı Müellifleri, 2, s.19-20), Hz. Ali'nin 
(a.s) kısa sözlerinden yüz sözü "Mahsûl-i Âlî fî Şerh-i 
Kelimâtı Ali" adıyla ve her sözden sonra, o sözde geçen 
kelimeleri gramere tatbıyk edip şerhetmek suretiyle 
terceme etmiştir. Bu eser, 1288 de Mat. Âmire'de 
basılmıştır. 

Manisa Şer'iye Mahkemesi hâkimi Ali Haydar (1333 H. 
Osm. Müellif. 1, s.217). "Budret'ül-Maâlî fî Tercemet'il- 
Leâlî"yi, "Marâsıd'ül-Hikem" adıyla şerhetmiş, "Mesnevî"- 
den aldığı beyitlerle deîzâhlarda bulunmuştur ki bu eser, 15 
Şaban 1298 de taşbasması olarak basılmıştır. 



Aynı zât, "Şemmet'ül-Esrâr" adıyla ve Manisa 
Mevlevîhânesi şeyhi İbrahim Fahreddin Çelebi'nin (1305 H. 
1887) emriyle Hz. Emir'in (a.s) yüz sözünü, 18 Şevval 1297 
de şerhetmiş ve bu şerh, taşbasması olarak Manisalı 
Mehmed Tâhir adlı birisinin yazısıyla iki kere basılmıştır; 
ikinci basımı. 1 Muharrem 1299 dadır. 

İst. Burhân-ı Tarakkıy Mektebi, lisan ve Belagat-i 
Osmânî, fârisî, aruz ve Akaaid Muallimi Hocazâde A. Cevdet 
tarafından, "Külliyyât-ı İmâm Ali'den birinci kitap -Birinci 
kısım; Terceme-i Sad Kelime-i Abdullâh-ı Herevî" adıyla, 
sonunda Hz. Emir'in "yüz sözü, Nesr'ül-Leâlî, Dîvan, 
Mektûbât, Cümel ve fıkarât" olmak üzere altı kitap 
çıkacağını vaadettiği bir kitapta yirmi yedi vecîzeyi Farsça 
"feilâtün mefâilün feilât" vezninde, Türkçe olarak da 
"fâilâtün fâilâtün fâilât" vezninde kıt'alarla şerhetmiştir. 
Ancak "Abdullâh-ı Herevî"nin böyle bir kitabı olduğunu 
bilmiyoruz. Bu eser de matbûdur. Bir kere de, aslı, Câmî'ye 
atfedilerek Cemâlî adlı birinin tashîhiyle ve Mustafa İzzet'in 
hurûf-ı cedîdesiyle 1286 da basılmıştır. 15 

Muallim Naci Merhum (1310 H. 1893)da, "Emsâl-i Ali" 
adıyla Hz. Emir'in (a.s) 283 sözünü, asıllarıyla terceme 
etmiştir ki bu eser de İst. da, Mat. Ebüzziyâ'da 1303 te 
tab'edilmiştir. 

Hz. Emir'in (a.s), Mâlik'ül-Eşter'e yazdıkları "Ahd- 
Nâme"leri, Mehmet Celâleddin tarafından, sağdaki kolonda 
metin, soldakinde tercemesi olmak üzere hazırlanmış, 
"Şerh-i Ahd-Nâme-i Ali" adıyla, İst. da Şirket-i Mürettibiyye 
Mat. da 1304'te basılmıştır. 

Seyyid Abdülkaadir-i Belhî'nin (1341 H. 1923) oğlu 
Seyyid Ahmet Muhtar'ın (1352 H. 1933), "Hânedân-ı 
Seyyid'ül-Beşer Eimme-i İsnâaşer" adlı ve Hz. Emir'in hâl 



15 - Câmî'nin "Sad Kelime"si için b. Zerîa, 15,1384-1965, s.30. 



tercemelerine ait 192 sahîfelik kitabında da, bâzı sözleri, 
hutbeleri ve sonunda, bu "Ahd-Nâme" terceme ve 
şerhedilmiştir. Adından da anlaşıldığı gibi, On iki İmâm'ın 
hâl tercemelerini ihtiva edecek olan bu kitabın 1. cildinden 
başka ciltleri, maalesef yazılamamış, 1 kitap, İst. da, 1327 
de Ahmet Sâkıy Bey Matında basılmıştır. 

Ayrıca Mehmet Akif Ersoy (1936), Hz. Ali'nin bir devlet 
adamına Emir-nâmesi" adıyla "Ahd-Nâme"yı Türkçe'ye 
çevirmiş, Diyanet İşleri tarafından Ankara'da, Ayyıldız Mat. 
da 1959 da 3. basımı yapılmıştır. 1963'te de Doğangüneş 
yayınevi tarafından tab'edilmiştir. 

Konya Mevlânâ Müzesi yazmaları arasında 650 No. da 
kayıtlı ve Reşîdüddîn Vatvât'ın "Sad Kelime-i Çhâr yâr-ı 
güzîn"inin, devrinin çok güzel Türkçe'siyle bir çevirisi vardır. 
Başta Hz. Peygamber'in (s. a. a) hadisleri olduğundan 
Envanter'e ve Kataloğ'a "Ahâdîs-i Nebî ve Sad Kelime-i Çhâr 
Yâr-ı güzin" diye kaydedilen bu eserin son kısmı eksiktir 
125. a. sonunda, Hz. Peygamber'in (s. a. a) hadislerinin 
sonunda, bu kitabı, Bedrüddîn b. Himmet-Yâr'ül-Mevlevî'nin 
838 yılı Ramazan ayında, Edirne'de (1435) yazdığına dâir 
bir ketebe vardır ve bu ketebe mütercime aittir; eser, kendi 
elyazısıdır. 193. a da, üçüncü Halîfe'nin yüz sözü ve 
tercemeleri bittikten sonra aynı yaprakta, "Kitâb-u Matlûbı 
Külli Tâlib min Kelâmı Aliyy b. Ebû-Tâlib" başlamaktadır. 16 

Biz de 1940 küsürde, başta Hz. Emir'in (a.s) 
doğumlarından şehâdetlerine dek hâl tercemeleri olmak 
üzere 54 hutbe ve hitabelerini, biri İmâm Hasan'a (a.s) 
vasiyetleri, biri Mâlik'ül-Eşter'e (r. h.) Ahd-nâmeleri olarak 17 



16 - Sonu eksik olan ve bilhassa dil bakımından çok değerli 
bulunan bu kitabın tevsîfi için, tarafımızdan hazırlanmakta olan 
"Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu'nun 1. cildine bk. Millî Eğitim 
Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayınlar, Seri: 
3, No, 6. Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi-1967; s. 82-84. 



mektup, emir ve vasiyetlerini, 44 hikmet ve vecizeleriyle 
Dîvan'larından 48 şiirlerini terceme etmiştik. Ankara'da, 
Emek Basım-Yayınevi tarafından, basıldığı yıl dahi 
kaydedilmeksizin "İmam-ı Ali Buyruğu" adıyla yayınlanan bu 
kitabın mevcudu kalmadı. 

Elimize, 1956 da, İst. da, Saidi Borak'ın önsözüyle Ege 
Matında basılan "Hazret-i Ali (a.s) ve Muaviye arasındaki 
Mektuplar" adlı 46 sahifelik bir kitap geçti. Gevrekzade 
Hafız Hasan adlı birisi tarafından, Arapça'dan Türkçe'ye 
çevrilmiş olan bu kitap, Hz. Emir'in, Tırımmah b. Adiyy ile 
Muaviye'ye gönderdiği mektubu, Tırımmâh'ın Muaviye'yle 
konuşmasını hikâye ediyor. Baştan sona dek bir masaldan 
ibaret olan, yazarının ve müterciminin, "Nehc'ül-Belâga"dan 
bile haberi olmayan, ismi haslar bile yanlış yazılan bu kitabı, 
Hz. Ali adına yazıldığı için zikretmek zorunda kaldık; özür 
dileriz. 

Türkçe'de Hz. Emir'in (a.s) hutbeleri ve sözleri üzerinde 
bulabildiğimiz bu çalışmaları bildirdikten sonra artık 
okuyuculara sunduğumuz bu eseri nasıl hazırladığımızı da 
biraz anlatalım: 

Seyyid Radıy, "Nehc'ül Belâga"yı, önceden de 
arzettiğimiz gibi iki kısma ve üç bölüme ayırmış, ilk bölüme 
bilhassa hutbelerini, ikinci kısmın birinci bölümüne, 
mektuplarını, ikinci bölümüne de vecîzelerini almıştır. Biz de 
aynı esâsı kabul ettik. Ancak bu bölümler içinde, mümkün 
olabileceği kadar konu hususiyetine ve kronolojik tertibe 
riâyeti denedik. Tercemede, Şeyh Muhammed Abduh'un 
"Nehc'ül-Belâga" şerhinin son basımı olan ve Beyrut'ta, 
"Müesseset-ül-A'lemiyy lil-Matbûât" tarafından geçen yıl 
yayınlanan son basımını esas ittihâz ettik; bu basım, dört 
kısma ayrılmıştır. Birinci ve ikinci kısımda hutbeler, çeşitli 
vesilelerle söylenen sözler, üçüncü kısımda mektuplar, 
dördüncü kısımda hikmetler ve vecîzeler var. Kendi 
tertibimize göre her hutbe, hitabe ve mektubun, aslının 



bulunabilmesi için, başına ilk Arapça cümleyi, cilt ve sahîfe 
numarasıyla aldık. Ancak son kısım olan hikmetler ve 
vecîzelerde, buna ihtiyaç görmedik. Bu kısma da numara 
koysaydık, hele Arapça ilk cümleyi alsaydık, hem tertip, 
hem basım bakımından kitap pek karışık olacaktı. Biz, 
tercememizi üç kısma ayırdık. Birinci kısmı hutbe ve 
hitabelere, ikinci kısmı mekputlara, üçüncü kısmı da hikmet 
ve vecîzelere hasrettik. 1. kısmı beş bölüme ayırdık. 1. 
bölümde "Allah, Hz. Muhammed (s. a. a), İman-İslâm ve 
Kur'ân-ı Mecîd", 2. bölümde "Kendileri ve Ehl-i Beyt", 3. 
bölümde, "Dünya ve Ahiret", 4. bölümde "İçtimâî-İktisadî 
karakterde olan", 5. bölümde "İlk üç Halîfe ve kendilerinin 
zamanlarına ait" olan ve târîhi aydınlatan hutbe ve 
hitabelerini dercettik. Bu kısımdaki hutbe ve hitabelerin 
sayısı 192'dir. 

İkinci kısma, mektuplarını, emir-nâme ve vasiyetlerini 
aldık. Bu kısımda da kronolojik tertîbi gözettik ve bu kısmı 
dört bölüme ayırdık. 1. bölümü, Cemel savaşından önceki 
ve sonraki devirlere ait hitabelerine, 2. bölümü, Muâviye'ye 
gönderdiği mektuplara, 3. bölümü savaş sırasındaki 
hitabelerine ve vasiyetlerine, 4. bölümü, idarî mektuplarına, 
emir-nâme ve ahd-nâmelerine hasrettik. Bu kısımda da 63 
hitabe, mektup, emir-nâme ve vasiyet var. 

Üçüncü kısma kısa sözlerini, hikmet ve vecîzelerini 
aldık. Bu kısımda da konuya göre bir tasnîf yapmaya 
çalıştık. 1. bölüme "Din, İman, Mü'min, Müslim, Kur'ân ve 
İbâdet", 2. bölüme "Hz. Muhammed (s. a. a), kendileri ve 
Ehlibeyt", 3. bölüme "Dünyâ-Âhiret", 4. bölüme "Akıl-Bilgi", 
5. bölüme çeşitli konulara ait vecîzeler, 6. bölüme târihi 
ilgilendiren, 7. bölüme de "gerçek, adalet, geçim, insanlık ve 
savaş" hakkındaki sözlerini aldık. Bu kısmın her bölümünün 
sonlarına, "Nehc'ül-Belâga"da bulunmayan ve "Gurer'ül- 
HikenY'de olan sözlerinden de katkılarda bulunduk ve 325 
söz seçtik. Böylece hutbeler 192, mektup ve emir-nâmelerle 



vasiyetler 63, bahisler ve vecîzeler 325, hepsinin tutarıysa 
580 oluyor. 

Şunu da söyleyelim ki bu tasnîf, sözlerdeki üstün 
karakterlere göredir. Yoksa meselâ, îman ve Kur'an'dan 
bahsedilen bir hutbede, dünyâdan, ahiretten, dünyâ ve 
âhiretten bahsedilen bir hutbede, Hz. Muhammed'den, 
Ehlibeyt'ten, içtimâî-iktisâdî bölüme aldığımız bir hutbede 
tarîhî bir olaydan, yahut İslâm'dan bahsedilmiştir; yâni 
hutbelerde, hattâ mektuplarda ve vecizelerde, seçtiğimiz 
tasnîf, tekrar edelim ki üstün karaktere göredir; yoksa 
tedahül, dâima vardır. 

Hutbelerde, hitabelerde, mektuplarda, emir ve 
vasiyetlerde, hattâ vecîzelerde bir âyet, bir hadise, bir olaya 
işaret edilmişse, yahut birisine hitapsa, birisinden bahis 
varsa, o hutbe ve hitabenin, o sözün altına, işaret edilen 
numaralarla o âyet ve hadis, o olay, yahut gereken hâl 
tercemesi, yahut îzah yazılmış, kaynağı da gösterilmiştir ki 
bu, oldukça etraflı bir şerh mâhiyetini taşımaktadır. 

Şeyh Radıy'nin topladığı hutbe ve hitabeler, 233'ü 
buluyor. Bunların bir kısmı, çeşitli rivayetlerden meydana 
gelmiştir; bir kısmı, dualarını, bir âyeti ve yâ sûreyi 
okuduktan sonraki sözlerini, yağmur dualarını, ashabını 
mekârim-i ahlâka, ibâdet ve itâata teşviklerini, yahut 
hilkatteki hikmet ve kudretleri tazammun etmektedir ve 
çoğu da birbirini tamamlar. Bir hutbede zikredilenler, başka 
bir hutbede, fakat başka bir tarzda tekrarlanır. Biz, Hz. 
Emir'in (a.s) hutbelerinin özünü, 192 hutbede bulduğumuz 
için bunların terceme ve şerhiyle iktifa ettik. 

S. Radıy'nin ikinci bölümünde 76 mektup, vasiyet ve 
söz vardır. Bunların bir kısmı, ayrı rivayetlerle gelmiştir. Biz, 
ikinci, kısımdaki son vasiyetlerini birinci kısma aldık; bu 
kısımda 72 hitabe, mektup, emir-nâme ve vasiyet var ki 
eksiğimiz hiç yok demektir. 



Üçüncü kısımdaki sözler ve vecîzeler de "Gurer'ül- 
HikenY'den seçmelerimizle, diyebiliriz, ki anlamda tekrar 
olmamak üzere tamdır. Şerhlerde ve sonraki "Bibliyograf- 
ya" da kaynaklarımızı bildirdiğimiz için bu hususta söz 
söylemeye lüzum görmüyoruz. 

İlk olarak "Nehc'ül-Belâga"yı Türkçe sunduğumuzdan, 
bizi bu emr-i hayra muvaffat ettiğinden dolayı Allah'a hamd- 
ü senalar eder, Rasûlüne ve onun Ehlibeytine sonsuz salât-ü 
selâmlar ihdâ eyler, sözümüze son veririz. 

2 Safar'ül-muzaffer 1390 
Abdülbâki GÖLPINARLI 



ALLAH RAHMET VE GUFRANINA MAZHAR 
ETSİN, SEYYİD RADIY'NİN ÖNSÖZÜNÜN 
TÜRKÇE'Sİ 

Hamd, Allah'a ki ona ha m d etmeyi, nimetlerini edaya, 
belâdan sığınmaya, kurtulmaya vesîle, cennetlerine ve 
razılığına ulaşmaya bir yol kıldı; ihsanının çoğalmasına 
sebep etti. Salât-ü Selâm, âlemlere rahmet olarak 
gönderdiği, kendilerine uyulanlara bile ona uymalarını emir 
ve takdir buyurduğu, ümmeti aydınlatan bir ışık olarak 
yolladığı, varlığını kerem hamurundan yoğurduğu, ezelî 
ululuk soyundan getirdiği, yücelik ağacının kökünden 
yaratıp üstünlük dalından büyüterek dallarla, budaklarla, 
meyvelerle yetiştirip geliştirdiği Rasûlüne, onun, karanlık- 
ları aydınlatan ışıklar, apaçık din yolunun alâmetleri, 
ölçülemeyecek üstünlük mîzanları olan Ehlibeytine. Onların 
hepsine de öylesine salât-ü selâm ki üstünlüklerine denk ve 
eşit, lütuflarına karşılık, soylarına ve asıllarına uygun ve 
lâyık olsun; tanyeri doğup ağardıkça, yıldız dolunup battıkça 
rahmet olsun onlara. 

Ömrümün dalı henüz terü tazeydi, henüz yeşermişti ki, 
selâm onlara, İmamların hususiyetlerine, güzel hâllerine ait 
haberleri, onların incilere benzeyen sözlerini ihtiva eden bir 
kitap yazmaya başlamıştım. O kitapta, bu hususu 



arzederken belirttiğim gibi maksadım, Emir'ül-mü'minîn'in 
(a.s) hususiyetlerini topladıktan sonra zamanın meydana 
çıkardığı engeller, o kitabı tamamlamama mâni olmuştu. 
Kitabımı birkaç kısma ve bölüme ayırmıştım; son bölümde 
de, uzun hutbelere değil de öğütlere, hikmetlere, edeplere 
ait bâzı sözleri dercetmiştim. 

Dostlardan, kardeşlerden bir kısmı o kitabı okudu, 
beğendi; Hz. Emir'in (a.s) sözlerinin eşsiz, örneksiz oluşuna, 
fasâhat ve belagatına hayran oldu; çeşitli konulara, çeşitli 
dallara ayrılan sözlerinden bir seçme meydana getirmemi 
istedi. Çünkü biliyorlardı ki o Hazretin hutbelerinde, 
mektuplarında, öğütlerinde, hikmetlerinde toplu olarak 
mevcut olan ve Arapça'nın şaşılacak derecede belagat ve 
fasâhatını mündemiç bulunan, dine, dünyâya ait bütün 
hikmetleri, o derecede toplu olarak ihtiva eden hiçbir söz, 
hiçbir kitap yoktur ve olamaz. Çünkü Emir'ül-mü'minin (a.s) 
gerçekten de fasâhat ve belagatın menşeidir; belagat ondan 
zuhur etmiştir; fasahât kaideleri, onun sözleriyle yayılmıştır. 
Hiçbir hatîp yoktur ki onun sözlerine benzer söz 
söyleyebilsin; hiçbir vaiz yoktur ki onun sözlerinden yardım 
dilemesin. Bütün bunlarla beraber gene de o, hepsinden de 
ileridedir; gene de onlar, Hz. Emir'den (a.s) geri kalmışlardır. 
Çünkü onun sözleri, Allah bilgisiyle ışıklanmıştır, 
parıldamaktadır; o sözlerde Peygamber'in (s. a. a) kokusu 
vardır; etrafa yayılmaktadır. 

Hâsılı, isteklerine uydum; bu kitabı, bu kitaptaki sözleri 
toplamaya koyuldum. Biliyordum ki halk, bu kitaptan pek 
büyük faydalar edinecek, bu kitabın şöhreti, bütün âleme 
yayılacak; ecri, sevabı da âhiret gününde bana bir azık 
olacak. 

Maksadım, o hazretin, ilim, amel, takva, şecaat ve di- 
ğer üstünlüklerdeki yüceliği gibi belagattaki yüceliğinin de 
bilinmesi, kendilerinden önce gelip geçen, kendilerinden 
pek az rivayetlerde bulunulan bilginlerin, belagat sahiple- 



rinin, hatîplerin belagatından daha üstün bir belagata sâ-hip 
olduğunun, hiçbirinin, onunla boy ölçüşemeyeceğinin 
meydana çıkmasıydı. Gerçekten de onun sözleri, ucu- 
bucağı, kıyısı-dibi olmayan bir denizden coşmaktadır ki o 
deniz, suyunun çoğalmasıyla taşmaz, başkalarının sözleriyle 
de bulunmaz. Bunun meydana çıkmasını, böylece de 
Ferazdak'ın, Cerîr'e dediği gibi, ben de 

Bunlardır babalarım benim ey Cerîr, 

Sende de eşitleri varsa bir yere gelince 

göster onları bana, karşıma getir 

demeyi işedim. 

Gördüm ki o hazretin sözleri birkaç mihver çevresinde 
dönmede. İlk olarak hutbeleri, emirleri var; ikinci olarak 
mektupları, üçüncü de hikmetleri, öğütleri. Noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın tevfîkiyle, önce 
hutbelerine, sonra mektuplarına, sonra da öğüt ve 
hikmetlerine birer bölüm ayırmayı, her bölümü yazdıktan 
sonra, o bölüme ait olup o âna kadar elime geçmeyen, 
fakat zamanla elde etmeme ihtimâl bulunan sözlerini de 
ilerde yazmam için birkaç yaprağı açık bırakmayı esas 
tutarak, bu bölümlerden başka bölümleri girebilecek 
olanları, meselâ konuşmaları sırasında sorulara verdikleri 
cevapları da yazmayı gözönünde bulundurarak işe 
başladım; önce hutbelerini, sonra mektuplarını, sonra da 
hikmetlerini, öğütlerini seçmeye başladım. Bu bölümlerde, 
birbirine, konu bakımından uymayanlar, yahut birbirine 
uyanlar bulunabilir; fakat ben, Hazretin (a.s) sözlerinin 
tertîbine değil, sözlerini toplamaya çalıştığım, esas 
maksadım bu olduğu için güzel ve hoş olanlarını, elime 
geçtikçe yazdım. 

O Hazretin şaşılacak hallerinden biri de, hiç kimsenin, 
üstünlüğünde eşitliği olmayan fasâhat ve belagatıdır. 
Zâhitlikte, öğütte, korkutmada, onun düşüncesine ulaşan 



yoktur; o yücelikte söz söylemek, onun ihatasına erişmek 
imkânına hiç kimse sahip değildir. Bu sözleri okuyup ibretle 
düşünen kişi, sanır ki o hazretin, dünyâdan nasîbi, ancak 
zâhitliktir; dünyayı terketmektir, Allah'a kullukta 
bulunmaktır; o, bir bucağa çekilmiş, yahut bir dağ eteğine 
sığınmış, halktan ayrılmıştır; kendi duygusundan başka 
birşey duymaz; kendi soluğundan başka bir şey işitmez; 
kendinden başka kimseyi görmez. Bu sözlerin, savaş 
denizlerinde dalgalar yutan, coşup köpüren, savaş deryala- 
rına dalıp çıkan, elinde yalın kılıç, haktan baş çekenlerin 
başlarını bedenlerinden ayıran, ünlü kahramanları, Allah 
kulluğu yolunda helak toprağına seren, kılıcından kanlar 
damlaya-damlaya, canlar döküle-saçılan meydandan dönen 
birisinin sözleri olduğuna asla inanmaz. Oysa, bu hâlle 
beraber gene de zâhitlikte, gönül alçaklığında, kullukta, 
dünyânın bütün zahitlerinin zahididir; kulluğu üstünlüğe 
değişenlerin başıdır. Bu hâl, o Hazrete hâs şaşılacak 
faziletlerdendir. O zıtları nefsinde toplamıştır; yiğitlikle gönül 
alçaklığını, üstünlükle kulluğu nefsinde cem'etmiştir. 

Bu kitabın ihtiva ettiği sözleri seçerken, söz bakımın- 
dan tereddüde düşürenlerine, mâna bakımından tekrar- 
lanmış olanlarına çok rastladığım olmuştur. Bunun sebebi 
de o Hazretin sözlerinin rivayetlerinde ihtilâflar oluşudur. 
Çok kere, bir rivayet dayanılarak seçilen ve yazılan bir söz, 
bir başka rivayetle, bir başka tarzda da gelmiştir; onda bir 
cümle fazladır; hattâ mânâ bakımından daha da güzeldir. 
Bu yüzden, ihtiyatı elden bırakmayıp seçilen sözlerden 
birşeyin eksik olmamasını gözeterek, o güzelim sözlerin 
terkedilmemesine gayret ederek o rivayeti de yazdım. 
Zaman uzadıkça ilk rivayetin unutulması, yahut bilinmemesi 
yüzünden, kasdî olmamak şartıyla aynı anlamda, fakat 
başka bir tarzda rivayet edilmesi de mümkündür. 

Bütün bu ihtimama rağmen o Hazretin sözlerinden 
hiçbirini bırakmadım, hepsini yazdım gibi bir dâvaya 



girişmeme imkân tasavvur edilemez. Bana ulaşmayan 
sözlerinin, ulaşanlardan daha fazla bulunması da 
mümkündür. Ben ancak, kudretin yettiği kadar çalıştım, 
çabaladım; gerçeği aydınlatıp doğru yolu apaydın göster- 
mek ancak Allahu Teâlâ'nın sonsuz lütfüyle olur. 

Bütün bu çalışmanın sonucu olarak meydana gelen bu 
kitaba, "NEHC'ÜL-BELÂGA" adını vermeyi uygun buldum; 
çünkü bu kitap, okuyanlara, dileyenlere belagat kapılarını 
açan, fasâhat kaidelerini onlara ulaştıran bir kitaptır; bilgin 
kişinin de ihtiyâcı vardır bu kitaba, bilgi öğrenmek isteyenin 
de; belagat ve hitabet erbabı da ister bu kitabı, züht ve 
takva ashabı da. Sözlerinde, tevhîd, adi ve Allah-u Teâlâ'yı 
mahlûklarına teşbihten tenzîh hususlarında, dileyenlerin 
susuzluğunu giderecek, gönüllerdeki dertlere deva verecek, 
gözleri her çeşit şüpheden, körlükten kurtarıp aydınlatacak 
mazmunlar vardır bu kitapta. 

Allah-u Teâlâ'dan tevfik, hatâdan ismet, doğruyu 
bulmada yardım dilerim; dille yapabileceğim hatâlardan 
önce gönülle düşebileceğim hatâlardan, ayak sürçmesinden 
önce dilimin sürçmesinden O'na sığınırım; O yeter bana ve 
O, ne de güzel bir vekildir. 



1. KİSİM 



HUTBELERİ 



1. Bölüm 



ALLAH - HAZRETTİ MU HAM MED 

Sallâllahu aleyhi ve âlihi ve sellem 
-İmân -İslâm ve Kur'ân-ı Mecid- 



Hamd, Allah'a ki övenler onu lâyıkıyla övemezler; 
nimetlerini sayıp dökenler, onları söyleyip bitiremezler; 
çalışıp çabalayanlar, hakkını edâ edemezler. Öyle bir 
ma'buddur ki derin düşünceler onu idrâk edemez; akıl- 
fikir, denizine dalanlar, zâtının künhüne eremez. Bir 
sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin; bir vasıf 
yaratılmamıştır ki zatına lâyık bulunsun. Yoktur ona 
sayılı bir an; yoktur onun için ertelenmiş bir zaman. 
Yaratılanları, kudretiyle o yaratmıştır; rüzgarları, 



rahmetiyle o estirmiştir; yarattığı yer yüzünü, kayalarla 
perçinlemiş, pekiştirmiştir. 17 

Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemâli, onu 
tasdik etmektir. Tasdik edişin kemâli, onu bir 
bilmektir. Bir bilişin kemâli, ona karşı öz doğruluğuna 
ermektir. Öz doğruluğunun kemâli onu noksan 
sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü bilmek gerekir ki ne 
sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her 
sıfat, vasfedilenden gayridir; onunla bilinemez. 18 



17 - Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (İbrahim a.s) 34. âyetiyle, 
16. sûrenin (Nahl) 18. âyetinde Allah'ın nimetlerinin 
sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de (s.a.a) "Allah'- 
ım, gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana 
sığınırım, sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim 
için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin" buyurmuş-tur 
(Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50). Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin 
(Nebe') 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar 
çivilere teşbîh edilmiştir. 

18 - Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, İlâhî 
hükümlerin tümüne denir. Kur'an-ı Mecid'de, Allah katında 
dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3, Âli İmran, 19) 
Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33), 
ayrıca her yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyamet 
gününe de "din günü" denmiştir (1, Fatihâ,4). Birinci mânada 
itaat etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır (El- 
müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası, 
ofset basımı s:175-176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok 
âyetlerde geçer. 51, sûrenin (Zâriyât) 56. âyetinde, "Ve ben 
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" 
buyurulmuştur. Bu âyeti İbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye" 
tarzında tefsir etmiştir. "Ben bir gizli defineydim, tanınmayı 
diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım" mealindeki 
kudsî hadisi mevzu kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin 



Onu vasfetmeye kalkışan, onu bir başkasına eşit 
etmiş sayılır. Başkasını ona eşit sayan, ikiliğe düşmüş 
olur. İkiliğe düşen, tecezzîsini kaail olur; tecezzîsini 
kaail olan, onu tanımamış olur. Onu tanımayan, ona 
cihet isnat eder, ona işaret eyler. Ona işaret eden, onu 
sınırlar. Sınırlayan, sayıya sokar. Her nerde derse, onu 
bir yerde sanır, ona mekân isnat eder; bir yerde 
diyense, başka yeri ondan hâlî sanır. 19 



tefsiri bakımın-dan, bu sözün, meal itibariyle doğru olduğunu 
söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire- 
1289, s.62). 

Dinin usûlü, Allah'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak 
içlerinden bazılarını seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu 
göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrail vasıtasıyla ve 
vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son 
peygamber olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katında 
mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna ve peygamberliğin 
onunla bittiğine, bu dünyadan sonra bir âhiret âleminin 
bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat 
ve mücâzatını göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd, 
Nübüvvet, Maâd" denir. Nübüvvet'e, meleklere ve kitaplara 
inanmak, maada, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen 
şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve 
aklen gerektir. Bunlarda taklit, yani bir müçtehidin reyine uyuş 
olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac, zekât ve saire gibi 
bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle, 
nikâh, talak, alım-satım gibi muamelâtta Kur'an ve hadisten, 
yani Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla 
bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin müçtehidi taklit 
etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder. 

19 - Allah'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları, 
bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid 



olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir. Ancak bizim görmemiz, 
duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu 
gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah'ın görmesi, 
duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı 
gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan şeyleri muhît 
olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu 
bakımdan, bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, adetâ 
onun zâtına bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhid 
inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve Teâlâ'nın 
zatında sabit iki sıfattır, zâtın aynı değildir. 

2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54. 
âyetinde, 10. sûrenin (Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4. 
âyetinde, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın göğe, arşa istivası 
müeveldir. İstiva iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. 
Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe 
denir; keyfiyet hususunda da kullanılır. İstiva, "alâ" ile ta'diye 
edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü, 
tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri yarattıktan sonra 
arşa hâkim ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada carî oldu 
demektir. Gök her cirmi kaplayan fezadır, arş, tavan, bir şeyin 
üstünü örten şey ve çardaktır. Mecaz yoluyla padişahın meclisi, 
saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinayedir. Arşı yıkıldı 
demek, hükmü kalmadı, gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu 
bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri, kudreti, göğü, 
arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır. 
Yoksa gökte veya arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329- 
330; Tabrasî: Mecma'ul Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5, 
s. 99). Mücessime taifesi, Allah'ın arşta bulunduğunu kail 
olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde temekkün, başka yerde 
bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sahibi 
olmaktır, cisimse tecezzi eder. Bütün bunlarsa Allah için 
muhaldir. 



Vardır, yaratılmaksızın. Mevcuttur, yokluktan var 
olmaksızın. Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden 
gayrıdır, ayrı değil. İşler yapar; harekete, âlete muhtaç 
olmadan. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa 
muhtaç bulunmadan, hiç bir varın yokluğunu 
garipsemeden. Halkı yarattı, yaratmaya koyuldu, 
düşünüp kurmadan, işe deneyişten faydalanmadan, bir 
harekete, âlete muhtaç olmadan işe koyulmadan, 
koyulup yorulmadan. Her şeyi vaktinde yarattı, 
birbirlerine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her 
şeyde bir istîdat, bir tabiat yarattı; her şeyin maddesini 
ona göre düzdü-koştu. Her şeyi olmadan bilendir O; 
sınırlarını, sonlarını kavrayıp kapsayandır O; her şeyin 
gizli, açık, her yanını bilendir O. 20 

Tenzîh ederim O'nu noksan sıfatlardan, dâima, 
yarattık-larına, şerîat sahibi bir peygamber 
göndermiştir; yahut bir kitap indirmiştir; yahut gerekli 
bir hüccet tanıtmıştır; yahut da doğru yolu bildirmiştir. 
Öylesine peygamberlerdir onlar ki ne sayılarının azlığı 
yüzünden buyrukları bildirmede bir kusurda 
bulunmuşlardır, ne yalanlayanların çokluğu yüzünden 
bir taksîre düşmüşlerdir. Kimisi gelip geçmiştir; 



20 - Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden, 
görgüsünden faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet 
sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiç bir iş yapılamaz. 
Allah Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müs-tâğnidir, 
münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır, 
sonunu da bilir. 



kendisinden sonra geleceğin adını bildirmiştir; kimisi 
çıkıp gelmiştir; ondan önceki onu tanıtmıştır. 21 

Bu yol-yordam üzere çağlar geçmiştir, zamanlar 
aşmış-tır; atalar geçip gitmişlerdir, oğullar, yerlerine 
geçip yetmişlerdir. Sonunda, noksan sıfatlardan 
münezzeh olan Allah, va'dini yerine yetirmek, elçiliğini 
tamamlamak için Rasulullah Muhammed'i 
göndermiştir; Allah'ın sâlatı ona ve soyuna. Onu 
tanımak, tanıtmak için peygamberlerden söz almıştır; 
sıfatları tanınmıştır; doğumu ve doğduğu yer ve zaman 
yüceltilmiştir. 22 



21 - "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur. 
Kim doğru yoldan sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bîr 
başkasının yükünü yüklenmez ve biz, peygamber 
göndermedikçe hiç bir topluluğu azaplandırmayız" âyeti 
mucibince (17, İsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir 
peygamber göndermiştir, bir kitap indirmiştir, bir hüccet 
tanıtmıştır, doğru yolu beyan buyurmuştur. Peygamberlerin 
kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. İsâ alâ Nebiyyinâ ve 
âlihi ve aleyhisselâmın, Hz. Muhammed'i bildirdiği gibi 
kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir; kimisi 
bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve 
ettirmiştir. 

22 - 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu 
tutmuş, ifrattan, tefritten arınmış olan Muhammed (s.a.a) 
ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz. Peygamber' in 
de ümmetine tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisa) 41. âyetinde, 
kıyamet günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med 
(s.a.a) ümmetinin de hepsine tanıklık edeceği bildirilmektedir. 
9. sûrenin (Tevbe) 33. âyetinde, müşrikler istemese, zorlarına 
gitse bile Hz. Muhammed'in insanları doğru yola götürmek için 
gerçek din ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği 



O gün yeryüzündekiler, ayrı-ayrı yollara sapmışlardı; 
darmadağın dileklere sarılmışlardı; dağınık yollara 
sapıtmışlardı. Kimisi, Allah'ı, onun yarattığı şeylere 
benzetmedeydi; kimisi adını anarken batıl yola 
gitmedeydi; kimisi de ona şirk koşup sapıklık 
etmedeydi. 23 

beyan Duyurulmaktadır. 61. sûrenin (Saf) 9. âyet-i kerîmesi de 
aynı mealdedir ve bu âyetlerden Muhammed (s.a.a) dininin son 
din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır. 
33. sûrenin (Ahzâb) 40. âyetinde ise Hz. Muhammed'in Allah'ın 
Rasulü ve peygamberlerin sonuncusu olduğu tasrîh 
edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber 
getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sahibi 
değildir, fakat her rasûl nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul 
husûsî ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu bakımdan 
hadislerle de sabit olduğu veçhile Hz. Muhammed, 
peygamberlerin sonuncusu-dur, dini de son dindir. Ondan sonra 
peygamberlik iddia eden ve din kuran kişilerin hemen hepsi de 
sömürgenlerin İslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar, 
yalancılardır. 

Kur'an-ı Mecıd'de, Allah'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk 
mescidin, Mekke-i Muazzamâ'daki Kabe olduğu bildirilmiştir 
(3. Âli İmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a) tahriç eder; diyor ki: 
Yâ Rasûlallah dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi 
mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid 
kuruldu dedim, Mescid-i Aksa buyurdular. İkisinin arasında 
dedim, ne kadar, zaman var? Kırk yıl buyurdular (et-Tecrid'us- 
Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk). 

23 - Cehalet devri denen ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) 
gönderilmesinden evvelki devre ait olan sapıklıklar, saymakla 
tükenmez. İnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar, içki, faiz alıp 
yürümüştü. Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle 
evleniyorlar, çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut 



Derken onunla sapıklıktan kurtardı onları, 
vücudunun bereketiyle bilgisizlikten halâs etti onları; 
sonra da, Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun, 
Muhammed'e noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah 
kendisine kavuşmayı seçti; katında ihsanda bulunmayı 
diledi; dünya yurdundan almakla ikram etti ona; 
belâlara eş olmayı reva görmedi ona. Kerem sahibi 
onu kendi katına aldı; Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna 
olsun. O, sizin aranızda, peygamberlerin ümmetleri 
içinde bıraktığını bıraktı. Çünkü peygamberler, 
ümmetlerini başıboş bırakmadılar; apaçık bir yol 
bırakma-dan gitmediler; bir bayrak dikmeden onları 
terketmediler. 24 

Rabbinizin kitabı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de 
apaçık göstermededir, haramını da. Farzlarını da 
apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü 
kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti 
de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı 
husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. İbretleri de 
meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da 
bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe 
anlaşılanı da beyan edilmiştir, anlaşılmayanı da. 
Kısaca anlatılanları tefsir edilmiştir, müşkül 



kur'a ile tanınıyordu. Diri hayvanların etinden parçalar kesilip 
yeniyordu. Haram, helâl bilinmiyordu. Soy-boy üstünlüğü, 
yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu 
hususta, tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum 
görmüyoruz. 

24 - Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, Allah'ın Kitabı, 
kendilerinin sünnetidir. 



anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir, öyle hükümleri 
vardır ki, o kitabın, mutlaka bilinmesi için ahit 
alınmıştır, öyle hükümleri de vardır ki kulların, onları 
bilmemesi de caiz sayılmıştır. Öyle âyetleri vardır ki 
kitapta farzdır da neshedilişi, sünnetle bildirilmiştir. 
Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vacip olmuştur, 
kitaptaysa terk edilmesine ruhsat verilmiştir. Bazı 
hükümleri vaktinde vacîptir, ileri zamanlarda hükmü 
geçer. Haramlarının da hükümleri çeşit çeşittir; öyle 
büyük haramlar vardır ki onları yapana cehennem 
vardır; öyle küçükleri de vardır ki onları yapanların 
suçlarını örter, bağışlar. Öyle hükümleri vardır ki en azı 
da makbuldür, en çoğu da yapılabilir. 25 



25 - Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir. 
Haram yapılması suç olan, bir kısmının cezası, dünyada da 
tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması emredilenlerdir. 
Hükmü kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran 
âyete "Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılma-sına 
cevaz vermektir. Azimet, manâsında tahsîs bulunan 
hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır. İçen dünyada da had 
vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2. 
sûrenin (Bakara) 173. âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan 
ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda kalanın başkasının 
hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla 
yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya, 
Ramazan ayına erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara, 
181), baliğ olmayan, aklı başında bulunmayan, hasta ve 
kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan 
herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki 
mazeretlerden biri ile mazur olmayanlara tahsîs vardır. Mânası 
umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli İmran, 182) 
âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. İbret, 



"Bak. Allah'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl da 
ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50) âyetleridir; 
mânaları ibreti tazammun eder. Örnek, "Kendilerine Tevrat 
yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe 
benzerler ki koskoca kitapları taşımada" (62; Cumua, 5), 
"Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak" 
(10, Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" 
tarzında nazil olan âyetlerdir (58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın 
olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini kesin" (5, Mâide, 38) 
âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah 
değildir; hadisle anlaşılır. Mukayyetse, "Bir mü'mln köle azat 
etmek gerek" (4, Nisa, 92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber 
yıkayın" (5, Mâide, 6) mealindeki âyetlerdir. Anlamı kesin olan 
ve herkesçe anlaşılan âyetlere "muhkem" denir ve Kur'an-ı 
Mecid'in âyetlerinin çoğu böyledir. Mânası herkesçe 
anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla anılır; bazı sûrelerin 
başlarındaki harfler gibi. 

Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır: 

Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara 
uyulması icâb eder, bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı 
Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nazil olmuştur; emir, nehiy, 
helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maada îman 
hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da 
"müteşabih"dir, mânası açık olarak belli değildir. 17. sûrenin 
(İsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut 24. sûrenin 
(Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin 
başlarındaki hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin 
olarak bilmemiz hakkında bir emir yoktur, hattâ bunların 
üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı 
sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize, 
tecrübemize ve zamanımıza dayanabilen akıl, Rabbânî 
hikmetleri ihatadan âcizdir. 

Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisa), 15-16. 



(Aynı hutbeden): 

Hürmeti vacip olan evini (Kabe'yi) ziyaret edip 
haccetmenizi de size farzetti; o evi halka kıble kıldı; 
halk susamış yaratıkların yanıp kavrularak 
koşuştukları gibi oraya varırlar; sürü-sürü güvercinler 
gibi oraya sığınırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan 
ma'bud, kendi ululuğuna karşı gönül alçaklığını 
sağlamak, yüceliğini onlara anlatmak için o evi bir 
sebep olarak icâd etti. Halkın bir kısmını seçti ki onlar, 
onun çağrısını duydular da icabet ettiler; onun sözünü 
gerçeklediler. Peygamberlerinin durdukları yerlerde 
durdular; arşın çevresinde dolanan meleklere 
benzediler; ona kulluk etme ticaret yurdunda kârlar 
elde ettiler, suçları örteceğini vaadettiği yere koşuşup 
gittiler. Noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce ma'bud, 



âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye dek 
hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli olanın recmi, 
olmayana had vurulması takarrür etmiştir. Öyleleri vardır ki 
sünnetle muayyen iken kitapla değişmiştir. İslam'ın ilk 
zamanlarında Beyt-i Mukaddes'e teveccüh edilerek namaz 
kılınırken 2. sûrenin (Bakara) 144. âyetinde Mescid-i Harâm'a 
teveccüh farzedilmiş, sünnet de buna tâbi olmuştur. Öyleleri de 
vardır ki 4. surenin (Nisa') 101. âyetinde olduğu gibi seferde 
namazın kasrına ruhsat verilmişken sünnetle vücûbu sabit 
olmuştur. Vaktinde vacip, yâni farz olan, ileride hükmü geçen 
âyetlerse mensûh âyetlerdir. 

Yapanın karşılığı cehennem olan haramlar, büyük 
günahlardır; suçluları bağışlananlar da küçük günahları işleyip 
nadim olanlardır. Azı makbul olan, fakat çoğu da yapılabilen 
emirler, meselâ namazda Hamd'den sonra en kısa sureyi 
okumaktır; fakat insan, en uzun sûreyi de okuyabilir. 



o evi, İslâm için bir alem kıldı; sığınanlara orasını bir 
harem kıldı. Orayı ziyaret etmeyi farzetti; hakkını 
tanıyıp korumayı gerekli saydı. Oraya varmanızı farzetti 
de o noksan sıfatlardan münezzeh olan ma'bud 
buyurdu ki: "İnsanlardan oraya gitmeye gücü yetene, 
Allah için o evî ziyaret ederek haccetmesi farzdır; inkâr 
eden eder; Allah, şüphe yok ki bütün âlemlerden 
müstağnîdîr." (Kur'an-ı Mecid, 3, 97). 26 



•k ic ic 



SIFFIN'DEN DÖNDÜKTEN SONRA OKUDUKLARI 



26 - Kur'ân-ı Mecid'in 2. sûresinin (Bakara) 158, 189, 196- 
200, 3. sûrenin (Âli İmrân) 97, 9. sûrenin 3. âyetinde haccın 
farz olduğu bildirilmektedir. Haccın iktisadî ve içtimaî faydaları 
pek çoktur. İslâm'ın merkezi olan yerde, her taraftan gelip 
toplanmak, İslâm ülkelerinin imârını, terfihini sağlaya-cağı gibi 
imân edenlerin bir araya toplanmaları, birbirleriyle tanışmaları, 
görüşmeleri yılda bir kere umûmi bir İslâm kongresi mâhiyetini 
taşır. Beytullah, İslâm'ın kıblesi, toplum yeridir. Orası 
Müslümanlara haremdir; hürmeti vacip yerdir. Hac esnasında 
ihrama bürünen, âdeta ferdiyetinden ölmüş, beşeriyetten 
çıkmıştır; meleklere benzemiştir. Eli-kolu yoktur; canını Hakk'a 
teslîm etmiştir. Hiç bir şeyi, hiç bir yaratığı incitemez; tam bir 
teslîmiy ettedir. Bu da ayrıca terbiyevî ve ahlâkî yönüdür. 
Bundan dolayıdır ki hacca, İslâm dininde büyük bir ehemmiyet 
verilmiş, bedenî ve malî durumu iyi olanın, yol da eminse bu 
farîzayı terketmesi, küfürle eşit tutulmuştur (3, 97). 



HUTBE 



Hamdederim Allah'a, nimetini tamamlamak için; 
yüceliğine uymak için: O'na isyan etmekten kurtulmak 
için; O'ndan yardım dilerim yokluktan, yoksulluktan 
kurtulmak için. Gerçekten de O, doğru yola sevkettiğini 
saptırmaz, ona karşı düşmanlıkta bulunanı da 
kurtarmaz, ihtiyaçtan kurtardığı kişi yoksul olmaz. O'na 
hamdetmek, tartılıp ağır gelen her şeyden daha ağırdır 
gerçekten; üstündür saklanıp korunan değerli 
şeylerden. 

Bilirim, bildiririm ki Allah'tan başka yoktur tapacak; 
ortağı yoktur, birdir ancak. Bu biliş, bildiriş, sınanmış 
olarak candandır, gönülden; inancı hâlistir, özden. Sağ 
kaldıkça ona yapışır, sarılırız; uğradığımız korkulardan 
onunla aman buluruz. Bu inançtır îmân için gerekli 
olan, lütfe, ihsana başlangıç bulunan; Rahmân'ın 
razılığını sağlayan; şeytanı sürüp kovan. 27 

Ve bilirim bildiririm ki Muhammed kuludur, 
rasûlüdür. Onu tanınmış bir dinle gönderdi; üstünde 
yalım-yalım ateş yakılan, yol yitirenlere yol bulduran 
dağ gibi belirli alâmetle, hükmü kesin kılınmış kitapla, 
parıl parıl parlayan, ışıkla, alev alev balkıyan aydınlıkla, 



27 - Yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için; yâni O'ndan 
yardım dilerim herhalde ve O'dur her haceti reva eden, O'na 
hamdetmekten mahrum olmamak, bu manevî yoksulluktan 
kurtulmak için O'ndan yardım isterim demektir. 



bozulması mümkün olmayan emirle yolladı şüpheleri 
gidermek, apaçık gerçekleri kesinleştirmek, delillerle 
halkı kötülüklerden çekindirmek, belâlardan 
korkutmak için yolladı. 

İnsanlar sınanma içindeydiler; öylesine ki din ipi, o 
yüzden üzülürdü, kopardı; gerçek inanç direkleri 
yıkılırdı, yatardı. Dinin aslına karışıklıklar düşmüştü; iş 
darmadağın olmuştu; çıkılıp kurtulunacak yer 
daraldıkça daralmıştı; vehimlerden sıyrılmak için 
görecek gözler köreldikçe körelmişti. Doğru yolun adı 
sanı kalmamıştı; Körlük her yanı kaplamıştı. Rahmân'a 
isyan ediliyordu; şeytana yardımda bulunuluyordu. 
İman hor-hakir olmuştu; dayanakları yıkılmış-gitmişti; 
nişaneleri tanınmaz hale gelmişti; yolları görünmez 
olmuştu; geçitleri silinip gitmişti. Şeytana itaat etmişti 
insanlar; onun yollarını tutmuştu canlar; onun 
kaynaklarından içiyorlardı susayanlar. Şeytanın 
bayrakları onlarla yürüyordu; sancağı dikilmişti, 
dalgalanıyordu. İnsanlar öylesine sınanmalar 
içindeydiler ki o fitneler, tabanlarıyla eziyordu onları; 
tırnakları altında kırıp geçiyordu onları. Neşesinden 
tırnaklarının ucuna basmış, kalkınmıştı fitneler; 
insanlarsa o fitneler arasında yollarını yitirmişler, 
şaşırıp kalmışlar, bilgisiz bir hale gelmişler, fitnelerin 
içine düşmüşlerdi. 

En hayırlı yerde, en şerr komşular arasından 
gönderdi O'nu, bir haldeydiler ki uykuları uykusuzluktu; 
sürmeleri göz yaşlarıydı; bilginin ağzına gem 



vurulmuştu, bir söz söyleyemezdi; bilgisizi ağırlanırdı, 
sayılırdı, bir sözü iki edilemezdi. 28 

(Bu hutbeden): 

O'nun soyu, sırrına sahiptir. O'nun, buyruğu 
onlardan öğrenilir. Bilgisinin heybesidir onlar; 
kitaplarının konduğu, korunduğu yerdir onlar; dinin 
dağlarıdır onlar; dinin beli bükülürse onlarla doğrulur; 
eli ayağı titrerse onlarla dincelir, dertten kurtulur. 

(Aynı hutbeden: Onların düşmanlarıysa,) 

Kötülük tohumlarını ektiler; yalanlar, aldanışla 
suladılar; helak olup gitmeyi biçtiler, azaba uğramayı 
derdiler, devşirdiler. Bu ümmetten hiç kimse 
Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in 
soyuyla kıyaslana-maz; boyuna onların nimetlerine 



28 - İnsanların, Hz. Muhammed'in (s. a. a) gönderilme-sinden 
önceki hallerini anlatmaktadır. Hidâyet gerçekten de bilinmez 
olmuştu. Şeref soya sopa bağlıydı, üstünlük ancak kahırla, 
zulümle elde edilirdi. Elle yapılan putlara kulluk etmek, fakat 
istenilen elde edilemezse onlara hakarette bulunmak âdetti. 
İlk kız çocuğu olanın onu, diri diri gömmesi, şerefini korumak 
için bir vecîbe idi. Kölelik cariyelik bir geçim vasıtasıydı, 
hürriyet adı anılmaz bir mefhumdu; fazilet bir muammadan 
ibaretti; batıl inançlar revaçtaydı. Arap yarımadası bu halde 
olmakla beraber yeryüzünün başka tarafları da sapıklık 
içindeydi. Musevîlik, ırk üstünlüğünü güden, âhireti 
düşünmeyen, düzeni, başka milletler hakkında mubah sayan 
bir din haline gelmiş, Hristiyanlık, putperestlik olmuştu. 
Temizliğin adı sanı yoktu. Din namına ahlâksızlık ve zulüm 
herkesi bezdirmişti. 

En hayırlı yer, Mekke ve Beytullah'tır; o evin en kötü 
komşuları da müşriklerdir. 



ulaşan kişiyle hiç bir zaman onlar eşit olamaz. Onlar 
dînin temelidirler, tam inancın direği; ileri giden döner, 
onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar 
da murada erer. Onlarındır vilâyet hakkının özellikleri 
elbet, onlardadır vasiyet ve veraset. Şimdi hak ehline 
döndü; yerine geldi; sahibini buldu. 29 

jc jc ic 



29 - Vilâyet ve vasiyet, Hz. Peygamber'in (s. a. a) yerine geçen 
zâtın, Allah'ın emri ve Hz. peygamber'in (s.a.a) tebliği ile 
ümmetin imâmı ve Peygamberinin vasisi olup din ve dünya 
işlerinde ümmet içinde veliyy'ül-emr oluşudur ki bu inanç 
"İmâmiyye", yahut On iki İmâm'ın vilâyet ve imametine 
inandıkları için "İsnâ-Aşeriyye" denen, diğer mezhepler, İmâm 
Muhammed'ül Bakır (a.s) ve oğlu İmâm Ca'fer'üs Sâdık'ın (a.s) 
zamanında çıktığı ve Ehl-i beyte uyanların İmâm Ca'fer'e (a.s) 
uydukları için "Ca'feriyye" diye de anılan mezhebi, diğer 
mezheplerden bilhassa ayıran inançtır. 

(Bu hutbenin son fıkrasına nazaran Emir'ül-Müminin'in (a.s), 
hemen halife oluşundan sonra irâd edilmiş olması ihtimâli de 
vardır.) 



49 



Hamd Allah'a ki işlerin gizliliklerini örttü, gizledi; 
fakat ona bütün gizlilikler aşikâr, her şeyden kudretini, 
sanatını bildiren bir delil eder izhâr; her yanda delilleri 
berkarar. Gören O'nu göremez; ama görmeyen göz de 
inkâr edemez; nitekim O'nun varlığını ispat eden gönül 
de onu göremez. Yücelikte en üstündür; O'ndan üstün 
bir varlık olamaz; yakınlıkta en yakındır; O'ndan yakın 
bir var bulunamaz. Ne yüceliği, yarattığı bir şeyden 
uzaklaştırır O'nu; ne yakınlığı yarattıklarıyla eşit eder 
O'nu. Akıllara sıfatlarını sınırlamayı bildirmemiştir; 
ama O'nun varlığını, birliğini tanımaktan da onları 
perdelememiştir. Öyle bir vardır, birdir ki varlık 
nişaneleri, O'na şehâdet eder, inadına inkâr edenin 
gönlü bile varlığını ikrar eyler. Allah, O'nu yaratıklara 
benzetenleri, yahut inat edip inkâr edenlerin 
söyledikleri sözlerden yüce mi, yücedir. 30 



30 - "Kendileri de bunlara adamakıllı İnandıkları, bunları 
iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inadına inkâr 
ettiler; bak da gör bozguncuların sonu ne oldu" (Nemi, 14). 



65 



Hamd Allah'a; sonradan O'na bir hâl târî olmaz ki 
âhır olmadan önce evvel olsun, bâtın olmadan önce 
zahir bulunsun; O, zevali olmamak üzere her şeyden 
evveldir, her şeyden âhır, O'ndan başka birlikle 
vasfedilen her şey azdır, kimsesizdir; üstün denen her 
varlık zebundur, âcizdir; kuvvetli denen, zayıftır, 
kuvvetsizdir; bir şeye sahip denen, köledir, kuldur. 
O'ndan başka her bilgi sahibi, bilgisini başkasından 
elde etmiştir; O'ndan başka her gücü yetenin, gücü 
yeter de, yetmez de. O'ndan başka her duyan, hafif 
sesleri duymaz da; çok yüce seslerse kendisini sağır 
eder, uzaktan söylenenleriyse işitmez de. O'ndan 
başka her gören, gizli renklere, latîf cisimlere karşı kör 
olur, görmez de. O'ndan başka her görünen 
görünmemeyi beceremez de; her görünmeyen, 
görünmeyi başaramaz da. yarattığını, kudretini 
sağlamak yüzünden, zamanın sonundan korkmak 
yönünden, bir benzerinin yardımını dileyerek, bir eşinin 
emeğini isteyerek, yahut yaptığını istemeyen bir zıdda 
üstünlük göstererek yaratmamıştır. Fakat bütün 
yaratıklar, O'nun yarattıklarıdır; O'nun lütfüyle gelişip 
yetişmededirler; kullardır; O'na karşı alçalmadadırlar. 31 



31 - "O'dur evvel ve âhır ve zahîr ve bâtın ve O'dur her şeyi 



Eşyaya hulul etmez 32 ki ordadır densin; eşyadan 
ayrı değildir ki aykırıdır, ayrıdır denebilsin, yaratmak 
ağır gelmez O'na; yarattığını tedbîr ve tasarruf, yormaz 
O'nu. Hüküm ve takdirinde şüpheye düşmez; takdiri 
yerindedir, bilgisi tamdır, muhkemdir, emri mutlaka 
yerine gelir. Azâb eder, kahreder; ama gene de 
bağışlaması, lütfü umulur. Nimetler verir, lütuflar eder; 
ama gene de azabından korkulur. 



bilici." (57, Hadid, 3) Kadîm olması, kendisinden başka her 
şeyin sonradan yaratılmış bulunması bakımından, vakit 
mefhumu düşünülmeksizin evveldir; her şey fena 
bulunduğundan ve baki yalnız kendisi olduğundan âhırdır; 
evveline bir evvel tasavvur edilemediği gibi zevali de yoktur. 
Her şey O'nun tasarrufu altındadır; O'ysa her şeyden üstündür, 
bu bakımdan zahirdir; her şeyi künhiyle, yaratmadan ve 
yarattıktan sonra bildiğinden ve O'ndan başka bilen 
olmadığından bâtındır; delilleriyle zahir, yarattıklarının 
duygularından bâtındır; hiç bir şeye, zahirî yakınlığı olmamak 
üzere zahir kudreti, her şeyde göründüğü cihetle bâtındır 
diyenler, yaratış bakımından evvel, rızık veriş bakımından âhır, 
hayat veriş bakımından zahir, öldürüş bakımından bâtındır 
tarzında tefsir edenler de olmuştur. Ezelî oluşuyla evvel, ebedî 
oluşuyla âhır, birliğiyle zahir, hiç bir şeye ihtiyacı olmamakla da 
bâtındır da demişlerdir. Evveline evvel olmaması dolayısıyla 
kadîmdir; yâni evveldir; iman edenler âhirette rahmeti şâmil 
olmakla âhırdır; hikmetiyle zahirdir; bilgisiyle bâtındır da 
denmiştir. 

32 - Hulul, bir şeyin başka bir şeye girmesidir; iki şey 
birleşirse buna ittihâd denir. Allah tebâreke ve Teâlâ hiç bir 
şeye hulul etmediği gibi 'Onun için ittihâd da mümkün değildir, 
bu çeşit bir inanç beslemek, Müslümanlığın esasına aykırıdır. 



72 



HAZRETI PEYGAMBER'E (S.A.A) SALAVAT 
GETİRMEYİ BİLDİREN HUTBELERİ 



Ey yayılacak şeyleri yayan, ey yüceltilecek şeyleri 
yücelten, ey gönülleri, yaratılışına, istîdadına göre kötü, 
yahut iyi kabiliyette halkeden, kulun ve Rasûlün 
Muhammed'e en yüce rahmetlerinle rahmet et; en 
fazla bereketlerinle bereketler ver. O'dur kendinden 
önce gelip geçen peygamberlerin sonuncusu olan; 
kapanmış şeyleri açan; hakkı hak üzere ilân edip 
yayan, ortaya koyan. O'dur batılların coşup 
köpürüşlerini gideren; sapıklıkların saldırışlarını kırıp 
geçiren. Peygamberliği yüklenmiştir de senin emrini 
yerine getirmiştir; tez davranmıştır da razılıkların 
neredeyse, ne ise onlarda acele etmiştir. İleri 
gitmekten geri kalmamıştır; azminde gevşek 
davranmamıştır. Vahyine mazhar olmuş, bildirmiş, 
ahdini yerine getirmiştir; emrin ne ise o yola gitmiştir. 
Sonunda din ateşini yalım yalım alevlendirmiş, ana 
yoldan itmeyenlere yol göstermiştir de gönüller, 
sınanmalara, suça batmalara uğradıktan sonra 
hidâyete ermiştir. Apaçık bayrakları dikmiştir, apaydın 
hükümleri bildirmiştir. 



O'dur emniyete eriştirilmiş, amana kavuşturulmuş 
eminin, O'dur senin gizlenmiş, saklanmış bilginin 
hazînedârı. O'dur herkese yaptığını karşılığı verilecek 
günde tanığın; O'dur hak üzere gönderdiğin; O'dur 
halka Rasûlün. 

Allah'ım, manevî gölgende geniş mi geniş bir yer 
ver ona, ihsanından olasıya hayırlar üstüne hayırlar 
ihsan et O'na. Allah'ım, kurduğu yapıyı yapı yapanların 
yapıların-dan daha yücelt; derecesini katında 
yükselttikçe yükselt; ışığını ısıttıkça işit; onu elçi olarak 
gönderdiğinde karşılık tanıklığını kabul et; sözünü 
razılığınla makbul et. Sözü adalete tam uygun olsun; 
gerçeği batıldan ayırsın, bölsün. Allah'ın, güzel yaşayış, 
nimetler elde ediş yurdunda, dilenen zevklere, istenen 
lezzetlere nail olarak, tam inanca, yücelikler 
bağışlarına kavuşarak O'nunla bizi buluştur, bizi O'na 
kavuştur. 



90 



Hamd Allah'a ki görülmeksizin bilinmiştir; 
düşünmek-sizin yaratıcıdır. Öylesine bir yaratıcıdır ki 
her an yaratmaktadır, tedbîr ve tasarruf etmektedir; 
her an vardır, kaaimdir, dâimdir. Burçları bulunan 
gökler yaratılmamıştı; büyük kapıları örten perdeler 
gerilmemişti; kapkaranlık gece kararmamıştı; durgun 
denizse serilmemişti; geniş yolları olan dağlar 



dikilmemişti; küçük ve eğri büğrü, şahrem şahrem 
yollar açılmamıştı; döşenmiş yer yüzü yoktu; güvenç, 
dayanç sahibi yaratılmış yoktu; gene de kaaimdi, 
dâimdi. İşte budur, böyledir eşsiz-örneksiz olarak halkı 
yaratan ve onlardan sonra da bâkıy olan; yarattık- 
larının mabudu olan ve rızıklarını veren. Güneş ve Ay 
O'nun rızasını dileyerek yürür giderler, her yeniyi 
yıpratırlar, köhne kılarlar; her uzağı yaklaştırırlar, yakın 
ederler. 

Yaratan, yarattıklarının rızıklarını pay etmiştir; 
eserlerini amellerini soluklarının sayısını, hâince 
bakışlarını, kendilerinden bile gizledikleri gönüllerinden 
geçen şeyleri, analarının rahimlerinde 

konaklayacaklarını, babalarının bel-lerinden zuhur 
edeceklerini, zamanların sonuna, çağların nihayetine 
dek saymıştır, bilmiştir. Öylesine bir mâbuddur ki 
rahmetinin genişliği içinde düşmanlarına olan kahrı, 
azabı daralmıştır, çetinleşmiştir; kahrının, azabının 
darlığı, çetinliği içinde dostlarının rahmeti 
genişlemiştir. 

Kendisine karşı üstünlük güdeni kahredicidir; 
O'nunla savaşa girişeni helak edicidir; O'nunla 
düşmanlık edeni, O'ndan uzaklaşanı hor hakir bir hâle 
kor. O'nunla düşman-lığa girişene üstün olur. Kim O'na 
dayanırsa O, yeter ona; kim O'ndan dilerse O verir ona; 
kim O'nun yolunda borç verirse O, öder onu, kim O'na 
şükrederse O karşılığını verir onun. 

Allah'ın kulları, yaptıklarınız tartılmadan siz tartın 
kendinizi; hesabınız görülmeden siz görün hesabınızı. 
Boğazınız sıkılmadan önce soluk alın; zorla sürülüp 
götürülmeden önce râm olun ve bilin ki kim kendisine 



yardım etmez, öğüt vermezse, kim kendisini 
korkutmazsa, korkmazsa, başka bir korkutucu ona 
fayda vermez; başka bir öğütçünün öğüdü ona tesir 
etmez. 



91 



(Mes'ade b. Sadka, İmâm Câ'fer b. Muhammed'is- 
Sâdık Aleyhimesselâm'dan rivayet etmiştin Bir gün 
birisi gelmiş, Yâ Emir'el-Mü'minin; bize Rabbimizi anlat 
da O'na sevgimiz çoğalsın, O'nu daha iyi tanıyalım 
demişti. Hazret bu söze hiddet etmiş, halkı namaza 
çağırtmış, Küfe Mescidinde halkı toplamış, mescid 
dolunca, hiddetleri benizlerinden anlaşılır bir hâlde 
minbere çıkıp Allah'a hamd ü sena, Rasûlullah'a salât 
ü selâmdan sonra bu hutbeyi okumuşlardır. Bu 
hutbeye "Hutbet'ül-Eşbâh" yâni cisimleri, yaratıkları 
anlatan hutbe derler ve en beliğ hutbelerinden biridir.) 



Hamd Allah'a ki kısmak, vermemek, nimetini 
çoğaltmaz; vermek ve cömertlikte bulunmak, hayrını 
lütfünü azaltmaz. Çünkü O'ndan başka her verenin 
nimeti azalır ve O'ndan başka her vermeyen kötülükte 
kalır. O'dur nimetlerle kullara bağışta bulunan; O'dur 
nimetlerin faydalarıyla onları faydalandıran. O'dur 
ihtiyaçlarından fazla veren, haketmediklerini lütfeden, 



halk ayali sayılır O'nun, O'dur rızıklarını vermeyi 
vaadeden; O'dur rızıklarını takdir eyleyen. Kendisine 
yönelenlerin yollarını, O'nun nimetlerini dileyenlerin 
hareketlerini apaçık bildirmiştir; belli-beyan 
anlatmıştır. Kendisinden isteyene karşı ne kadar 
cömertse o kadar cömertlikte bulunur. 

Öyle bir evveldir ki O'ndan önce hiçbir var yoktur; 
öyle bir âhırdır ki O'ndan sonra hiçbir var yoktur. 
Gözbebek-lerini, zâtını görmekten, künhünü 
anlamaktan âciz kılmıştır. Zâtına nisbetle bir çağ 
yoktur ki halden hale dönsün, bir mekânı yoktur ki 
ordan ayrılıp bir başka yere gitmesi mümkün 
görünsün. Dağlardaki madenler, ne kadar soluk alıp 
veriyorlarsa, denizlerdeki sedefler, ne kadar ağız açıp 
gülüyorlarsa, onların sayısınca gümüş ve altın 
bağışlasa, inciler saçsa, mercanlar devşirip verse, gene 
de bu bağış, cömertliğine tesir etmez, katındaki 
hazîneler bitmez; katındaki bütün halkın dileklerine 
yetecek nimetler öylesine mevcuttur ki tükenmez de 
tükenmez. Çünkü O öyle bir cömerttir, öyle bir vericidir 
ki, isteyenlerin istekleri nimetini azaltmaz; ısrarla 
dileyenlerin dilekleri O'nu nekes kılmaz. Bir bak da gör, 
Kur'an, O'nun sıfatlarından sana ne bildiriyorsa ona uy 
ey soru soran, O'nun doğru yolu gösteren ışığı ile 
ışıklan. 

Şeytanın, sana bilmeni teklif ettiği bilgi, kitapta 
sana farz edilmemiştir; Peygamber sallallahu aleyhi ve 
âlihî ve sellem'in, ve hidâyete götüren imamların 
sünnetinde de eseri belirmemiştir. O'nu bilmeyi, 
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a bırak; 
gerçekten de budur Allah'ın sana yüklediği hak. Bil ki 



bilgide ileri olanlar, o kişilerdir onlar, örtülüp gizlenmiş 
şeyleri tefsîr etmekteki bütün bilgisizliklerini ikrar 
onları gizlenmiş şeylerin yüzüne çekilen perdeleri 
açmak, o perdelerin ardında neler olduğunu bilmek 
hevesinden alıkor. Yüce Allah da bilgi bakımından 
kavrayamadıkları, anlayamadıkları şeylerdeki acizlerini 
söylemeleri yüzünden onları över ve künhünden 
bahsetmeleri emrolunmayan şeylerde derine 
gitmemelerine, bilgide ileri gidiş adını takar. Artık bu 
kadarını yeter say; noksan sıfatlardan münezzeh olan 
Allah'ın büyüklüğünü aklınla ölçmeye kalkışma; yoksa 
helak olanlara katılırsın; sen de onlardan biri olur, 
kalırsın. 

Öyle bir kudret sahibidir ki vehimler, kudretinin 
sonunu bilmeye atılıp koşsa, vesveselerden arınmış 
düşünceler, O'nun kudret alemindeki gizliliklere dalıp 
gitmeye kalkışsa, gönüller, aşka kapılıp sıfatlarının 
niteliğine ermeye uğraşsa, akıllar, sıfatların da 
varamayacağı zâtını bilmeye özenip inceden inceye 
kavramaya çalışsa bile, onları geri çevirir; noksan 
sıfatlardan münezzeh olun Allah, onları gizliliklerinin 
kapkaranlık derinliklerine baş aşağı düşmekten 
kurtarır; onlar da anayoldan çıkıp başka yollara-bellere 
sapmakla onun zâtını bilmenin, düşüncelere dalmakla 
üstünlüğündeki ululuğu ölçmenin imkânı 

bulunmadığını anlarlar; bunu da söylerler, anlatırlar. 33 



33 - Bu kısımda Allah Süphanehu ve Teâlâ'nın zâtını 
düşünmemek esası vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.a), "Allah'ın 
halkında düşünün, Allah hakkında düşünmeyin, sonra helak 
olursunuz" buyurduğunu Ebû-Zerr (r.a) ve İbn-i Abbâs (r.a), 



Öyle bir yaratıcıdır ki kendinden önce bir yaratıcı 
mâbud yoktu ki onun örneğine uysun da yaratsın, onun 
takdirini örnek alsın. Yaratan O'dur ancak, O'ndan 
başka yaratıcı yoktur mutlak. Bizlere kudretinin tedbîr 
ve tasarrufunu göstermiştir; hikmetinin eserleri, 
şaşılacak şeyleri söylemiştir, yaratılmışların O'na 
muhtaç olduklarını söylemeleri ancak O'nun kudretiyle 
var olabileceklerini bildirmiştir; aczimiz O'nun 
kudretini, noksanımız O'nun kemâlini bize tanıtmıştır; 
O'nu ikrar etmekten başka bir şey yapamayacağımızı 
izhâr etmiştir; eşsiz-örneksiz yarattığı, yoktan var ettiği 
şeylerde, sanatının eserleri, hikmetinin delilleri 



"Halkı düşünün; Halikı düşünmeyin; çünkü O'nun zâtını takdir 
edemezsiniz" buyurduğunu gene İbn-i Abbas rivayet etmiştir 
(Cami'üs Sagıyr, 1, s. 111). Bu hadisler, Allah'ın kudretini, 
hikmetini, eserlerini, sun'unu, rahmetini, lütfunu, ihsanını 
düşünmeyi, yaratılanlarla O'nun varlığına, birliğine, kudretine, 
hikmetine yol bulmayı men etmemekte, fakat zâtının künhünü 
aklın idrâk edemeyeceğini, böyle bir düşünceye kapılanın 
aklına uyup sapıklığa düşeceğini bildirmektedir. Aynı zamanda, 
"Öyle bir mâbud-dur ki sana kitap indirdi. Onun bîr kısmı, 
mânası apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer 
kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik gösterir âyetlerdir. 
Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlamak için 
mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların 
yorumlarını ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak 
kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık O'na, hepsi de 
Rabbîmîzdendîr; bunu aklı tam olanlardan başkaları 
düşünemezler" âyetine de işaret vardır (3, Âli İmran, 7). 
Mânaları apaçık âyetlere "Muhkemât", mânaları açık olarak 
belli olmayan âyetlere "Müteşâbihât" denir; bunları 1. hutbenin 
9. notunda izah etmiştik; bakınız. 



belirmiştir; her yarattığını, varlığına bir tanık, birliğine 
bir delil kılmıştır. Yarattığı, sussa da yaratıcısının onu 
tedbir ve tassarrufu bir delildir ki söyler, durur; eşsiz- 
örneksiz yaratıcısına delâleti de öylece durur, kalır. 

Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm ki seni, yarattık- 
larının, birbirinden ayrı uzuvları gibi uzuvlara sahip 
sanıp onlara benzeten, hikmetinle ete, deriye 
bürüdüğün kemiklere benzer şeylere sahip sanan, 
sana cisim isnad eden, seni tanımaya dâir içinden 
geçen düşünceleri bir şeye bağlaya-mamış, gönlü, eşin, 
örneğin olmadığına dâir tam bir inanca ulaşamamıştır. 
Böyle kişi, sanki bu düşüncelere uyanların, O'na eşit 
tuttuklarına söylediklerini duymamıştır bir an: "And 
olsun ki gerçekten de biz, apaçık bir sapıklık 
içindeydik; sizi Âlemlerin Rabbiyle bir tuttuğumuz 
zaman." 34 yalan söylerler seni putlarına benzetenler, 
vehimleriyle sana, yaratılmışların sıfatlarını verenler; 
zanlarıyla seni, cisme sahip sananlar, onlar gibi seni 
cüzü'lere bölenler; akıllarıyla kuvvetleri ayrı ve aykırı 
cisim isnâd edenler. Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm 
ki, seni yaratıklarından bir şeye denk tutan, seni 
onunla bir sayar; seni bir şeyle denk sayan, hükmü 
yerinde ve apaçık olarak indirdiğin âyetlerine kâfir olur 
gider; apaçık deliller olan ve sana şehadet eden 



34 - 26. sûrenin (Şuarâ') 97-98. âyetleridir. Bu kısmında 
Mücessime ve Müşebbihe'ye, yâni Allah Süphanehu ve 
Taâla'ya cisim isnâd etmek, O'nu insana benzetmek, O'na 
mekân isbâtına kalkmak gibi sapık inançlara kapılanlara, 
putları, O'na eşit, yahut O'ndan daha kudretsiz, fakat O'nun 
katında şefaatçi sayanların da küfrüne işaret vardır. 



sözlerini yalanlar, inkâr eder. Gerçekten de sen, öyle 
bir Allah'sın ki, akıllara sığmazsın; hatırlara gelen 
düşüncelere girmezsin; bu yüzden de sınırlanmazsın, 
bir hâlden bir hâle dönmezsin. 

(Bu da aynı hutbeden): Yarattığını takdir etti; 
takdirini tahkim etti; hikmetiyle tedbîr etti; tedbîrini 
lütfüyle tedvîr etti; yönelmesi mukadder yere yöneltti 
onu; o da durağını aşmadı; varacağı yere dek de vardı; 
taksirde bulunup şaşmadı. Buyruğu neredeyse vardı, 
gitti; direnmedi. Gerçekten de bütün işler, onun 
dileğiyle oldu; irâdesi yerini buldu. Eşyanın bütün 
sınıflarını, onlara dâir bir düşünceye dalmaksızın 
halketti; bir tasarlamaya girişmeksizin yarattı; 
yaratışta, çağların meydana getirdiği olaylardan doğan, 
bir tecrübeden faydalanmadı; şaşılacak şeyleri yoktan 
ver ederken bir ortağın yardımına dayanmadı. 
Yarattıklarının yaratılışlarını iradedesiyle tamamladı; 
onlar da itaatte bulundular ona; dâvetine uydular 
O'nun; bu hususta ne bir geri kalan oldu, ne bir ağır 
davranan. Herşeyi düzene soktu; sınırını belirtti; 
kudretiyle aykırı olanları uzlaştırdı; birbirleriyle 
bağdaşma sebeplerini ulaştırdı; miktarları, hadleri, 
tabiatları, durumları bakımından çeşit-çeşit, 
birbirlerinden ayrı cinslere ayırdı. Yaratıklar meydana 
getirdi; sanatlarını pekiştirdi; dilediği gibi yoktan var 
etti onları, icad etti. 

(Bu hutbede gökyüzü ve yıldızları anlatırken buyur- 
muşlardır ki) 

Gökleri, bir yere tutturmaksızın yarattı, yollarını 
tanzim, gediklerini termim etti; buyruğuyla gökten 
inenlere, yarattıklarına amelleriyle göğe ağanlara, 



onları râm etti. Bir duman yığınıyken çağırdı onları, bir 
araya geldiler; sesleri duyulmayan kapılarını açtı; 
yollarına parıl-parıl parlayan şihaplardan gözcüler dikti; 
boşlukta titrememeleri için onları kudretiyle kavradı; 
buyruğuyla durmalarını sağladı. Güneşini, gündüzü için 
her şeyi gösteren, ayını, gecesi için parlaklığı giderilen 
bir delil kıldı; ikisini de akıp gidecekleri yerlerde 
yürüttü; yürüyecekleri yerlerde konaklarını takdir etti 
de onlarla geceyle gündüzün ayrılmasına, onların 
yürüyüp gitmesiyle yılların sayısını, sayıların 
sayılmasını bildirmeyi diledi; dileği de yerine geldi. 
Sonra bulundukları boşlukta hareket ettikleri medarı 
tayin etti; göğü yıldızlarla bezedi; öylesine yıldızlar var 
ki uzaklıkları yüzünden gözlere görülmezler; öyleleri var 
ki ışıklarıyla göğü bezerler; bazılarını durdukları yerde 
döndürdü; bazılarını sürdü, yürüttü; kimisini iner, 
kimisini çıkar bir hale getirdi; kimisini kutlu kıldı, 
kimisini kutsuz kıldı; hepsi de emir ve irâdesine uydu. 35 



35 - Bu kısımda gök denen şeyin, boşluk olduğunu, 
boşluktaki cirmi saran hava tabakası bulunduğunu, yıldızların 
da, Güneş ve Ay'ın da döndüğünü, yürüdüğünü, medarları 
olduğunu, henüz göze görünmeyecek kadar uzak yıldızların 
mevcudiyetini bildirmektedirler. Nitekim 36. sûrenin (Yâ-Sîn) 
38-40. âyetlerinde, "Ve Güneş de karar edeceği yere akıp gider; 
bu, üstün hüküm ve hikmet sahibi Mâbûd'un takdiridir. Ve Ay 
için de muayyen zamanlarda konaklar tayin ettik; her devrin 
sonunda, eski, kuru ve eğri hurma salkımının çöpüne döner. 
Ne Güneş, Ay'a yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi 
de bir gökte yüzüp durur" buyrulmaktadır. Aynı bölümde, 38. 
sûrenin (Sâffât) 6. âyetine de işaret edilmektedir. 

Yıldızların kutlu, kutsuz oluşuna gelince: 



Hazret-i Emir'ül-Mü'minîn (a.s), Haricilerle, Nehrevan 
savaşına giderlerken Eş'as b. Kays-ı Kindî'nin kardeşi Afif b. 
Kays, Yâ Emir el-Mü'minîn, şimdi gidersen korkarım, üst 
olamazsın; yıldız bilgisi bunu gösteriyor demişti. Bu adam, 
yıldız bilgisi bilgini geçinirdi. Hazret-i Emir (a.s) buyurdular ki: 

Sen sanır mısın ki bir saat var, o saatte gidene kötülük 
erişmez ve bir saat da var ki o saatte gidene, korkarsın, zarar 
erer? 

Kim bu sözünü tasdik ederse Kur'ân'ı tekzib eder; zanneder 
ki dilediği, sevdiği şeye ermek, erişmek için Allah'ın yardımına 
muhtaç olmaz, kötülüğü gidermek için O'nun yardımına ihtiyaç 
duymaz. Senin bu sözüne uyanın, Rabbine değil, sana hamd 
etmesi gerekir. Çünkü sen, zannınca onu, fayda elde edecek 
yola götürmedesin, zarardan da emin etmedesin. 

(Sonra halka dönüp buyurdular ki:) 

Ey insanlar, sakının yıldız bilgisi öğrenmekten; ancak 
karada, denizde, yıldızlarla yol bulacak kadar bir bilgi 
belleyebilirsiniz. Çünkü yıldız bilgisi, insanı gaybden haber 
vermeye götürür; müneccim, gaybden haber verene benzer; 
gaybden haber veren büyücü gibidir; büyücü ise kâfir gibi. 
Kâfirse cehennemdedir. Yürüyün Allah'ın adıyla (Muhammed 
Abduh Şerhi, 1, s. 128-129). 

Gaybden haber vermek davasında bulunmaya "Kehânet", 
bu davayı güdene "Kâhin" denir. Hazretin sözlerinde de böyle 
geçmektedir; remil, cefr vesaire gibi bilgileri bildiklerini iddia 
edenler de bu hükme girer. 

Hz. Peygamber (s.a.a), büyü, üfürükçülük, kuşların 
uçuşundan hüküm çıkarmak, kâhînlik, yıldız bilgisi, muska 
takmak gibi batıl inançları tamamıyla men etmiştir. Câmi'us- 
Sagıyr, 1, s.31, 67, 123, 2. 116, 140, 148, 142, 187; Künûz'ül- 
Hakaaık, 2, s.87, 120). Hattâ Hz. Ali'ye (a.s), "Yâ Ali, yıldız 
bilgisi bildiğini iddia eden kişi ile düşüp kalkma" buyurmuştur 
(Künuz'ül-Hakaaık, 2, s.206). 



(Sonra Melekleri anlatmışlardır; bu beyanlarından- 
dır bu sözler): 

Onlar ancak, Allah'ın kadirlerini yücelttiği kulladır; 
O'ndan izinsiz bir söz etmezler; emrine uyarlar da iş 
görür-ler, kendiliklerinden bir işe girişmezler. 

Onları vahyine emin etmiştir, emrine, nehyine dâir 
emanetleri onlara yüklemiştir de peygamberlere 
göndermiş-tir. On'ları şüphelerden korumuştur, 
arıtmıştır; onların içinde onun razılık yolundan sapan 
bulunmaz; rızasına aykırı iş gören olmaz. 36 



94 



Uludur, kutludur O Allah ki yüce himmetler bile onu 
idrâk edemez; en doğru ve temiz anlayışlar bile onun 
künhüne eremez. Bir evveldir ki evveline bir ön olamaz; 
bir ahirdir ki sonuna bir son bulunamaz. 

(Bu hutbelerinde Hz. Ali (a.s) peygamberleri (s.a.a) 
şöyle anlatmaktadırlar): 



Bütün bunlara nazaran kutlu, kutsuz yıldız, arza tesîrî 
bakımındandır; yoksa yıldızlar da Allah'ın mahluklarıdır; 
kutluları, kutsuzları yoktur. 

36 - Mes'ade b. Sadka, İmâm Muhammed'ül-Bâkır ve 
Ca'fer'üs-Sâdık'a ulaşmıştır. Emir'ül-Mü'minin'in hutbelerini 
hâvi bir kitabı vardır (Tenkıyh, c.3, s. 212). 



Onları en üstün kişilere emanet olarak vermiştir; 
en hayırlı rahimlerde karar ettirmiştir. Onları en yüce 
bellerden en temiz rahimlere aktarmıştır; onlardan 
geçenler geçtikçe Allah dinini kurmak ve korumak için 
yerlerine gelecekleri getirmiştir. Böylece de noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın lütfü, Allah'ın 
rahmeti ona ve soyuna olsun, peygamberlik, 
Muhammed'e erişmiştir. Onu yetişmek bakımından en 
üstün yerden yetiştirmiş, dikip boy atmak bakımından 
en yüce yerden izhâr etmiştir. Bir ağaçtan yetiştirmiştir 
ki peygamberlerini o ağaçtan meydana getirmiştir; 
emin kişilerini o kökten seçmiştir. Onun boyu, boyların 
hayırlısıdır; onun soyu, soyların hayırlısıdır. Ağacı, 
ağaçların en iyisidir; haremde bitmiştir; kerem 
alanında boy atmıştır. O ağacın upuzun dalları, 
budakları vardır; meyvesine herkesin elinin 
uzanmasına imkân yoktur. O, Allah'tan çekinenin, 
imamıdır; doğru yolu bulanın can gözüdür. Bir ışıktır ki 
parıl parıl parlar; bir yıldızdır ki ışığı balkır durur; bir ışık 
verir ki parıltısı nurlar saçar. Yolu dosdoğrudur; orta bir 
yoldur; yordamı gerçektir; sözü hakla batılı ayırır, 
hükmü adaletin ta kendisidir. Onu, peygamberlerin 
gönderilmesinin arası kesildiği, halkın iyi işlerden 
ayakları kaydığı, ümmetlerin bilgisizliğe düştüğü bir 
çağda göndermiştir. 37 



37 - Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Gerçekten de Allah 
mahlûkatını yarattı ve beni onların en hayırlı bölüğünden kıldı. 
Sonra kabilelerden hayırlısını seçti; beni en hayırlı kabileye 
mensup etti; sonra evleri seçti; beni en hayırlı eve verdi; ben 
hem en hayırlınızım, hem en hayırlı evdenim" ve "Allah İsmail 



Allah size acısın, apaçık delillere uyun; yol 
aydınlıktır, doğrudur, sizi esenlik yurduna çağırmada. 
Fırsat ve mühlet elinizdeyken uyun o doğru yola. Amel 
defterleri açık, kalemler yazıp duruyor. Vücutlar sağ- 
esen, diller tutulmamış. Tövbe kabul edilmede, ameller 

makbul olmada. 

* * * 



evlâdından Kinâne'yi, Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten 
Hâşimoğulları'nı seçti; beni de Hâşimoğulları arasından seçti" 
buyurmuşlar (Câmi'us-Sagıyr, 1, s.56, 58) ve atalarını 
saydıktan sonra kendisine ve atalarına câhiliyyet kirleri 
bulaşmadığını, Âdem'den îtibâren atalarının, nikâhla doğdu- 
ğunu, soy ve baba bakımından en hayırlı bulunduklarını 
bildirmişlerdir (ayni, s. 89). 



179 



(Dı'lib-i Yemâni, yâ Emir'el-Mü'minin, rabbini 
gördün mü diye sorunca, görmediğime kulluk mu 
ederim buyurdular. Nasıl gördün onu sorusuna karşılık 
da buyurdular ki): 



Onu gözler, apaçık görüşle göremez; fakat gönüller, 
İman gerçekleriyle görür. O, her şeye yakındır, fakat 
onlarla birleşerek değil. Her şeyden ayrıdır, fakat 
onlara zıt olarak değil. Söyleyicidir, fakat düşünerek, 
dille, damakla değil. İrâde edicidir, kasıtla, azimle 
değil. Eşyayı yapandır, yaratandır, âletle değil. Latîftir, 
gizlilikle vasfedilemez. Büyüktür, irilikle değil. 
Görücüdür; duyguyla tavsife imkân yok. Acıyıcıdır, 
gönül yumuşaklığıyla tarifine imkân yok. Yüzler, onun 
ululuğuna karşı eğilmiştir, alçalmıştır; gönüller, onun 
korkusuyla dolmuştur, titrer-durur. 38 



38 - Dı'bil, Hazret-i Emrî'nin (a.s) ashabından bir zattır. 
"Gözler apaçık göremez" sözünde, 6. sûrenin (En'âm), "Gözler 
onu göremez, O, gözleri görür, O'dur lütfü bol ve herşeyden 
haberdar" mealindeki 103. âyet-i kerîmesiyle 7. sûredeki 
(A'raf), Hz. Musa'ya (a.s), "Beni kesin olarak göremezsin sen" 
mealini taşıyan 143. âyet-i kerîmesindeki beyana işaret vardır. 
Bu âyette, Rabbin dağa tecellîsini İbn-i Abbâs, nurunun 
tecellisi, Hasen, vahyinin tecellisi olarak tefsîr etmişlerdir. 75. 



Hazret i Muhammed 

sallâlhahu aleyhi ve âlihi ve sellem 

Hakkında 

95 



Allah onu öyle bir çağda yolladı ki, insanlar sapmış- 
lardı, şaşırmışlardı. Fitne yoluna ayak atmadaydılar; 
olmayacak şeyler, onları doğru yoldan alıkoymuştu. 
Büyükler (büyük sandıkları kişiler), onları gerçek 



sûrenin, "O gün yüzler parlar; güzelleşir ve Rablerine bakarlar"; 
mealindeki 22. ve 23. âyetlerinin tefsîrinde, 23. âyetteki 
"Nazıra" sözünü, "Rablerinin, lütfunu, nimetini beklerler lütuf 
ve ihsanlarına bakarlar" denmiştir; bu tefsir, yukarıdaki iki 
âyet-i kerîmenin mealine uyar. Görülen şeyin bir mekânda olup 
görenle arasında, görülebilecek bir mesafenin bulunması, 
görüşün bir zaman dahiline girmesi, görülen şeyin cisim, hayyiz 
sahibi olması, bu takdirde mürekkep olup tahallülüne de 
imkân tasavvur edilebilmesi düşünülerek Allah-u Teâlâ'nın bu 
gibi evsaftan münezzeh olduğunu kaail bulunanlar, rü'yeti 
münteni' kabul etmişlerdir ki Eimme-i Hüdâ 
(Aleyhimüsselâm)dan gelen haberlerin hepsi, bunda 
müttefiktir. Allah'ın maiyeti, kurbeti, mekân ve zaman 
kayıtlarından müberrâ olup ilmiyledir; kelâmı, vahiy 
suretiyledir; ilmiyle duyulan, görülen şeyleri semî ve basirdir; 
nitekim dirliği de zâtidir; bu bakımdan, hayydır, ezelî ve ebedî, 
yani kadîm ve bakidir. Kudretiyle irâde eder, iradesiyle 
mükevvindir. Hülâsa sıfatları da zâtı gibi idrâk edilemez; O'nu 
tavsif, teşbîhi icab eder ki bu da batıldır. 



yoldan saptırmış-lardı; bilgisizler, bilgisizlikle onları 
aşağılatmalardı. İşlerinde şaşkına dönmüşlerdi; cehil 
yüzünden belâya düşmüşlerdi. 

Onlara öğüt vermede direndi; doğru yola yürüdü; 
onları hikmete, güzel öğüte çağırdı. 



•k Jc Jc 



96 



Hamd Allah'a ki evveldir, ondan evvel bir var yok; 
âhırdır, ondan sonra kalan yok. Zahirdir, fevkinde bir 
varlık bulunamaz; bâtındır, ondan başka bâtına erişen 
olamaz. 

Hz. Muhammed'in, (s. a. a) Karar ettiği yer, karar 
edilecek yerlerin en hayırlısıdır; yetiştiği yer, yetişilen 
yerin en yücesidir. Keramet mâdenlerinde yetişmiş, 
selâmet yaygısının yayıldığı yerlerde gelişmiştir. İyi 
kişilerin gönülleri ona yönelmiştir; inananların gözleri, 
ona meylet-miştir. Allah, eski kinleri onunla 
gömmüştür; gönüllerdeki düşmanlıkları, onunla 
söndürmüştür. Onunla, inananları uzlaştırmıştır, kardeş 
etmiştir. O'nunla şirki îmandan ayırmıştır. O'nunla, 
alçalışı yüceltmiştir; onunla yüceliği alçaltmıştır. Sözü 
anlatıştır. O'nun; susması, söz söyleyişidir. 39 



39 - "Hep birden Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın, 
bölük, bölük olmayın ve anın Allah'ın sîze verdiği nimeti, anın o 



160 



Bir hutbesinden Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallahu 
aleyhi ve âlihi ve sellemi anlatan sözleri 



Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla 
huylan; çünkü O'nda uyulacak huylar, yaslanacak 
kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah'a en 
sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, O'nun izini 
izleyen kişidir. 

O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya 
gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en 
zayıfıydı bedence; karnı en açıydı yemek bakımından. 
Dünya ona arzedildi, O kabul etmedi bile. Noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın buğzettiği şeyi bildi, 
ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük 
gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiç bir ayıp 
olmasa da yalnız Allah'ın Rasûlünün buğzettiğini 
sevsek, Allah'ın ve Rasûlünün küçülttüğünü büyültsek, 



zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalp-lerinizi uzlaştırdı; 
nimetiyle kardeş oldunuz. İçinde ateş dolu bir çukurun tam 
kıyısındaydınız, sîzi kurtardı ondan. Allah doğru yolu bulursunuz 
dîye delillerini böyle açıklar sîze" (3. Âl-i İmran, 103). 

Alçalışı, yâni gönül alçaklığını, manevî yücelik etmiş, 
yüceliği, yâni soy-boy şerefini alçaltmıştır. 



Allah'a karşı durmak, Allah'ın emrinden çıkmak için bu 
yeter bize. 

Yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakka- 
bısını kendi tamir ederdi; elbisesini kendi yamardı; 
eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına 
bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir 
perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır 
buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. 
Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından 
geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o 
kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel 
bir elbisesi vardı, ne üstünde oturacağı beğenilecek bir 
yaygısı. 

Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip 
gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu 
görmek ister, ne adının anılmasını diler. Allah'ın salâtı 
ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce 
mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü 
suyu hürmetine yaratılmışken; Rasûlullah, dostlarıyla 
beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın 
kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence. 

Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle 
görmesi gerek: Allah Muhammed'e (s.a.a) bu 
çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti, yoksa 
onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu 
Allah'a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse 
bilinmesi gerektir ki dünyayı O'nun için yayıp döşediği 
halde O'na ve O'na en yakın olanlara, dünyayı hor hakir 
göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan 
kişinin de O'nun izini izlemesi, O'nun konduğu yere 
konması gerekir, yoksa helak olmaktan kurtulamaz. 



Gerçekten de Allah, Muhammed'i, Allah'ın salâtı 
O'na ve soyuna olsun, kıyamete bir delil, cennete 
müjdeci, azaptan korkutucu olarak gönderdi; O'ysa 
dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; âhirete 
ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş 
üstüne koymadan yolunu tuttu, Rabbinin dâvetine 
icabet etti. Allah bize ne büyük bir lütufta bulunmuştur 
ki Onu bize muktedâ olarak gönder-miştir; O'nun izini 
izlemekteyiz; yolunda gitmekteyiz. 

Andolsun Allah'a ki şu yünden dokunmuş abamı 
kendim yamadım; yamattığım kişiden utandım artık; 
çünkü bana bu kadar yamadan sonra hâlâ mı 
giyeceksin, atmayacak mısın artık bunu dedi. Ben de, 
uzaklaş benden dedim ona; sabah olup gün ışıyınca 
halk, gece yol alanları över. 40 



40 - Sabah olup... tez giden hakkında söylenen ata-sözüdür. 



161 



HAZRET-I PEYGAMBER SALLALLAHU ALEYHİ VE ÂLİHİ VE 
SELLEM'İ, ÖVEN HUTBELERİNDEN 



Onu apaydın ışıkla, görünüp duran, şüpheleri 
gideren, delille apaçık yolda, insanları sapıklıktan 
kurtaran, doğru yola sevkeden kitapla gönderdi. 
Mensup olduğu boy, en hayırlı boy; ağacı en hayırlı 
ağaç, dalları, budakları güzel ve doğru; dileyenler 
meyvelerinden kolayca yiyebilirler. Doğduğu yer 
Mekke, göçtüğü yer, tertemiz şehir, Medîne. Anlayışı 
orada yüceldi; ünü ordan duyuldu. 

O'nu, yeter bir delille, şifa veren öğütle, halkı 
düzene sokacak bir davetle gönderdi; bilmeyen ilâhî 
hükümleri O'nunla belirtti, bildirdi; noksan ve 
ayıplanacak bid'atları, adaletleri, onunla söktü, attı; 
uyulması gereken şeyleri O'nunla tebliğ etti. 

İslâm'dan başka bir din arayanın kötülüğü 
meydandadır; onun kutluluk bağları kopar; başaşağı 
düşer gider, uzun bir hüzne daldıktan, çetin bir azaba 
uğradıktan sonra belki döner gelir. 41 



41- Allah katında din, ancak İslâm dinidir. Kendilerine kitap 
verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık 
ve haddini aşma yüzünden ihtilâfa düştüler ve kim Allah'ın 



163 



Hamd kulları yaratana, yeryüzünü döşeyene, suları 
yeryüzünde akıtana, yerleri sellere düzleyene. Evveline 
bir başlangıç, ezelî oluşuna bir son yok. Evveldir, zevali 
olmaz; bakidir, sonu olmaz. Alınlar ona secde eder; 
dudaklar birliğini söyler. Yarattığı şeyleri sınırladı, 
benzerlerinden ayırdı. Vehimler, düşünceler, sınırlarla, 
hünerlerle O'nu takdir edemez; akıllar, uzuvlara 
âletlere benzeterek O'nu bilemez; O'na bir zaman vardı 
denemez; zaman isnâd edilemez; hakkında ne vakte 
dek diye de soru sorulamaz. Görünendir, eserleriyle; 
neden ve nereden diye bir suâle imkân yok. 
Görünmeyendir zâtiyle, nerede gizlidir diye de sorulsa 
buna da bir beyân yok. Ne cismi vardır, görünür; ne bir 
hicap altına girer; bilinir. Ne zâtiyle eşyaya yakındır ki 
bir şey densin; ne kudretiyle eşyadan ayrıdır ki 
ayrılmıştır densin. Kullarının bakışları, geceleyin adım 
atışları, karanlıkta dinlenişleri, karanlıklara dalışları, 
gizli değildir O'ndan. Aydınlatıcı Ay, O'nun bilgisiyle, 
iradesiyle doğar, âlemi aydınlatır. Ardından aydın 

âyetlerine inanmazsa bilsin ki Allah pek tez hesap görendir (3, 
Âl-i İmran, 19). Her doğan çocuk, yaratılış dininde (İslâm 
dininde) doğar; dili konuşmaya yatıncaya dek de böyledir; 
sonra anası, babası, onu Yahudi yapar, Hıristiyan eder, Mecûsî 
kılar (Hadis, Câmi'us-Sagıyr, 2, s.79). 



güneş doğar, âlemi ısıtır, batar. Zamanlar döner; 
günler, geceler geçip gider. Gece yüz gösterir, gelir; 
gündüz olur, biter; O hepsini bilir, hepsini görür. Bilgisi, 
her şeyin, her işin sonunu ve müddetini, zamanını ve 
sayısını kaplar, kavrar. O, sıfat takdir edenlerin, mekân 
tayin eyleyenlerin takdirinden münezzehtir; tayininden 
yücedir. Sınır, O'nun yarattıklarına aittir. O'ndan 
başkalarına mensuptur. Eşyayı, ezelî olan, ebedî 
maddelerden yaratmamıştır; yaratılanı O yaratmıştır, O 
sınırlamıştır; şekil ve suret sahibi olanların şekillerini, 
suretlerini o tasvîr etmiştir; ne de güzel şekil vermiştir, 
ne de güzel suretle bürümüştür. Hiç bir şey O'ndan 
çekinemez; hiç bir şeyin baş eğmesi O'na fayda 
vermez. Ölüp gidenleri bilmesi, diri kalanları bilmesi 
gibidir; yüce göklerde olanları bilmesi, aşağılık yerlerde 
olanları bilmesi gibidir. 

(Aynı Hutbeden): 

Ey doğru, düzen yaratılmış mahluk, ey rahimlerin 
karanlıklarında yetiştirilen çocuk, toprağın özünden 
yaratılmaya başladın, kuvvetli bir karar yerine kondun, 
bilinen bir zaman, orada durdun; takdir edilmiş bir 
müddet içinde de dünyada kaldın. Ana karnında bir 
yavrucaktın, oynar dururdun; ama ne çağırana 
seslenebilirdin, ne söyleneni duyardın. Sonra o karar 
ettiğin yerden, hiç görmediğin âleme çıkarıldın; oranın 
faydalanılacak şeylerinden de haberin yoktu senin. 
Ananın memesinden gıdalanmayı kim öğretti sana? 
Arama, isteme yerlerinden ihtiyacını gidermeyi kim 
belletti sana?. 42 



42 - "And olsun ki biz, insanı balçık mayasından yarattık, 



Bir surete, bir şekle, bir heyete bürünmüş, âzâya 
sahip olmuş bir yaratığın sıfatlarını bile bilmekten âciz 
olanın, yaratıcısının sıfatlarını bilmesi ne kadar da 
uzak; elbette yaratılan, bu hususta daha da âciz 
olacak. Yaratılmışların hadlerini anlamak imkânı 
yokken yaratan hakkında söz söylemek; ne de boş; bu, 
öyle bir şey ki mümkün değil, olmayacak. 

176 



KUR'AN-I MECID'I VASFEDEN BİR HUTBELERİ 



Allah'ın beyanıyla faydalanın; Allah'ın öğüdüyle 
öğüt-lenin; O'nun öğüdünü kabul edin, tutun. Çünkü 
Allah, sizin özürler getirmenize karşı açık deliller 
serdetti; sevdiği işleri size bildirdi; hoşlanmadığı şeyleri 
anlattı; bütün bunları da buyruklarına uymanız, 
nehyettiği şeylerden kaçınmanız için izhâr etti. 

Gerçekten de Allah'ın Rasûlü, Allah'ın salâtı O'na 
ve soyuna olsun, şüphe yok ki cennet hoşa gitmeyen 
şeylerle kaplanmıştır, cehennem de isteklerle 



sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık. Sonra 
o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken kan pıhtısını 
bir parça et hâline soktuk, der-ken ette kemikler yarattık, 
derken kemiklere et giydirdik, sonra da onu başka bîr yaratışla 
meydana getirdik..." (Kur'an-ı Mecid 23, Mü'minûn, 12-14). 



kaplanmıştır buyur-muştur. 43 Bilin ki hiç bir tâat yoktur, 
ancak tabiatın hoşlan-madığı şeye dayanır ve hiç bir 
isyan ve suç yoktur, ancak nefsin isteğine, dileğine 
bağlanır. Allah rahmet etsin şehvetinden kaçınan, 
nefsinin dileğini söküp atan kişiye; çünkü şu nefis, 
insanı olmayacak şeylere sürükler, götürür; insan, onun 
dileklerini söküp atmadıkça boyuna onun dileğine 
uyar, suça, isyana düşer gider. Bilin ki Allah kulları, 
inanan, nefsinden zanlara düşerek, onun düzeninden 
emin olmadan sabahlar, akşamlar; boyuna nefsini 
ayıplar, onu kınar durur. 

Sizden öncekiler gibi olun; sizden önce gidenlere 
uyun; onlar, dünyada, göçecek kişiler gibi çadır 
kurdular, konaklardan göçen kişiler gibi konakları 
bırakıp göçtüler. 

Bilin ki şu Kur'ân, öğüdünde aldatmayan, yol 
gösterme-de insanı azdırmayan, söyleyişte yalan 
söylemeyen bir öğütçüdür. Kur'ân'la oturup kalkan, 
doğrulukta, fazla bir şeye ulaşmayan, körlükte 
noksana erişmeden oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye 
Kur'ân'dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz; 
hiç kimseye ona uyduktan sonra bir zenginlik ulaşmaz. 
Dertlerinize O'ndan şifâ dileyin; güçlüklerinize O'ndan 
yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devadır ki 
o da küfürdür, nifaktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah'tan 
Kur'ân'la dileğinizi dileyin; O'nunla Allah'a yönelin; O'nu 



43 - Câmi'us-Sagıyr, 1, s. 124, yâni Cennet, insanı dünyadaki 
zevkten, şehvetten alıkoyan, disiplin altına alan, dileklerini 
kısan kişiye verilir; Cehennemse dünyada zevkine, şehvetine 
uyanların yeridir. 



vesile ederek halktan bir şey istemeyin; çünkü kullar, 
Allah'a, O'na benzer, O'nun değerine denk değerli 
başka bir şeyle yönelemezler. 

Bilin ki O şefaatçidir, şefaati kabul edilir; öylesine 
bir söz söyleyendir ki sözü tasdik olunur; Kur'ân 
kıyamet gününde kime şefaat ederse şefaati kabul 
olur ve Kur'ân, kıyamet gününde kimin aleyhinde söz 
söylerse sözü makbul sayılır. 44 

Çünkü kıyamet günü bir nida eden nida eder de der 
ki: Bilin, Kur'ân'dan başka bir şey eken, ektiğini 
biçerken belâlara uğrar. Artık siz de O'nu ekin, O'na 
uyun; Rabbinize O'nu delil eden; nefislerinize O'nu 
öğütçü yapın; kendi reyleriniz O'na uymazsa reylerinizi 
töhmetleyin; dilekleriniz O'na aykırıysa dileklerinize 
hıyanette bulunun. 

İyi işe koyulun, iyi işe; sonra da sona dek çalışın, 
sona dek. Doğru olun, doğru; sonra da dayanın da 
dayanın; sakının da sakının. Bilin ki size bir son vardır, 
sonunuza yönelin. Bilin ki size alâmetler dikilmiştir, 
onlara uyun da yol alın; bilin ki İslâm için bir son durak 
vardır; o durağa yürüyün. 

Allah'a, size hakkından vacip ettiği şeyleri edâ 
ederek, bildirdiği vazifeleri yaparak ulaşın. Ben tanıkım 
size, kıyamet gününde de hüccet getiren, delil azhâr 
edenim size. Bilin ki kader, olup biter, kaza gelir çatar. 
Ben Allah'ın vaadiyle, deliliyle konuşuyorum sizinle. 



44 - Kur'ân, ilâçtır, dermandır (Ayni, 2, s.74), Kur'ân şefaat 
edicidir, şefaati kabul edilendir, ona uyanı gerçekleyicidir; O'nu 
izleyeni cennete götürür; O'nu ardına atanı cehenneme 
sevkeder (Aynı, 2, s.74). 



Yüce Allah buyurmuştur ki: "Rabbimiz Allah'tır diyen, 
sonra da doğru yürüyen kişilere melekler inerler de 
korkmayın, mahzun olmayın, muştuluk size, size 
vaadedilen cennetle derler." 45 Siz de Rabbimiz Allah'tır 
dediniz ya, o halde kitabına uyun da doğru olun; 
emrine uyup kulluğunda doğru yola gidin de doğrulukta 
bulunun. Sonra da o doğru yoldan ayrılmayın; o yolda 
bidatler meydana getirmeyin; o yola aykırı harekette 
bulunmayın. Çünkü ayrılanlar, gerçekten ayrılırlar; 
kıyamet gününde, Allah katında, rahmetine 
ulaşamazlar. 

Bundan sonra da halkı ayırmaktan sakının, dilinizi 
uz tutun; gönlünüz başka düşüncede, diliniz başka 
sözde olmasın. Herkesin dilini zaptetmesi gerektir. 
Çünkü bu dil, serkeştir; sahibini eğri yola götürür, 
saptırır. Andolsun Allah'a ki ben, çekinen kulun, dilini 
zaptetmedikçe çekinmesinden faydalandığını 

görmedim. Çünkü inananın dili, gönlünün ardındadır; 
münafığın gönlüyse dilinin ardında. İnanan, bir söz 
söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü, bir 
düşünür, hayırsa söyler, serse vazgeçer. Münâfıksa 
diline gelini söyler; hangi söz kendisine fayda verir, 
hangi söz zarar, düşünmez bile. Allah'ın salâtı O'na ve 
soyuna olsun, Rasûlullah, "Bir kulun îmânı, gönlü doğru 
olmadıkça doğru olmaz; gönlü de, dili doğru olmadıkça 
doğrulmaz" buyurmuştur. 46 



45 - Kur'ân-ı Mecîd, 41, Fussilet, 30. 

46 - "Câmi'us-Sagıyr" deki "Diline sahip olmayan kul, imânın 
hakıykatine ulaşamaz" mealindeki hadise uyar (2, s.74). 



Kim yüce Allah'a, avucu Müslümanların 
kanlarından, mallarından tertemiz olarak ulaşmak 
isterse, dilini onların ayıplarından korusun, bunu 
yapsın. 

Bilin ey Allah kulları, gerçekten de inanan bu yıl 
helâl bildiğini geçen yıl da helâl bilir; geçen yıl haram 
saydığını bu yıl da haram sayar. Haram olan şeylerden, 
insanların helâl saydıkları, size helâl olmaz; helâl, 
Allah'ın helâl ettiği şeydir, haram da Allah'ın haram 
ettiği şey. 

İşlerde tecrübeniz var, onlarda tedbirde 
bulundunuz; öğütler verildi sizden öncekilerin halleriyle, 
örnekler gösterildi size; apaçık işe çağrıldınız; bunu 
ancak sağır duymadı, kör görmedi. 

Allah'ın belâlarla sınadığı, tecrübelerle denediği 
kişiye hiç bir öğüt fayda veremez, tanımadığı, inkâr 
ettiği kusur, önüne çıkagelir; tanıdığı şey, önünde 
belirir; o vakit inkâr ettiğini anlar, ikrar ettiğini tanır, 
bilir. 

İnsanlar iki bölüktür: Bir bölüğü şeriata uyar; öbür 
bölüğü bidate sapar. Bu ikinci bölüğün, noksan 
sıfatlardan münezzeh Allah'tan ne bir delili vardır, ne 
bir ışığı. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, hiç 
bir kimseye Kur'an'a benzer başka bir şeyle öğüt 
vermez; çünkü Kur'ân, Allah'ın sağlam ipidir, emin 
sebebidir; gönüllerin bahân ondadır; bilgilerin 
kaynakları onda; gönüle ondan başka bir şeyle cila 
olamaz; ondan başka bir şey gönlü parlatamaz. Böyle 
olmakla beraber gene de ondan öğüt alanlar, ona uyup 



yol almışlardır; unutanlar, unutmaya kapılanlar, yolda 
kalakalmalardır. 47 

Bir hayır gördünüz mü, ona yardım edin, bir şer 
gördünüz mü, bırakın onu, gidin. Çünkü Allah'ın salâtı 
O'na ve soyuna olsun, Rahsûlullâh: "Ey Âdemoğlu, 
hayır işle, şerri bırak; o vakit cömert olur, orta yolu 
bulursun" buyurmuştur. 48 

Bilin ki zulüm üç kısımdır: Bir zulüm var, 
bağışlanmaz, bir zulüm var, terk edilmez; cezası verilir; 
bir zulüm var, bağışlanır, cezası aranmaz. 
Bağışlanmayan zulüm. Allah'a şirk koşmaktır. Yüce 
Allah, "Gerçekten de Allah kendisine şirk koşanı 
bağışlamaz" buyurmuştur. 49 Bağışlanan zulüm, kulun 
bâzı küçük şeylerde, hoş olmayan işlerde kendisine 
zulmetmesidir. 50 Terk edilmeyen zulümse, kulların 
birbirlerine zulmüdür. Burada kısas pek çetindir; o da 
bıçakla yaralamak, kamçıyla vurmak değildir; bunlar, 
onun yanında pek küçük kalır, pek ehemmiyetsiz 
sayılır. 51 

Sakının Allah dininde renkten renge girmekten. 
Çünkü gerçeğe ait olup hoşlanmadığınız, fakat 
birleşerek yaptığı-nız şey, batıla dâir severek, fakat 



47 - Kur'ân-ı Mecid, 3, 103. 

48 - Hazret-i Emir aleyhisselam'ın rivayet buyurdukları 
hadis. Bu mealde birçok hadisler mevcuttur. 

49 - Kur'ân-ı Mecid, 4, 48, 116. 

50 - 4. 123, 6, 54, 9 102. 

51 - Şer'an kısas, dünyadaki cezadır; dünyada kısas icra 
edilmediği takdirde âhiretteki cezanın, dünyada çekilecek 
cezaya nispetle çetinliği bildirilmektedir. 



birbirinizden ayrılarak yaptığınız şeyden hayırlıdır. 

Gerçekten de, noksan sıfatlar-dan münezzeh olan 

Allah, ayrılıkla ne geçmiş kavimlerden birine hayır 

vermiştir, ne şimdiki topluluklardan birine hayır verir. 

Ey insanlar, ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbı, onu 

insanların ayıplarını görmekten alıkor; ne mutlu o 

kişiye ki evinde oturur, rızkını yer, Rabbinin kulluğuyla 

meşgul olur, kendi hatâlarına ağlar, kendisiyle uğraşır; 

halk ondan rahattır, esendir. 

* * * 

198 



İSLAM VE KUR'AN'A AİT BİR HUTBELERİNDEN 



Sonra bilin ki bu İslâm dini, Allah'ın seçtiği, kendi 
inâyetiyle lütfettiği, tebliği için halkının en hayırlısını 
seçip gönderdiği, direklerini, sevgiyle yücelttiği Allah 
dinidir. (Eski ve hurafelerle karışmış) dinleri, onun 
yüceliğiyle alçaltmıştır; şerîatları, onu yücelterek 
neshetmiştir. Ona olan lütfüyle düşmanlarını hor, hakir 
kılmıştır; karşı duran-ları, o dine yardım ederek aşağılık 
bir hâle getirmiştir; onun sağlam temeliyle, kuvvetli 
direğiyle sapıklık ve azgınlık direklerini yıkmıştır; o 
dinin havuzlarından susuzları suya kandırmıştır; o suyu 
içenler tüketememişlerdir; onların içtikleri kadar da o 
havuzu tekrar doldurmuştur. 



Sonra da onu, öylesine pekiştirmiştir ki kulpunun 
kop-masına, halkasının koparılmasına imkân yoktur; 52 
mümkün değil harâb olmaz yapısı; yıkılmaz direkleri, 
çökmez yapısı. Meyveler veren ağacı çürümez; zamanı 
dolmaz; hükmü eskimez; dalları, budakları kopmaz. O 
dinin yolları daralmaz; o dümdüz yolu ne sarplık sarar; 
ne aydınlığı karanlık kaplar; ne sehil gidişini aykırılık 
kavrar. Ne o yolda çerçöp vardır, ne bir aykırılık 
görünür; ne açık yoluna bir kumluk çıkar, ayakları 
batırır, ne ışıkları söner o yolun, ne de tatlılığını bir 
acılık bozar. 

İslâm, öyle bir dindir ki direklerini Allah, gerçek 
üzerine kurmuş, o direklere sağlam dayanaklar 
yapmıştır. Sularla dolu kaynakları var, coşup köpürerek 
akar; ışıkları var, yalımyalım parlar. Dikilmiş işaretleri, 
alâmetleri var, dileyene yol gösterir; gidenler yol bulur, 
oraya varır; sağrakları var, gidenlere sunulur, içenleri 
kandırır. Allah razılığının en üstününü, direklerinin en 
yücesini, itaatinin en kabul edilenini o dine 
bağışlamıştır. Müslümanlık, Allah katında direkleri 
sağlam, yapısı yüce, nuru aydınlatıcı, kudreti üstündür; 
nişaneleri uzaktan da görülür; yol bulmak, oraya 
varmak isteyenler görür, bulur. Yerinden oynatılamaz; 
kınanmasına imkân bulunmaz. O dini yüce tanıyın, ona 
uyun; o dinin hakkını verin, lâyık olduğu mevkiye 
koyun. 



52 - "Dinde zor yok. Gerçekten de doğru yolla azgın-lık, 
apaçık meydana çıkmıştır. Kim putları inkâr edip Allah'a 
inanırsa, şüphe yok, öyle sağlam bîr kulpa yapışmıştır ki hiç 
kopmaz o ve Allah her şeyi duyar, bilir" (2, Bakara, 256). 



Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, 
gerçekten de Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve 
soyuna olsun, dünyanın geçip gitmek, âhiretin doğup 
ışımak üzere bulunduğu bir çağda, gerçek üzere 
gönderdi. Dünya aydınlandıktan sonra karanlıklara 
bürünmüştü; mihnet, diz boyu yücelmiş, görünmüştü. 
Dünyanın yumuşak döşeği sertleşmişti; ömrü sona 
ermişti; müddeti bitmişti; kıyamet alâmetleri 
belirmişti. Dünyadakiler ümit kesmişlerdi, ondan yüz 
çevirmişlerdi; halkası kopmak, düğümü çözülmek 
üzereydi. Nimetleri bozulup gitmiş, ayıpları ortaya 
çıkmış, uzun sürecek sanılan zamanı kısalmıştı. Böyle 
bir çağda Allah, haberlerini ulaştırmak, uyanlara 
lütfetmek, çağını ilkbahara çevirmek, yardımcılarını 
yüceltmek, yardım edenlere şeref vermek üzere 
Muhammed'i gönderdi. 53 

Sonra da ona bir kitap indirdi ki o, bir nurdur, ışığı 
sönmez; bir ışıktır, yalımı tükenmez; bir denizdir, dibine 
inilmez; bir yoldur, tutan sapmaz, yol yitirmez; bir 
yalımdır, alevi kararmaz. Hakkı, batılı ayırır; delili 
reddedilemez. Bir yapıdır, direkleri yıkılamaz. Bir 
şifâdır, hastalananların, onunla iyileşmeyeceklerinden 



53 - Ben, kıyametle şunun gibi yollandım (bu hadisi irâd 
buyururlarken şehâdet parmaklarıyla orta parmaklarını düz 
olarak birleştirip göstermişler, kendilerinin son peygamber 
olup artık peygamber gelmeyeceğini ve kıyametin yakınlığını 
işaret etmişlerdir; Câmi'üs-Sagıyr, 1, s.105). Bu sözlerde 9 
sûrenin (Tevbe) 33. ve 48. sûrenin (Feth) 28. âyetlerine de 
işaret vardır. 



korkulmaz. Bir üstünlüktür, yardımcıları bozguna 
uğramaz. Bir gerçektir, ona uyanlar, horluğa düşmez. 54 
O, îmânın mâdenidir, orta yoludur. İlmin 
kaynaklarıdır, denizleridir. Adaletin bağları, 
bahçeleridir, kaynakları, sularıdır. İslâm'ın esâsıdır, 
yapısıdır. Gerçeğin vadîleridir, dümdüz ovasıdır. Bir 
denizdir, ne kadar su alan olursa olsun, tükenmez. 
Kaynaklardır ki su alanlar, dibine varamaz-lar; 
sağraklardır, dolduruldukça doldurulur, gelenlere 
sunulur, suyu bitmez. Konaklardır, yolcular, yol 
yitirmezler. Dikilmiş alâmetler, yakılmış, yandırılmış 
ateşler, yol alanlar, onları görmezlikten gelemezler. 
Uyulacak kudrettir, ona uyanlar, ondan dönmezler. 55 



54 - "Allah'tan bir nur ve apaçık, hükümleri belli bir kitap 
gelmiştir size" (5, Mâide, 15); ""Onlar, öyle kişilerdir ki 
ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış olarak bulacakları 
şerîat sahibi Ümmî Peygamber'e uyarlar ve 0, onlara iyiliği 
emreder, kötülükten nehyeyler onları ve temiz şey-lerî onlara 
helâl etmededir, pis ve kötü şeyleri haram etmede. 
Sırtlarındaki ağır yükleri indirmededir, bağlandık-ları zincirleri 
kırmada. Artık O'na inananlar, O'nu ululayanlar, O'na yardım 
edenler ve O'na indirilen nura uyanlardır kurtulanlar, 
muratlarına erenler" (7, A'raf, 157); Kur'ân-ı Mecid, 4. sûrenin 
(Nisa') ve 64. sûrenin (Tegaabün) 8. âyetlerinde de "Nûr" adıyla 
anılmakta, 10. sûrenin (Yûnus) 57; âyetinde, Kur'ân'ın 
gönüllere şifâ olduğu bildirilmekte, 41. sûrenin (Fussilet) 44. 
âyetinde Kur'ân-ı Mecid, hüdâ ve şifâ diye vasfolunmakta, 17. 
sûrenin (İsrâ) 82, âyet-i kerimesinde de Kur'ân-ı Kerim'in, 
inananlara şifâ ve rahmet olduğu beyan buyurulmaktadır. 

55 - 2. Sûrenin 13. âyet-i kerimesinde Muhammed 
Sallâllahu Aleyhi ve Âlihî ve Sellem'in ümmetinin "orta ümmet" 
olduğu, inanç bakımından ifrat ve tefrite sapmadığı, tam tenzih 



Allah, onu bilginlerin susuzluklarını gidermek, din 
hükümlerini bilenlerin gönüllerine ilkbahar güzelliğini 
vermek, temiz kişilerin yollarını göstermek için sebep 
kılmıştır. Bir ilâçtır ki onu kullanana artık hastalık 
gelmez; bir ışıktır ki onunla beraber karanlık hüküm 
sürmez. Yapışılacak düğümü sağlam bir iptir; yücesi 
sarp bir kaledir; ona dost olana üstünlüktür; oraya 
girene eminliktir; ona uyana yol gösterendir; ona 
mensup olana makbul özürdür; onunla konuşana 
burhandır; ona uyup düşmanıyla savaşana tanıktır, 
furkandır; onu yükleneni yüklenir; onunla amel edeni 
taşır. Kim onu kendisine bir alâmet, bir nişan olarak 
alırsa delil olur ona; kim onu taşırsa kalkan kesilir ona, 
dinleyip belleyene bilgi olur; O'ndan rivayet edene 
sözdür o, onunla gerçek üzere hüküm verene 

hükümdür o. 56 

* * * 



214 



ve teşbîhe gitmeyip tevhid inancına sahip bulunduğu 
bildirilmektedir. 

56 - 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 103. âyet-i kerimesinde, Allah 
ipine sımsıkı yapışılması, ayrılığa düşülmemesi emir 
buyrulmaktadır ki Allah ipi Kur'ân-ı Mecid ve Kur'ân ile teşrî 
edilen, sünnetle tevsik olunan şerîattır. Hutbenin bu son kısmı, 
bilhassa Kur'ân-ı Mecid'in vasıflarını ihtiva ediyor. 



BİR HUTBELERİNDEN 



Şehâdet ederim ki Allah tam adalet sahibidir; 
adaletle muamele eder; tam hikmetle hükmedendir, 
hakla batılı tefrik eyler ve şehâdet ederim ki 
Muhammed, O'nun kuludur; kullarının ulusudur. Allah 
kullarını değiştirdikçe, geçenler geçip, gelenler 
geldikçe onları iki bölüğe ayırmıştır; O'nun vücudunu o 
iki bölüğün hayırlı kısmına vermiştir. Soyunda ne zina 
eden vardır, ne kötülük yoluna giden. 

Bilin ki Allah, hayır işlemeye ehil olanları, emrine 
uyup hayra yönelenleri seçmiştir; Hakk'ın direkleridir 
onlar, itaati, kulluğu koruyanlardır onlar. Sizin için de 
her kullukta, Allah'tan bir yardım var, onu dillerden 
söyler, gönüllere ilham eder; yeter bulanlara bunda 
yeterlik vardır; şifâ arayanlara şifâ vardır. 

Bilin ki Allah'ın ilmini koruyan kullar vardır ki onu 
siyânet ederler; kaynaklarını akıtıp dururlar. 
Birbirleriyle uzlaşarak buluşurlar, birbirlerine sevişerek 
kavuşurlar. Birbirlerine ilim ve hikmet sağrağını 
sunarlar; onu içip vefa ve nasihatle kanarlar. Onları 
şüphe bulandırmaz; gaybet onlara yol bulmaz. 
Yaratılışları, huyları böyledir; bu huylarla sevişirler; bu 
huylarla, birbirleriyle uzlaşırlar. Onlar, ekin için ayrılmış 
en güzel tohumlardır; kötüleri ayıklanmış, atılmıştır; 
iyileri seçilmiş, alınmıştır. Öz doğruluğu onları 
seçmiştir; sınanmalar, onları denemiştir. 57 



57 - Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için 



Şu halde insanın, Allah emirlerini yüce bilerek 
kabul etmesi; her şeyi kırıp geçiren, yıkıp döken 
kıyamet gelip çatmadan ondan çekinmesi gerek. 
İnsanın müddeti az günlerde, durulusu, konaklanışı, 
kısa yerde, göçüp bırakacağı, varıp konacağı yer için 
hazırlıkta bulunması gerek. Ne mutlu o kişiye ki selîm 
bir kalbe sahiptir, gıll-u gışı yoktur da kendisine doğru 
yolu gösterene uyar; onu kötülüğe sevk etmek 
isteyenden, kaçar; ona yol gösterene uyup, onu 
hidâyete sevk edene itaat edip esenlik yolunu bulur, o 
yolu tutar; kapıları kapanmadan, sebepleri yitip 
gitmeden hidâyete koşar; tövbe kapısını açmak ister; 
kendisinden suçları atmak ister. Elbette bu kişi hidâyet 
yoluna sevkedilmiştir, doğru ve aydın yola 
yönelmiştir. 58 



•k ic ic 



mümini sevindirmek, Allah için müminlerin birbirlerini 
sevmeleri hakkında bir çok hadisler vardır. "Allah için 
birbirlerini sevenler, arşın gölgesi altında bulunurlar; Allah'a 
manen yakın olan her melek, her peygamber onların 
derecesine gıpta eder; onlar cennete soruşuz girerler; onlara 
kıyamette Allah komşuları denir" hadisi bunlardandır. Hattâ 
İmâm Ca'fer-üs Sâdık Aleyhisselâm'ın imânın, Allah için 
sevmek ve Allah için buğzetmek olduğunu buyurdukları rivayet 
edilmiştir (Hâce Abbas-ı Kummî; Sefînet'ül-Bıhâr ve Medînet'ül- 
Hikemi ve'l-Âsâr, 1, s.201). "Amellerin efdali, îmandan sonra, 
insanları sevmektir" hadisi de bu cümledendir (Cami', 1, s.40) 

58 - "0 gün ne mal fayda verir, ne evlât; ancak Allah'a 
şirkten ve şüpheden arınmış selîm bir gönülle gelen faydalanır" 
(26, Şuarâ', 88-89) 



2. Bölüm 



KENDİLERİ VE EHLİBEYT ALEYH İM ÜSSELAM 



Karanlıklarda doğru yolu bizimle buldunuz; 
yüceliklere, üstünlüklere bizimle ağdınız; ayın 
sonlarındaki karan-lıklarda bizimle aydınlığa çıktınız. 
Sağır olsun o kulak ki yüksek sesi duymaz; bağırışı 
duymayan, hafif sesi nasıl duyar? Yatışsın o yürekler ki 
boyuna titrer, boyuna çarpar. 59 

Sonunda hileye sapacağınızı biliyordum, bekleyip 
duruyordum; sizde aldanmışların nişanelerini 
görüyordum. Fakat îman perdesi bürümüştü beni; 



59 - Zübeyr ve Talha'ya hitaben söylemişlerdir. Bağırış, 
yüksek ses, Allah'ın âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) 
hadisleridir. Onları duymayan, onlara uymayan, benim sözleri- 
mi hiç duymaz, benim sözlerime hiç uymaz demek istiyorlar. 



yüzünüze vurmuyordum; özümün ve niyetimin 
doğruluğu, sizin hâlinizi göstermişti bana; 
açıklamıyordum. 60 

Her yana sapan yollar arasında, durdum sizin için 
doğru yolun başında. Her tarafa bakıyordunuz; yoktu 
kılavuzu-nuz. Her yeri kazıyordunuz; yoktu suyunuz. 
Bugün sessiz-dilsiz söylüyorum: Yiter-gider ayrılan 
benden, bana göste-rildiği andan beri gerçekte şüphe 
etmedim ben. Mûsâ, kendisi için korkmamıştı; 
korkmuştu bilgisizlerin üst olmasından; sapıklığın 
hükmetmesinden. 

Bugün ben ve siz, durmuşuz hak yolla batıl yolun 
üstünde; suya kavuşacağından emin olan susamaz bir 
an. 61 



60 - "Müminin anlayışından sakının; çünkü o, Allah nuruyla 
görür" hadisine işaret buyurarak (Câmî', 1, s. 7) bu olayları 
daha önceden bildiklerini, onların yapacaklarını anladıklarını 
bildiriyorlar. 

61 - 20. sûrenin (Tâhâ) 65-66. âyetlerinde, "Büyücüler 
dediler ki: İstersen sen at önce sopanı, istersen biz atalım yâ 
Mûsâ, siz önce atın, dedi. Derken büyüleriyle ipleri ve sopaları, 
Musa'ya doğru koşuyormuş gibi göründü. Musa'nın içine bir 
korku düştü. Korkma dedik; hiç şüphe yok ki sen daha 
üstünsün" buyurulmaktadır. Bu korkunun kendisinin, yahut 
mucizesinin üst olmayacağı için olmayıp, bilgisizlerin üst 
olmaları, sapıklığın hükmetmesi düşüncesiyle olduğunu 
bildiriyor ve Musa'yı, nefsi için, yahut buna benzer, kötü bir 
şüphe yüzünden korkmaktan tenzih ediyorlar. 



37 



Onların güçleri kuvvetleri yokken ben kalktım, 
yardıma koştum: onlar başlarını hırkalarının yakalarına 
sokmuşlar-ken ben kendimi meydana attım; onlar 
sözden kalmışlarken ben konuştum; onlar durup 
dururlarken ben Allah ışığıyla karanlıkları aştım. Gene 
de en hafif konuşanları bendim; kendini en fazla 
göstermemeye çalışanları bendim. Gemi salıverip 
atımı koşturdum atımı koşturdum; öndülü alıp koştum. 

Bir dağ gibiydim ki yeller onu yerinden 
kıpırdatamaz; kasırgalar onu söküp atamaz. Hiç 
kimsenin gücü yoktu ki yüzüme karşı bir ayıbımı 
söyleyebilsin; kimsenin haddi değildi ki ardımdan beni 
kınasın. Aşağılık bir hale düşen, benim katımda 
yüceydi, üstündü; ona zulmedenden hakkını alırdım 
ben. Kuvvetli olan, benim katımda zayıftı; mazlumun 
hakkını alırdım ondan. Allah'ın kazasına razı olduk; 
emrine teslim olup itaatte bulunduk. Hiç gördün mü 
Allah'ın elçisine, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
yalan isnâd edeyim, O'na iftirada bulunayım? And 
olsun Allah'a O'nu ilk gerçekleyen kişiyim ben; O'na 
yalan isnâd eden ilk kişi olmam ben. 



Yapacağım işe baktım; verdiğim sözü hatırladım, 
tuttum; biat ettim. 62 

* * * 

62 



Gerçekten de bende, Allah'ın sağlam mı sağlam bir 
kalkanı var; ecel günüm gelince benden alınır; o vakit 
ok benden sapmaz; mızrak yarası onulmaz. 63 



62 - Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) ilk imân eden, 
erkeklerden Emir'ül-Mü'minin (a.s), kadınlardan zevceleri 
Hazret-i Hadice'dir (r.a). Bunda; "Tirmizî, Müstekder-i Sahîhayn, 
Müsned, Kenz'ül-Ummâl" gibi hadis kitaplarıyla "İsâbe, İstiâb, 
Üsd'ül-Gaabe" gibi sahabenin hâl tercemele-rini bildiren 
kitaplar, tarihler müttefiktir. Neseî, "Hasâis"inde Ali'nin (a.s) 
"Ben Allah'ın kuluyum, Rasûlullah'ın kardeşiyim, Sıddıyk-ı 
Ekber benim; insanlardan yedi yıl önce îman ettim ben" 
dediğini kaydeder (S.3). İbn-i Mâce'nin "Sahîh"inde de aynı 
mealde bir hadis vardır (s. 12). Üsd'ül-Gaabe, Ebû Eyyub'ül- 
Ansârîden, Hz. Peygamberin (s.a.a), "Melekler bana ve Ali'ye 
yedi yıl salâvat getirdiler; çünkü benimle ondan başka (Hadice 
müstesna) namaz kılan yoktu" buyurduğunu rivayet eder (c.4, 
s.18). 

Bu sözlerde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonraki 
olaylara, yahut Osman'ın şehâdetinden sonraki biate de işaret 
vardır. 

63 - Kendilerine, haberleri olmadan şehit edilmeleri ihtimâli 
söylendiği vakit buyurmuşlardır. 



87 



BİR HUTBELERİNDEN 



Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? 
Hidâyet alâmetleri dikilmiştir. Deliller apaçıktır; 
nişaneler dikili durmaktadır. Ne diye başı dönmüş bir 
halde çöllere dalarsınız; neden ve niçin yeler- 
yortarsınız? Peygamber' inizin itreti aranızdadır. Onlar, 
sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din bayraklarıdır, gerçeklik 
dilleridir onlar. Onları, Kur'ân'ın en güzel konaklarına 
indirin, kondurun (Kur'ân'da anıldığı, emredildiği 
veçhile onlara uyun); susamış develer gibi onların 
yanlarına, onların kaynaklarına koşun. Ey insanlar, bu 
sözleri, bu inancı, peygamberlerin sonuncusundan alın; 
bilin ki bizden olup da ölen, ölü değildir, 64 diridir; ölmez; 
bizden olup da çürüyüp giden çürümez. Bilmediğiniz 
sözü söylemeyin; çünkü gerçeğin çoğu, inkâr ettiğiniz 
şeylerdedir; aleyhine kesin bir deliliniz olmayan kişiyi 
mazur tutun; o kişi de benim. Sizin içinizde, sizin 
aranızda, iki değer biçilmez şeyin büyüğüyle amel 
etmedim mi ben; iki değer biçilmez şeyin 65 küçüğünü 



64 - "Bizden olup da ölen, ölü değildir" sözü, "Allah yolunda 
öldürülenleri ölü sanma; onlar diridir ve Rablerl katında 
rızıklanırlar" âyet-i kerimesine işarettir (3, Âl-i İmrân, 169). 

65 - İki değer biçilmez şey sözüyle "Sizin içinizde, sizin 



aranızda bırakmadım mı ben? İçinize îman bayrağı 
diktim; helâl ve haram sınırlarını size öğrettim; 
adaletimle kötülüklerden kurtuluş elbisesini size 
giydirdim. Gözün, özünü sezemediği, düşüncenin, 
künhüne eremediği reylere uymayın, onlarla amel 
etmeyin. 



•k ic ic 



100 



Hamd halka ihsanını yayan, onlara cömertliğiyle 
lütuf elini uzatan, keremlerde, ihsanlarda bulunan 
Allah'a. O'na ait bütün işlerde hamd ederiz O'na; O'na 
ait haklara riayet edebilmek için yardım dileriz O'ndan. 
Şehadet ederiz ki O'ndan başka ma'bud yoktur; 
Muhammed onun kuludur, Rasûlüdür. Emrini kesin 
olarak bildirmek, zikrini söylemek için göndermiştir 



aranızda iki değer biçilmez, nefis, değerli şey bırakıyorum biri 
Allah'ın Kitabı, öbürü Ehlibeytimdir..." Mealindeki hadis-i şerife 
işaret edilmektedir. Müslim, Tirmizi, Müstedrek, Neseî, 
Müsned, Hılyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz Zevâid, 
Savaık'ul-Muhrika ve sair hadis kitaplarında bir çok yollarla, bir 
çok sahâbiden rivayet edilen bu hadis, mütevâtir derecesine 
varmış hadislerdendir (Seyyid Mürtaza'l-Huseyniyy-ül 
Firûzâbadî'nin "Fedâl'ül-Hamseti Min'es Sıhâh'is Sitte"sine 
bakınız; cüz, 2, Necef-1384; s.43-56). 



O'nu. O da risâleti emin olarak edâ etmiştir; gerçek ve 
doğru olarak gitmiştir; yerine, aramızda gerçeklik 
bayrağını dikmiştir. Kim o bayraktan ayrılır, ileri 
giderse, yaydan ok fırlar gibi dinden çıkar; kim geri 
kalır, altına gelmezse helâk-gider; kim o bayrağın 
altına gelir, gölgesine sığınırsa gerçeğe uyar. Delili de 
şudur: 

Sözü gerçektir; görür de söyler. Kalkışı ihtiyatladır; 
zamanında kalkar; fakat kalktı mı da tez gider; siz de 
ona uyar, baş eğersiniz, onu ulular, parmaklarınızla 
işaret edersiniz, ona ölüm gelip çattı, onu aranızdan 
alıp gitti mi durun, dayanın; Allah'ın dilediği müddetçe 
durursunuz, fakat sonunda Allah, sizi derleyip toplayan, 
dağınıklığınızı giderip sizi bir araya getiren birisini izhâr 
eder. Size her yönelen kişiye ümit bağlamayın, sizden 
yüz çevireni de görüp ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü yüz 
çevirenin bir ayağı kayşa bile öbür ayağını yere basar, 
direnir; böylece de düşmez, kaymadan durabilir. 

Bilin ki Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Muhammed'in soyu gökteki yıldızlar gibidir; bir yıldız 
yitti mi, öbürü doğar; Allah'ın lütuflarının size verildiğini 
görüyorum ben; size de umduğunuzu gösterecektir. 66 



66 - "Gerçekten de Ehlibeytim, Nuh'un gemisine benzer 
aranızda; kim o gemiye binerse kurtuldu, kim binmezse helak 
oldu gitti" hadisine işaret edilmektedir (Ebû-Zer r.a'den cami, 
1, s.81). "Yıldızlar nasıl gök ehlinin emniyetine sebepse, 
Ehlibeytim de yeryüzündekilerin emniyetine sebeptir" 
mealindeki hadise de işaret vardır (çeşitli rivayetleri ve 
kaynakları için "Fedâil'ül-Hamseti Min'es Sihâh'is-Sitte"ye 
bakınız; 2, s.59-60). 



109 



Bir Hutbelerinde Allah'ın İzzet ve Kudretini; Ezeli 

ve Ebedi Oluşunu, Melekleri, Ölümü, Ahireti 

Anlattıktan Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i 

Beyti Hakkında Buyururlar ki: 



Gerçekten de dünyayı horladı, küçük gördü, 
ehemmiyetsiz gösterdi; aşağılık bir şey saydı, gözlere 
aşağılattı. Allah'ın kendisini seçtiğini, dünyanın ondan 
vazgeçtiğini, ondan başkası için halk edildiğini bildi, 
anladı; onu gönlünden attı; anısını bile öldürdü gitti. 
Dünyadaki güzelim libaslara, oradaki yüce duraklara 
kapılmamak için gözünden dünya bezentilerinin 
kalkmasını diledi; sevdi; kulların, Rablerine karşı bir 
mazeretleri olmaması için Rabbinin emirlerini onlara 
bildirdi; öğüt verip ümmetini korkuttu; müjde verip 
onları cennete çağırdı. 67 



67 - Dünyadan maksat, dünya için yaşamak, nefsi için 
çalışmak, ferdiyetine gömülmek, kendini merkez edinmektir; 
yoksa kendi, ayali, milleti ve insanlık için çalışmak, esasen 
İslâm'ın farzlarındandır; ancak çalışanın kazanacağı, 53. 
sûrenin (Necm) 39. âyetinde bildirilmiş, bir çok âyet ve 
hadislerde de bu nükte, beyan buyrulmuştur. İslâm dünya ve 
âhireti denk tutan, dünyaya daldırmayan, fakat âhireti de 
unutturmayan bir dindir. Bu bakımdan da orta ümmettir 



Biziz nübüvvet ağacı, vahyin indiği mahal; 
meleklerin inip çıktıkları yer. Biziz ilim mâdenleri, 
hikmetlerin kaynakları. Bize yardım eden, bizi seven, 
rahmeti bekler; bize düşman olan, bize buğzeden, 

azabı bekler. 

* * * 



175 



Ey gaflete düşenler, sizden gaflet eden yok. Ey emri 
terk edenler, sizden söz alansa Hak. Ne oldu bana ki 
sizi Allah'ın emrini bir yana atmış, gidiyor görmedeyim; 
ondan gayrisine yönelmiş olduğunuzu 

seyretmedeydim. Sanki hayvanlarsınız, çoban sizi 
hastalıklarla dolu bir otlağa sürüyor; dertlerle dolu bir 
sulağa haydıyor. Hayvanlar da otlatılıp semirtildikçe, 
başlarına neler geleceğini bilmezler de kendilerine 
lütfediyorlar, ihsanda bulunuyorlar sanırlar. Günlerini, 

Muhammed ümmeti (s.a.a). "Temiz kişiye temiz mal ne de 
güzel yaraşır" mealindeki hadis de bunu bildirir (Künûz'ül- 
Hakaaık, 2, s.184). 

Mevlânâ'nın, 

Nîst dünyâ nokra vo ferzend o zen 
Çîst dünyâ ez Hodâ ğaafil boden 

beyti, bu hususu pek güzel açıklar. 



yalnız o gün bilirler; işlerini, yalnız otlayıp sulanmak 
zannederler. 

Andolsun Allah'a ki, sizin her birinizin nereden ve 
nasıl geldiğini, nereye ve nasıl gideceğini haber 
versem... Hem de haber veririm, acze düşmem; fakat 
benim yüzümden Rasûlullâh'ı da inkâr etmenizden 
korkarım. Bunu ancak emin olduğum özü-sözü doğru 
kişilere açar, açıklarım. 

Peygamberini hak üzere gönderen, halktan seçen, 
Allah hakkı için bu sözü gerçek olarak söylemedeyim; 
Allah'ın Rasûlü, bütün bunları bana haber verdi; helak 
olacak herkesi bildirdi; ne yüzden, neden helak 
olacağını anlattı. Kurtulacak herkesi de söyledi, 
kurtuluş yerini haber verdi ve bu işi açıkladı; başıma 
gelecek her şeyi de kulağıma söyledi, bildirdi. 

Ey insanlar, andolsun Allah'a ki size, itaat etmenizi 
buyurduğum şeylerde ben en ileri gideninizim; sizi 
nehyettiğim isyandan da sizden önce kendim 

çekinmedeyim. 

* * * 



189 



İman vardır, canlarda, gönüllerde yerleşmiştir; 
îman vardır, canla beden arasına girmiştir; gönüllere 
eğreti konur, malûm bir zamana dek durur. İş böyle 



olunca da birisinden kesilmek, ayrılmak istediniz mi 
bekleyin, ölümüne dek durun, dayanın; ölümü gelip 
çattı mı, o zaman ondan kesilin, ayrılın; o zaman ona 
düşman olun, ilenin. 

Hicret, ilk zamanda nasılsa gene de öyledir; 
Allah'ın kulları yeryüzünde durdukça, emri onlara 
buyruldukça ümmetten hicret kalkmaz; bu ümmet, 
muhacir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti 
tanımayana muhacir olmaktan geri kalmaz. 
Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhacir adı 
verilemez mutlak; kim onu tanırsa odur muhacir 
ancak. 68 Kendisine hüccetin, tanıtıldığı kişi mâzûr 
olamaz; 69 kulağı duyan, gönlünde bilgi edinen kişinin 
özrüne bakılamaz. 

Gerçekten de bizim işimiz güçtür, güç gelir 
insanlara; ancak gönlünü, Allah'ın sınadığı kul, bizim 
işimize tahammül eder; buyruğumuza baş eğer. 
Sözlerimizi emin gönüller kabul eder, o sözler, metin 
akıllara gider. 

Ey insanlar, sorun benden beni yitirmeden. Çünkü 
ben gök yollarını, yeryüzünün yollarından daha iyi 
tanırım. Sahibinden kaçan, yularını alıp giden bir 



68 - "Muhacir, kötülüğü terk eden, kötü işlerden geçendir" 
hadis-i şerîfî de (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.183) muhacirliğin 
hakikatini bildirmektedir. 

69 - Hüccet, yâni kesin delil, Allah'ın kitabı, Hz. 
Peygamber'in (s.a.a) sünneti ve ümmetin mansûs olan 
imamıdır; bunları tanıdığı hâlde itaat etmeyen, mustaz'af, yâni 
gerçek kendisine ulaşmamış, gerçeği anlayamamış sayılamaz, 
özrü de kabul edilmez. 



deveye benzeyen, uyanların akıllarını yitiren fitneyi, 
adımını atmadan bilirim; nereye konacak, görürüm. 70 

197 



70 - "Ameller, sonlarına göredir" hadisine nazaran 
(Künûz'ül-Hakaaık, 1, s. 103), ömrünü suçla, hattâ küfürle 
geçiren bir kişi son demlerinde tövbe eder, îmana gelirse 
suçları bağışlanır, küfürden arınır. Ömrünü ibâdetle geçiren bir 
kişi, son zamanlarda azar, suçlara batar; mümin olduğu halde 
inkâra sapar; günahkâr olarak ölür, yahut kâfir olarak âhirete 
göçer. Bir insanın hayrı, şerri ancak son zamanlarında belli 
olur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki ölüm çağındaki tövbe 
kabul edilir, buna "tövbe-i ye's"derler; fakat son çağdaki îman 
kabul edilmez; buna da "imân-ı ye's"denir. Mevlânâ, 

Bâz â bâz â her onçi hesti bâz â 

Ger kâfer o gebr o bot-peresti bâz â 

İn dergeh-i mâ dergeh-i novmidi nist 

Sed bâr eğer tövbe şikestî bâz â 

Yâni "Geri gel, beri gel, her ne isen gene gel. Kâfir olduysan, 
ateşe, puta taptıysan da dön, bize gel; bizim bu tapımız, 
ümitsizlik tapısı değildir; yüz kere tövbe etmiş, tövbeni 
bozmuşsan, ümidini yitirme, gene gel" mealindeki rubaisini, 
"De ki: Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket eden kullarım, 
Allah rahmetinden ümit kesmeyin; şüphe yok ki Allah, bütün 
suçları örter, şüphe yok kî O, suçları örter, rahîmdîr. Ve dönün 
Rabbinize ve teslim olun ona, size azap gelip çatmadan; sonra 
yardım edilmez sîze" âyetle-rinin meali olarak inşad eylemiştir. 
(39, 53-54); yoksa, kâfirsen de, ateşe, puta tapıyorsan da gel 
tarzında bir mâna kastetmemiştir; böyle anlayanlar, 
yanılmaktadırlar, yahut kasten, kendilerine inananları 
yanıltmak istemektedir. 



BİR HUTBELERİNDEN 



Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in 
ashabından olup onun dinini koruyanlar, gerçekten de 
bilirler ki ben, bir an bile Allah'ın emrini reddetmediğim 
gibi, Rasûlünün emrini de reddetmemişimdir. Erlerin, 
yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli yerlerde 
Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun 
uğruna koymuşumdur. Allah'ın bana ihsan ettiği 
erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. 
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullâh vefat 
ettiği zaman başı, benim göğsümdeydi; ağzının yârı 
(kanı) elime akmıştı; ben de onu yüzüme sürmüştüm. 

Onu yıkamaya kalktım, melekler yardımcımdı. 
Evde, çevresinde feryat yücelmişti. Meleklerin bir 
bölüğü inmedeydi, bir bölüğü çıkmada. Onu yatacağı 
yere koyuncaya dek onların sesleri, onların salavat 
getirişlerinin, namaz kılışlarının ünleri kulağımdan 
gitmemişti. 

Ona hayâtında da, memâtında (ölümünde) da 
benden daha yakın, halifeliğine benden daha lâyık kim 
var? Can gözlerinizi açın; düşmanınızla savaş için 
niyetlerinizi gerçekleştirin. Kendisinden başka bir 
mâbud olmayan Allah'a andolsun ki ben, elbette 
dosdoğru anayoldayım; onlarsa kaygan batıl yolda. 
Duyduklarınızı söylüyorum; Allah'tan benim ve sizin 
bağışlanmamızı diliyorum. 



•k ic ic 



224 



Andolsun Allah'a ki geceleri deve dikenlerinin 
üstünde yatsam, ellerimi, ayaklarımı tomruklara 
vursalar da beni zincirlerle sürüseler bile, bu, kıyamet 
günü Allah kullarının bâzılarına zulmetmiş, dünya 
malından bir şey gasp eylemiş olarak Allah'a ve 
Resulüne ulaşmamdan daha sevgilidir; daha yeğdir 
bence. Nasıl olur da hemencecik porsuyup gidecek 
uzun zaman toprak altında kalacak bir beden için tutar 
da bir kişiye zulmederim ben?. 

Vallahi Akıyl'i gördüm, yok-yoksul bir hâle 
düşmüştü; gelmiş, benden sizin buğdayınızdan bir 
batman istiyor, vermemde de ısrar ediyordu. Gördüm 
ki çocukları per-perişandı, tozlara batmışlar, topraklara 
bulanmışlardı. Yoksulluktan benizleri kararmıştı; sanki 
yüzlerini rastıkla boyamışlardı. Dileğinde ısrar ediyordu, 
sözünü tekrarlayıp duruyordu. Sözlerini dinledim; sandı 
ki dinimi ona sataca-ğım; yolumdan ayrılıp ardına 
düşeceğim. 

Bir demir parçasını kızdırdım, ibret alsın diye 
bedenine yaklaştırdım. Acısından hastalar gibi bağırıp 
inlemeye koyuldu; neredeyse de yaklaştırdığım yer 
yanacaktı; dağlana-caktı. Ona dedim ki: 



Ey Akıyl, analar yasında ağlasınlar; şakacıktan bir 
insanın bedenine yaklaştırdığı kızgın bir demir bu; sen 
onun acısından, derdinden bu kadar bağırıyorsun da 
sonra beni tutuyor, Allah'ın gazabıyla yalımladığı ateşe 
çekiyorsun; acaba sen şu demirin eleminden feryat 
edersin de ben, cehennem ateşinden feryat etmem 
mi? 

Bundan daha şaşılacak şey de şu: 

Gecenin birinde, birisi üstü kapalı bir kapla, 
hırsızlama çıkageldi; helva getirmişti bana, oysa ki o 
helva yılan kusmuğuydu, yılan zehriydi bana. Dedim ki: 
Hediye mi, zekât mı, sadaka mı? Zekât, sadaka, biz 
Ehlibeyte haram edilmiştir. Hayır dedi, ne zekât, ne 
sadaka; bir armağan bu. Analar ağlasınlar sana dedim; 
din yoluyla gelip de beni düzene mi düşüreceksin? 
Aptal mısın sen, deli misin, yoksa sayıklıyor musun? 
Vallahi bir karıncanın ağzındaki bir arpa tanesinin 
kabuğunu almak, bu suretle de Allah'a isyan etmek 
için bana yedi iklimi ve bu iklimlerin altlarındaki 
ülkeleri verseler, gene kabul etmem ben. 

Gerçekten de dünyanız, bir çekirgenin ağzında 
olan, dişleriyle de dişlenmiş bulunan bir yapraktan da 
daha aşağıdır bence. Ali nerede, yok olup gidecek 
nimete, kalmayacak devlete, yitecek lezzete 
aldanmak nerede? 

Akılların gaflete kapılmasından, ayakların kötü bir 
surette kaymasından Allah'a sığınır, O'ndan yardım 
dileriz biz. 71 



71 - Akıyl b. Ebi -Tâlib'in borcu, kırk bin dirhemi bulmuştu. 
Hazret-i Emir'den borcunun ödenmesini rica etmek üzere 



nezdine gidince Hazret, onu yanlarında alıkoymuşlar, akşam 
yemeğini beraber yemeyi teklif buyurmuşlardı. Akşam olunca 
tuz, ekmek ve biraz bakla geldi. Akıyl, bu sofraya şaşmakla 
beraber gene de yemekten sonra borcunun tesviyesini rica ve 
ricasında ısrar edince, Emir'ül-Mü'minin (a.s), önlerindeki 
mangala bir demir soktular. Demir ateşten kızarınca da 
buyurdukları hareketi yaptılar ve sözleri söyle-diler. Akıyl pek 
müteessir oldu ve Küfe'den kalkıp Şam'a gitti. Muaviye'nin 
yanına girdiği zaman, onun mükellef bir şerir üzerinde 
oturduğunu, yanına da Şam'da zaptiye işlerine bakan Dahhâk 
b. Kays'i oturtmuş olduğunu görünce, Hamd Allah'a ki aşağılığı 
yüceltti, noksanı tamamladı, ayıbı hüner etti diye Dahhâk'e 
tariz etti. Akıyl, Kureyş'e mensup olanların kötülük-lerini bildiği, 
ensab bilgisine sahip olduğu için Dahhâk, Muaviye'ye, ben 
Kureyş'in iyiliklerini bildiğim gibi Akıyl de kötülüklerini bilir, 
dedi. Muaviye, Akıyl'e, elli bin dirhem vermiş ve borcunu da 
ödemiştir. Muaviye, halka kardeşi olduğu halde Akıyl bile 
benim üstünlüğümü görerek yanıma geldi demiş, Akıyl de bu 
söze karşılık, Ali, dini için dünyasını bıraktı, sense dünya için 
dinini terkettin; bu yüzden dünyada sen, kardeşimden 
hayırlısın; fakat kardeşim nefsi için herkesten daha hayırlıdır; 
bense sonumun hayra döndürülmesini Allah'tan dilerim, 
sözleriyle karşılık verdi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'in minbere 
çıkıp Ali'ye lanet etmesini emretti. Minbere çıkan Akıyl halka, 
"Ey insanlar, Muaviye, kardeşim Ali'ye lanet etmemi emrediyor; 
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti ona olsun" dedi 
ve minberden indi. Muaviye, Akıyl'in ne demek istediğini 
anlayıp kime lanet ettiğini bildirmedin deyince, Akıyl, söz, o 
sözü söyleyenin niyetine bağlıdır, dedi. Bir gün de Muaviye, 
Akıyl'e, latîfe yollu ey Akıyl, dedi. Ebu-Leheb acaba şimdi 
nerede? Akıyl, cehenneme gidince dedi, halan Ümmü Cemil'le 
bulursun onu. Hicretin elli dördüncü yılında doksan altı yaşında 
vefat etti. Hz. Ali'den (a.s) yirmi yaş büyüktü (Akıyl için Şeyh 
Abdullâh'il-Mamakaanînin "Tenkih'ül-Makaal'inin 2. cildine, s. 



239 



ÂL-İ MU HAM MED SALLALLAHU ALEYHİ VE ALEYHİMİ, 
ANLATAN BİR HUTBELERİNDEN 



Onlar ilmin hayatıdır, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri 
ilimlerinden haber vermede, susuşları, 

söyleyişlerindeki hikmetleri bildirmededir. Hakka karşı 
durmazlar, onda aykırılığa düşmezler. Onlar İslâm'ın 
direkleridir; onlar halkın sığınaklarıdır, hak onlarla 
yerini bulur; batıl, onlarla yerinden ayrılır; dili kökünden 
kesilir. Onlar, dîni, onun hükümlerini kavramak, onlara 
riâyet etmek suretiyle anlamışlardır; duymak, rivayet 



255, Dahhâk b. Kays için de aynı cildin 104-105. sahifelerine 
bakınız. Yukarıdaki izahatı Avlunyalı Süreyya'nın "Fetret'ül- 
İslârrT'ından naklettik, s. 168-171). Akıyl'in oğlu Müslim, İmâm 
Huseyn Aliyhisselâm tarafından Küfe'ye gönderilmiş, orada 
şehit olmuştur; diğer oğulları da Kerbelâ'- da şehâdet 
mertebesine erişmişlerdir. 

Kendilerini sunmak üzere hediye getiren adam, Eş'as b. 
Kays'il-Kindî'dir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra 
dinden döndüğü rivayet edilmiştir. Hz. Ali Aleyhisselâm'ın 
hilâfetinin son devrelerinde Haricî olmuştu. Hazret-i Emir'in 
(a.s) şehâdetinde dahli olanlardan biridir. Tafsilât için Tenki'ül- 
Makaal'e bakınız (c.l, s. 149). 



etmek yoluyla değil. Çünkü ilmi rivayet edenler çoktur; 
ona riâyet edenlerse pek o kadar yoktur. 



3. Bölüm 



DÜNYA-AHİRET 
20 



Gerçekten de siz, içinizden, ölen kişinin gördüğünü 
görseydiniz feryat eder, inleyip sızlardınız; korkardınız; 
dinlerdiniz; itaat ederdiniz. Ama onların gördüklerini 
göremiyorsunuz; perde var gözlerinizin önünde; 
yakındır, kaldırılacak, atılacak o perde. Elbette 
görürdünüz görebilseydiniz; duyardınız duyabilseydiniz; 
doğru yola sevk edilirdiniz sevk edilebilseydiniz. 
Gerçekten de söylüyorum: İbret alınacak şeyler 
açıklandı size; sizi yaptığınız şeylerden vazgeçirecek, 
öğüt verilecek sözler, haberler söylendi, bildirildi size. 
Gökten emir alan peygamberlerden sonra artık 



Allah'tan haber gelmez size; Allah'ın hükümlerini 
ancak bir insan söyler size. 72 



•k Jc ic 



21 



İşin sonu önünüzdedir, sizi haydayıp yürüten 
kıyamet ardınızdadır. Yükünüzü hafifletin de ulaşın, 
kavuşun sizden önce varanlara. Çünkü son gideniniz, 
ilk gelecek kişiyi beklemektedir. 



•k ie ic 



72 - İbretler, öğütler, Kur'ân-ı Mecid ve hadislerdir. 54. 
sûrenin (Kamer), "Ve andolsun öyle haberler geldi onlara ki o 
haberlerde onları vazgeçirecek, onlara öğüt verecek şeyler 
vardı" mealindeki 4. âyet-i kerîmesine işaret edilmektedir. Son 
cümlelerde, Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Âlihî 
vesellem'den sonra hükümleri, ancak onun vasıta-sıyla, ondan 
aldığı feyizle imâmın söyleyebileceği, nübüvvetin hatmolduğu 
bildirilmektedir. 



28 



(Allah'a hamdü sena, Rasûlüne ve soyuna selâtü 
selâmdan) Sonra, gerçekten de dünya, yüzünü çevirdi, 
geçip gitmekte olduğunu duyurdu; gerçekten de âhiret 
yüzünü gösterdi, gelmekte olduğunu buyurdu. Duyun, 
bilin ki bugün, idman günüdür, yarın koşu var. Kim 
koşuyu kazanırsa ödülü cennettir; geri kalanaysa 
cehennem var. Yok mu ölümü gelip çatmadan tövbe 
eden; yok mu çetin günü erişmeden kurtuluşu için iş 
işleyen? Duyun, bilin ki ümit günlerindesiniz; 
ardındaysa ecel var. Kim ümit günlerinde, eceli gelip 
çatmadan kullukta bulunur, iyi iş işlerse ameli fayda 
verir ona, ecelinden görmez zarar; kim ümit 
günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta kusur eder, 
iyi işler işlemezse ameli ziyan verir ona, eceli verir 
zarar. Duyun, bilin de korku ânında nasıl amel 
ediyorsanız, amandayken de öyle amel edin. Duyun, 
bilin ki ben, isteyeni uykuya dalmış bir nimet 
görmedim Cennet gibi; korkanı uyuyup gaflette kalmış 
bir azap, bir mihnet görmedim Cehennem gibi. Duyun, 
bilin ki, kimi gerçek faydalandırmazsa batıl zarar verir 
ona ve kimi doğru yol, doğruluğa sevk etmezse, 
sapıklık sürüp götürür helake onu. Duyun, bilin ki 



emredildiğiniz göçü kaldırmaya, azığı hazırlamaya. 
Sizin için en fazla korktuğum şu iki şey: 

Nefse uymak, uzun-uzun, olmayacak ümitlere 
kapılmak. Dünyadayken yarın sizi kurtaracak şeyleri 
derin, devşirin dünyada. 



•k Jc Jc 



32 



Ey insanlar, inatçı mı inatçı bir zamanda 
sabahladık, nankör mü nankör ve çetin bir zamana 
kaldık. Bu zamanda iyi kişi kötü sayılmada; zâlîm, 
zulmünü, serkeşliğini arttırdıkça arttırmada. Bildiğimiz 
şeylerle faydalanmaktayız; bilmediklerimizi 

sormamaktayız; musibet gelip çatmadıkça da 
korkmamaktayız. 

İnsanlar dört bölüktür: Bir bölüğü kendisi 
alçalmadıkça, kılıcı körleşmedikçe, malı mülkü 
azalmadıkça, yeryüzünde bozgunculuğu men etmez. 
Bir bölüğü kılıcını çekmiştir; kötülüğünü izhâr etmiştir; 
yaya-atlı, adamlarını toplamıştır; kendisini ortaya 
atmıştır; dinini yok edip gitmiştir; bütün bunları da yok 
olacak mal elde etmek, yahut orduya baş olmak, 
başbuğ kesilmek, yahut minbere çıkıp yücelmek, halka 
ululuk satmak için yapar. Ne kötü alışveriştir dünyayı 
kendin için para-pul görmen, ondan ibaret bilmen; 



Allah katında nail olacağı lütfü, ihsanı karşılık verip 
dünyayı alman. Bir bölüğü de âhiret ameliyle dünyayı 
diler; dünya ameliyle âhireti dilemez. Kendini alçak 
gönüllü göstermeye çalışır; adımlarını sık sık atar; 
eteğini beline çemrer; kötülüğünü gizleyip, halkı emin 
etmeye uğraşır; Allah'ın, kusurları örtüşünü de suç 
işlemeye vesile kılar. Dördüncü bölüğü ise, aslında bir 
yüceliği olmadığından soy-sop yüksekliğine sahip 
bulunmadığından bu hal, onu bir başka hale sokar. 
Kanaat ehli görünür, zahitlerin libâsına bürünür; bu 
yüzden de ne gece dincelip yatar, ne gündüz bir şey 
yiyip doyar. 

Geriye kalan erlerse, dönüp gidecekleri yeri anarak 
gözlerini yumarlar; mahşer korkusuyla göz yaşlarını 
dökerler. Kimi vakit per-perişan olurlar; kimi vakit 
korkarlar, kahrolup giderler; kimi susarlar, ağızlarını 
yumarlar; kimi öz doğruluğuyla Allah'ı anarlar; kimi 
vakit de yasa düşerler, sızlanırlar. Kendilerini 
gizlediklerinden dolayı adları-sanları anılmaz; alçalış 
onları kavramıştır, izlerinin tozları bile belirmez. Acı bir 
deniz içindedir onlar; ağızları kurumuştur, sesleri 
çıkmaz; gönülleri feryatları duyulmaz. Halka öğüt vere 
vere usanmışlardır; kahrola ola alçalmış-lardır, öldürüle 
öldürüle azalmışlardır. 

Dünya, gözlerinizde, deri tabaklanan ağacın 
yaprağından da aşağı olmalı; koyun kırkılan makastan 
düşen yün kırpıntısından da bayağı olmalı. Sizden 
sonrakiler sizden ibret almadan, sizden öncekilerden 



ibret alın siz; kötüleyip atın onu siz; sizden olup 
kendisine düşenleri o da attı çünkü. 73 



73 - Hazret-i Emir'ül Mü'minîn Aleyhisselâm, bu 
hutbelerinde, kendilerini tatmin edemeyen kişilerin dünyadaki 
hallerini beyan buyurmaktadırlar. İnsanların bir bölüğü, 
kendisine zarar gelmedikçe hiç bir şeye aldırmayan, iyiliği 
korumayan, kötülüğe karşı durmayan bencillerdir. Onlarca 
âlemin mihveri kendileridir, medarı da menfaatleri. 
Menfaatlerine dokunul-madıkça her şeye razıdırlar; bunlar, 
"Kimin yanında bir mümin alçaltılırsa da o, o mümine kudreti 
olduğu halde yardım etmezse Allah onu kıyamet günü halkın 
önünde alçaltır", "Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sahibinin 
yaptığı kötülüğe razı olursa Allah dininden çıkmıştır" "Kim bir 
zâlime, onun zâlim olduğunu bildiği halde, yardım ederek 
giderse, Müslümanlıktan çıkar", buyuran İslâm Peygamberi'ne 
(s. a. a) tam inanmış kişiler değildirler (Câmi'üs-Sağir, 2, s. 144, 
2, 167). Âhireti dünya için isteyen; ibâdeti, gösteriş için yapan; 
dini, dünyaya âlet eden kişilerse, kesin olarak İslâm'ın ruhuna 
ermemiş, gerçek Müslüman olmamış riyakarlar, münâfıklar-dır 
ki şeyh geçinen, tarikat ulusu görünen kişilerin çoğu, bu 
taifedendir. 

Hazret-i Emir'ül -Mü'minin'in (a.s) övdüğü kullarsa, Kur'ân-ı 
Mecid'de şu âyet-i kerîmelerle tavsif buyurulanlardır: 

"Ve Rahmanın kulları, öylesine kullardır ki yeryüzünde 
gönül alçaklığıyla yürürler ve bilgisizler, onlara söz söyleyince 
sağlık, esenlik size diye cevap verirler. Ve öyle kişilerdir onlar 
ki, gecelerini Rablerlne secde ederek, onun tapısında kıyamda 
bulunarak geçirirler. Ve öyle kişilerdir onlar ki Rabbîmiz derler, 
savuştur cehennem azabını bizden; şüphe yok ki onun azabı 
daimîdir. Gerçekten de orası, karar edilecek ne de kötü yerdir, 
durulacak ne de kötü yurt. Ve öyle kişilerdir onlar ki yoksul-lara 
bir şey verince ne israf ederler, ne de az verirler, ikisinin 
ortasını bulurlar. Ve öyle kişilerdir onlar kî Allah'la beraber 



42 



başka birine kulluk etmezler ve haklı olmadıkça Allah'ın 
haram ettiği bir cana kıyıp kimseyi öldürmezler ve zina 
etmezler. Ve kim, bunları yaparsa cezaya düşer... Ve öyle 
kişilerdir onlar ki yalan tanıklıkta bulunmazlar ve suç yapılan 
yere uğrarlarsa oradan, suç, yapmadan ve yapılan suça razı 
olmadan geçip giderler. Ve öyle kişiler-dir onlar ki Rablerinin 
delilleri anıldığı ve Kur'ân okunduğu zaman, sağır bir halde ve 
körü körüne yerlere kapanmazlar ve öyle kişilerdir onlar ki 
Rabbimiz derler, eşlerimizden, soylarımızdan, gözlerimizi 
aydınlatacak kişiler ihsan et bize ve bizi, çekinenlere imâm, 
kılavuz kıl." (25, Furkan, 63-74). 

Cenâb-ı Mevlânâ, Mesnevi'de dünyayı anlatırken: "Dünya 
nedir? Allah'tan gafil olmak, yoksa kumaş, gümüş, altın dünya 
değildir. Malı-mülkü din için yüklenirsen; bunu, Peygam-ber, ne 
güzel maldır güzel kişinin malı diye övmüştür. Geminin içine 
dolan su gemiyi batırır, ama altındaki su ona yürüme gücü 
verir. Süleyman Peygamber, mal-mülk sevgisini gönlünden 
sürüp çıkardığı için kendisine yoksul adını taktı. Ağzı kapalı 
testi, engin suda, içi havayla dolu olarak yüzer; insanın da 
gönlünde yokluk havası oldu mu, su üstünde içi havayla, 
gerçek aşkıyla dolu olarak gider. Gönülde yokluk sevgisi 
varken insan, dünya suyunun üstünde batmadan durur; bu 
dünyanın bütün malı onun olsa bu, gözüne görünmez bile" 
buyurur (1. Nicholson basımı, s.61-62. beyit. 983-989). 

"Mal isteklerin esâsıdır, mayasıdır" buyuran Hazreti Emir 
(a.s), "İnsanlar dünyanın oğullarıdır; insan, anasını severse 
kınanmaz" buyurmuşlardır (s.218). 

Bu bölümün son yazısı, bu bahsi büsbütün açıklayacağı 
için bu kadar îzâhı, burada yeterli buluyoruz. 



Ey insanlar, sizin için korktuğum şeylerin en 
korkuncu iki şeydir: Hevâ ve hevese uymak, olmayacak 
uzun dileklere kapılmak. Hevâ ve hevese uymak insanı 
haktan alıkoyar; uzun dileklere kapılmak âhireti 
unutturur. 

Duyun, bilin ki dünya ardını döndü, gitti gider; 
ondan kalan, içilmiş, sonra da baş aşağı çevrilmiş 
kaptan sızacak bir kaç katredir ancak; dökülür, yiter. 
Duyun, bilin ki âhiret, yönelmiştir, geldi-gelecek. Her 
birinin de oğulları var; siz âhiret oğulları olun; dünya 
oğulları olmayın; çünkü kıyamet günü, her çocuk 
anasına katılacak. Bugün iş günüdür, soru günü değil; 

yarınsa soru günüdür, iş günü değil. 

* * * 

45 



Hamdolsun Allah'a ki rahmetinden ümit kesilmez, 
nimetinden ümitsizliğe düşülmez. Rahmetinden ye'se 
kapılan olmaz; kulluğundan baş çeken bulunmaz. Öyle 
bir Mâbuddur ki, rahmeti eksilmez, nimeti yok olup 
bitmez. 

Dünya bir yurttur ki zeval bulması, yok olması, 
ehlinin de onu bırakıp gitmesi, göçüp yitmesi 



mukadder. Pek tatlı-dır, yemyeşil; ama dileyenden 
tezce kaçar gider; can gözüyle ona bakan varlığından 
şüpheye düşer. En güzel, en hayırlı bir azıkla göçüp 
gidin oradan; yetecek şeyden fazlasını istemeyin, sizi 
götürecek nesneden ziyâdesini dilemeyin ondan. 



•k ie ic 



52 



Duyun, bilin ki dünya yüzünü çevirdi; geçip 
gitmekte olduğunu duyurdu; iyisi kötü oldu, hayrı şer 
kesildi; ardını döndü gitti-gider. İçinde oturanları 
yokluğa sürer, komşularını ölüme haydar. Ondaki tatlı, 
acıdı, ondaki berrak su bulandı. Kabın dibine konan 
çakıl taşlarını ıslatacak, fakat susamış kişinin boğazını 
ıslatmayacak, susuzluğunu kandırmayacak kadar su 
kaldı ancak. 

Allah kulları, ehline zeval mukadder olan şu yurttan 
göç etmeye hazırlanın; şu yurtta dilek, istek, alt 
etmesin sizi; fazlaca kalıp eğlenmeniz aldatmasın sizi. 
And olsun ki gevşeğini yitirmiş, sağa-sola koşan 
develer gibi bağırsanız, güvercinler gibi dem çekseniz, 
dünyadan kesilmiş rahipler gibi feryat etseniz, 
mallarınızı, evlâdınızı bırakıp Allah'a yönelseniz, 
katındaki yüce derecelere ulaşmayı, ona yaklaşmayı 



dileseniz, yahut kitaplarında yazılmış suçlarınızın 
örtülmesini meleklerinin yazdıklarının silinmesini 
isteseniz, gene size, onun vereceğini umduğum 
sevaptan pek azı verilir sanırım. Gene de azaba 
uğrayacağınızdan korkar dururum. 

Andolsun Allah'a, yürekleriniz yanıp erişe, onun 
dileğiyle, onun korkusuyla gözleriniz kan ağlasa, sonra 
da dünyada bu hâl ile yaşayıp gitseniz, boyuna da 
çalışıp dursanız gene de Allah'ın size verdiği nimetlerin 
şükrünü yerine getiremezsiniz; gene de sizi îmana 
hidâyet etmesinin karşılığını ödeyemezsiniz. 

•k Jc Jc 



63 



Duyun, bilin ki dünya, öyle bir yurttur ki ondan 
kurtulmak, esenleşmek, ancak oradayken olur; fakat 
hiç sanmayın ki dünyaya ait işlere sarılmakla 
dünyadan kurtulunur. İnsanlar, sınanmak için 
kapılmışlardır ona; oradan ne elde ederlerse ellerinden 
alınır; hepsinin de hesabı, kendilerinden sorulur. Ama 
oradan, ondan gayrisi için ne alırlarsa, onun karşılığını 
bulurlar, onunla faydalanıp kalırlar. 



Gerçekten de dünya, akıllılar katında gölgeye 
benzer; bir bakarsın, uzar, derken kısalıverir. Bir 
görürsün, yayıldıkça yayılır, derken yok oluverir. 74 



•k ic ic 



64 



Allah kulları, çekinin Allah'tan; ecellerinizden önce 
kulluk etmeye çalışın. Mutlaka göçeceksiniz, göçmeye 
hazırlanın; gölgesi üstünüze düştü; ölüme hazır olun. 
Kendilerine seslenince uyanan, dünyanın karar 
edilecek yurt olmadığını anlayıp onun yerine âhireti ele 
alan bir topluluk olun. Çünkü noksan sıfatlardan 
münezzeh olan Allah, sizi beyhude yaratmadı; başıboş 
da bırakmadı. İçinizden biriyle cennet ve cehennem 
arasındaki konak, ölümdür ancak. Göz yumup açacak 
zaman bile sonu yaklaştırmadadır; yaşayışı 
yıkmadadır; ömür pek kısa sayılsa yeri vardır. Bir 
görünmeyen var şimdilik; ama geceyle gündüz gelip 



74 - İnsanın, dünyadan elde ettiği şey, ölünce kalır; fakat 
başkalarına, yok yoksul kişilere yaptığı hayrın ecrine nail olur. 
Gönüller alan gönüllerde anılır; bir mescit, bir kütüpha-ne.bir 
hastane yapanın adı unutulmaz. Sözün kısası, kendi için 
yaşayanın adı kalmaz; malı mülkü kendine fayda vermez; halk 
için yaşayansa ölse bile anılır; adı-sanı baki kalır. 



geçtikçe, değil mi ki onu sürüp getirecek; tezce gelmiş- 
çatmış sayılması gerek. Gelen değil mi ki ya kurtuluş, 
murada eriş müjdesiyle, ya da kötülükle gelecek, asıl 
ona hazırlanılması gerek. Dünyadan yarın ondan 
kendinizi koruyacağınız, kurtaracağınız şeyleri derin, 
devşirin, azık edinin. Nefsine öğüt veren, tövbe etmeyi 
öne alan, şehvetine üst olan kuldur, Rabbinden 
çekinen sakınan. Çünkü ecel çağı gizlidir kuldan; dileği 
aldatır onu; şeytan musallat olmuştur ona; üstüne 
bindirip sürmek için suçu bezer, güzel gösterir ona; 
bugün ederim, yarın ederim diye tövbeyi geriye atar, 
derken en gafil bir haldeyken ölüm gelir-çatar. Ne de 
ziyankârdır gafletle yaşayan, ne de yanar-yakılır ki 
ömrü, ömründe yaptıkları, delil olarak bir bir gösterilir 
ona; neyle geçirdin ömrünü denir; günleri, onu kötülüğe 
sürmüş-götürmüştür; üzülür durur. 

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tan dileriz, bizi 
de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz 
olması yüzünden, Rablerinin itaatinde kusurda 
bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, 
hasrete düşmeyen kullardan etsin. 



•k ic ic 



82 



Nasıl anlatayım bir yurdu ki evveli mihnettir, 
meşakkat-tir; sonu yok olup gitmektir. Helâlinde hesap 
var; haramında ikap var. Kim o yurtta zenginleşmişse 
sınanmalara düşmüştür. Kim yokluğa, yoksulluğa 
uğramışsa hüzünlere batmıştır. Kim onu elde etmeye 
çalışırsa ondan yiter-gider o; kim oturur, dilemezse ona 
gelir-çatar o. Kim ibretle ona bakarsa onu görüş sahibi 
eder o; ama kim ona istekle, hasretle bakarsa, onu kör 

eder o. 

* * * 

85 



Ve bilirim bildiririm ki yoktur Allah'tan başka 
tapacak; şerîki yoktur, birdir ancak. Evveldir, ondan 
önce bir şey yok. Âhırdır, ona bir son ve sınır yok. 
Vehimler ona bir sıfat bulamaz; onu o sıfatla bilemez. 
Gönüller, onu bir keyfiyete bağlayamaz; o keyfiyetle 



anlayamaz. Cüzü'lere bölünemez; parçalara ayrılamaz. 
Gözler, gönüller onu kaplayamaz, kavrayamaz. 

(Bu hutbeden): 

Allah kulları, fayda veren ibretlerden öğüt alın; 
apaçık delillerden ibret alın; adamakıllı anlatılarak 
korkutulduğu-nuz şeyleri duyun da çekinin, sakının; 
öğütleri dinleyin de faydalanın. Sanki ölüm, pençesini 
size atmıştır; dilek-istek bağları, sizden üzülüp 
gitmiştir. Beklenmedik, kötü, katı işler gelip 
kavramıştır sizi; güç ve çetin hallere düşürmüştür sizi; 
gidilmemesine imkân bulunmayan, varılmamasına 
çâre olmayan yere sürüp götürmüştür sizi. 

Her insanın yanında bir sürüp götüren vardır, bir 
tanık vardır; sürüp götüren, toplanacağı yere sürer 
götürür onu; tanık da yaptıklarına tanıklık eder onun. 75 

(Aynı Hutbede cenneti tavsif ederken buyururlar 
ki): 

Dereceler vardır, birbirinden üstün; duraklar vardır, 
birbirinden ayrı. Ne nimetleri bitip tükenir; ne 
oradakiler başka bir yere göçüp giderler. Ne orada 
ebedî kalan kocar; ne orasını yurt edinen ümitsizliğe 
düşer. 



99 



75 - "Ve üfürülür sûra, işte bugündür azap günü. Ve herkes, 
yanında bir sürüp götüren ve bir tanık olarak gelir." (50, Kaf, 
20-21) Sürüp götüren bir melekle tanıklık eden bir melek. 
Tanıktan maksat, insanın âzasıdır da denmiştir. 



Ne olup geçtiyse o yüzden de hamdederiz O'na; 
neler gelip çatacaksa o yüzden de yardım dileriz 
ondan. Din işlerinde de esenlik dileriz, bedenlere ait 
işlerde esenlik dilediğimiz gibi. 

Allah kulları, sizi terk edecek olan şu dünyayı sizin 
de terk etmenizi dilerim, tavsiye ederim; onun sizi terk 
etmesini dilemeseniz de, sevmeseniz de o, 
bedenlerinizi yıpratacaktır; isterseniz siz, onun 
yenilenmesini, gençleşmesini dileyin. Bir yola koyulan, 
yürür-gider, derken varacağı yere varır-ulaşır. Kim 
vardır ki gelecek gün, ona gelip çatmasın. İnsanı 
dünyada sürüp götüren, insanı dileyip çeken ölüm, 
sonunda insanı dünyadan ayırır. Dünyanın yüceliğine, 
dünya ile övünmeye rağbet etmeyin; onun süsüne- 
püsüne, onun nimetlerine aldanmayın. Derdinden, 
mihnetinden açıklanmayın. Onun yüceliği de biter- 
gider; onunla övünmek de bir gün gelir, yiter. Ziyneti de 
zeval bulur; nimetleri de yok olur; derdi de sona erer, 
mihneti de biter. Dünyadaki her müddetin sonu gelir. 
Dünyada her diri, sonunda yok olur. Aklınız varsa evvel 
geçenlerden ibret almaz mısınız? Geçip giden 
atalarınıza bakmaz mısınız? Görmez misiniz ki 
içinizden göçüp gidenler gitmekteler; yerlerine kalanlar 
da durmamaktalar. Görmez misiniz ki dünya ehli, 
akşamı eder, sabahı bulur çeşitli hallerde: 

Ölen vardır, onlardan, ağlanır ona; bir başkası 
vardır, başsağlığı verilir ona, birisi derde uğramıştır, 



öbürü gider, dolaşır onu; halini-hatırını sorar. Bir 
başkası tasını-tarağını toplar, âhirete göçer. Biri 
dünyayı ister, ölümse onu istemektedir; öbürü gaflete 
düşmüştür; fakat ondan gaflet eden yoktur; geçip 
gidenin ardından kalan da geçip gitmektedir. 

Kendinize gelin de kötü işlere girişeceğiniz zaman 
anın lezzetleri yıkıp yok edeni, özlemleri bulandıranı, 
direkleri kırıp geçireni ve hakkını yerine getirmek, 
nimetleriyle ihsanlarının sayılmasına imkân 
bulunmayanın şükrünü edâ etmek için Allah'tan 
yardım dileyin. 



•k ic ic 



111 



(Allah'a hamd-ü sena, Rasulüne selât-ü selâmdan): 
Sonra dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim. 
Çünkü dünya, görünüşte tatlıdır, dile, damağa hoş gelir. 
Yemyeşildir, taptazedir, göze güzel görünür. Özlemlerle 
kaplanmıştır; tez elde edilen, fakat hemen geçip giden 
zevkler yüzünden sevdirir kendini, az bir hoşlukla iyi 
görünür, dileklerle, ümitlerle bezenir, bezendirir; 
aldatışlarla süslenir; fakat verdiği sevincin bekası 
yoktur; onun derdinden, eleminden kurtuluş imkânı 
bulunamaz. 



Pek aldatıcıdır, çok zarar vericidir. Geçip gider, yok 
olup biter; içindekileri de yok eder, sömürür, yer. Onu 
isteyenler, onu elde etmeye razı olanlar, dileklerini elde 
etseler bile. noksan sıfatlardan münezzeh olan şanı 
yüce Allah'ın, "Dünya yaşayışı gökten yağdırdığımız 
yağmura benzer; yeryüzünün bitkilerini sular, 
bünyelerine girer de onları yeşertir, yetiştirir; derken 
bitkileri kurur, ufalanır, yeller de onları savurur-gîder ve 
Allah'ın her şeye gücü yeter" buyurduğu gibi (Kehf, 45) 
her şey zeval bulur, baki kalmaz ve dünyada bundan 
öte de bir şey olamaz. 

Hiçbir sevinip gülen yoktur ki dünya ardından onu 
kedere düşürmesin, ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali 
yoktur ki ardında idbar bulunmasın. Dünyada hiçbir 
sepintiyle ferahlayan yoktur ki ardından onu belâ 
sağanağıyla ıslatmasın. Dünyanın şanındandır bu; 
sabahleyin birine yardım eder, akşamleyin ona 
düşman kesilir. Bir yanı tatlı olur, sindirirse öbür yanı 
acı gelir, yerindirir. Kişi, onun zevkine erer, güzelliğini 
elde ederse, mutlaka tezce belâları çatar ona, dertleri 
erer. Dünyada esenliğe kavuşup akşamı eden, mutlaka 
korkulara düşer de sabahlar. 

Aldatıcıdır dünya, onda ne varsa hepsi de insanı 
aldatır. Fânîdir, onda olanların hepsi de yok olur. Dünya 
azıklarında, suçlardan çekinmekten başka hiçbir şeyde 
hayır yoktur. Dünyadan az bir şey elde eden, ondan 
emin olabilecek çok şeye sahip olmuş demektir; çok 
şey elde edense, kendisine helak edecek çok şey elde 
etmiş demektir. Dünya, az bir fırsat verir insana, sonra 
geçer-gider; o fırsata erense ancak hasret elde eder. 
Nice ona güvenenleri dertlere uğratmıştır; nice ona 



inananları helak vâdîsine atmıştır; nice büyükleri hor- 
hakir etmiştir; nice benliğe düşenleri alçaltmış- 
gitmiştir. 

Dünyanın devleti elden ele dolanır; dünya yaşayışı 
durulmaz, bulandıkça bulanır. Tatlı suyu acıdır; tadı, dili 
damağı acıtır. Gıdası ağıdır, öldürür; yapışılacak, 
tutunulacak her şeyi çürümüştür, kopar, tutanın elinde 
kalır. Dünyada diri olan, ölümü beklemektedir; sağ- 
esen kalan, neredeyse hastalığa çatmaktadır. Malı- 
mülkü alınmış çalınmıştır; orada yücelen mağlûb 
olmuştur, malına, nimetine sahip olan mihnete 
uğramıştır; ona komşu olan yağmalanmıştır. 

Sizden önce uzun ömür sürenlerin, eserleri 
kalanların, boyuna olmayacak ümitlere düşenlerin, 
yardımcıları hazır duranların, orduları çok olanların 
yurtlarında değil misiniz ki? Onlar da dünyaya taptılar, 
hem de nasıl taptılar? Dinlerini bırakıp dünyayı aldılar; 
hem de nasıl aldılar? Ondan sonra da kendilerini, 
konaklayacakları yere götürmek üzere yolluk almadan, 
o güç yolları-belleri aşacak bineklere binmeden göçüp 
gidiverdiler. Dünyanın onlardan birini, karşılık bir şey 
alıp bıraktığını, yahut onlara yardım edip dostlukta 
bulunduğunu, yahut da onlarla bir hoşça konuşup 
dostluk kurduğunu duydunuz mu hiç? Hayır; aksine 
onları kötü olaylara uğrattı; yaşayışlarını yıprattı; 
yüzüstü yere attı onları; ayaklarının altında ezdi, bitirdi 
onları; onlara ancak ölümle yardım etti dünya. 
Sonunda da ebedî olarak ondan ayrılıp gittikleri çağda, 
ona uyanları, onu seçenleri tanımadığını, ona 
dayananları bilmediğini gördünüz mutlaka. Açlıktan, 
azıksızlıktan başka bir yolluk mu verdi onlara? 



Darlıktan başka bir yere mi indirdi onları? Yoksa 
karanlıklardan başka bir ışıklı yere mi kondurdu 
onları?. Yahut nedametten başka bir şey mi sundu 
onlara? Peki, bu dünyayı bunun için mi seçmektesiniz? 
Bundan dolayı mı gönlünüzü ona vermektesiniz, ona 
inanmaktasınız, ona sarıldıkça sarılmaktasınız? 

Bilin, bilirsiniz de, onu bırakıp gideceksiniz, oradan 
göçeceksiniz: "Kimdir bizden daha kuvvetli" (Fussilet 
15) diyenlerden öğüt alın, istemedikleri bineklere 
bindirilerek kabirlerine indirildiler onlar; konukluğa 
çağrılmadan mezarlarına kondular onlar. Kerpiç 
parçalarıyla yapıldı kabirleri; çürüdü, toprak oldu 
kefenleri; çürümüş kemikler komşuları oldu. Onlar da 
öyle bir komşu kesildiler ki çağı-rana gidemezler artık; 
düştükleri zilleti gideremezler artık; feryat edene aldırış 
bile edemezler artık. Üstlerine yağmur yağsa 
ferahlanmazlar; kıtlık gelip çatsa ümitsizliğe 
düşmezler. Görünüşte bir topluluktur onlar, ama 
yapayalnızlar. Birbirlerine komşu olmuşlardır; fakat 
birbirlerinden ayrılmışlardır, uzaklaşmışlardır. 

Birbirlerine yakındırlar, fakat birbirlerini dolaşamazlar; 
akraba olmuşlardır; hallerini hatırlarını soramazlar. 
Kinleri yitmiş, halim, selim olmuş kişilerdir; hasetleri 
ölmüş, bilgisizdirler. Ne zararlarından korkulur onların, 
ne kötülüklerini gidermek için bir şey düşünülür 
haklarında. Yerin üstünü bırakmışlar, karanlığa 
varmışlardır. Geniş yeryüzünü bırakmışlar, daracık bir 
yere sığınmışlardır; ehillerinden, ayallerinden 
ayrılmışlar, garip olmuşlardır. Ayakları yalındır, 
bedenleri çıplak. Dünyadan, amelleriyle ayrılmışlardır 
ancak. Ebedî yaşayış yurduna göçmüşler, orada mekân 



tutmuşlardır. Nitekim noksan sıfatlardan münezzeh 
olan da, "Önce nasıl yaratmaya başladık, yarattıysak, 
tekrar yaratacağız; bu, vaadlmizdlr bizim ve gerçekten 
de yapacağız, gücümüz yeter yapmaya" buyurmuştur 
(Enbiyâ,104). 



•k jc jc 



113 



Dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim; çünkü orası 
çadırın söküleceği yerdir; suyuna, otuna kapılıp 
oturulacak yer değildir. Aldanış sebepleriyle 
bezenmiştir, süsüyle aldatmıştır. Bir evdir ki Rabbinin 
katında horlanmıştır. Helâlî haramına, hayrı şerrine 
katılmıştır. Yaşayışı ölümledir, tatlılığı acılıkla. Yüce 
Allah, dostlarına arı-duru etmemiştir onu; 
düşmanlarından da sakınmamıştır onu. Hayrı azdır, 
şerri çok. Ondan toplanan biter; devleti tez alınır gider; 
onu onaran harap eder. Ne hayır var o evde ki yapısı 
çöküp gidecek, ne fayda umulur o ömürden ki yenilen - 
içilen şeyler gibi eriyip bitecek; ne bereket aranır o 
yolculuktan ki sonu gelecek; konulacak yere varılıp 
ulaşılacak. 

Allah'ın size farz ettiği şeylere çalışın, çabalayın; 
sizden dilediği hakkını edâ etmeye uğraşın; 
çağrılmadan önce ölümün çağrısına kulak verin, onu 
duyun. Zahitlerin, dünyada gülseler bile gönülleri ağlar, 



ferahlasalar bile hüzünleri artar, lütuflara uğrasalar, 
halk bu yüzden gıpta etse bile onlar, az kulluk ettikleri 
için kendilerine kızarlar. 

Sizinse ecellerinizi anmanız yitip gitmiş, yalan 
istekler sizi kavrayıp kaplamış; dünya, âhiretten fazla 
sizi avcuna almış; tez elde edilen dünya nimeti, 
zamanla elde edilecek âhiret nimetini gönüllerinizden 
çıkarmış. Siz Allah dininde kardeşlersiniz; fakat sizi 
birbirinizden ancak üzerlerinizdeki pislik, 

gönüllerinizdeki kötülük ayırdı, aranıza ayrılık saldı; 
birbirinize yardım etmiyorsunuz, birbirinize öğüt 
vermiyorsunuz, birbirinize ihsanda bulunmuyorsunuz, 
birbirinizi sevmiyorsunuz, sevişmiyorsunuz. Ne oluyor 
size de, dünyada elde ettiğiniz az bir şey sizi 
ferahlandırıyor, âhiretten yitirdiğiniz çok çok lütuflar, 
sizi hüzne salmıyor? Dünyadan yitirdiğiniz az, 
ehemmiyetsiz şeyler, sizi ıstıraba atıyor; belirtisi 
yüzlerinizde görünüyor, sabrınızın azlığından beliriyor; 
elinizden çıkana dayanamadığınız anlaşılıyor. Sanki 
dünya, durup kalacağınız durağınızmış, malı-mülkü de 
sanki hep elinizde kalacakmış, yitip gitmeyecekmiş. O 
da ayıbını yüzüne karşı söyler diye korkuyorsunuz da 
hiç biriniz, kardeşinin ayıbını yüzüne karşı söylemiyor, 
ona öğüt vermiyor. Bir müddet sonra gelip çatacak 
âhireti terk etmeyi, elinize hemen geçecek dünya 
sevgisine katıp onu bulandırdınız; din sözü yalnız 
ağzınızda, sanki onu bir kerecik tattınız. Sanki her 
biriniz işini görmüş, bitirmiş, efendisinin razılığını elde 
etmiş. 



* * * 



120 



Andolsun Allah'a ki tebliğ edilen emirleri, 
tamamlanan vaadleri, söylenen tüm sözleri bildim 
ben. Biz Ehlibeytin katındadır hikmetin kapıları; işlerin, 
aydınlatıcı ışıkları. 

Bilin ki dinin hükmü birdir; yolları pürüzsüz, 
aksaksız-dır. Kim onlara uyar, o yolu tutarsa umduğuna 
erer, ganimetler elde eder; kim durursa, o yoldan 
saparsa nedamete düşer. Azıkların hazırlandığı gün 
için, gizli şeylerin meydana çıkacağı çağ için çalışın. 
Kime, bugünkü aklı fayda vermezse ondan uzak olan 
akıl, fayda vermekte daha da fazla acze düşer, 
zahmete uğrar; açık olmayan can gözü göremez olur; 
gerçekten kayar; bugün bir fayda elde edemeyen, yarın 
büsbütün hayrete dalar. 

Bilin ki Allah'ın insana verdiği güzel dil, doğru söz, 
elde ettiği maldan da hayırlıdır, kendisine karşı minnet 
duymayan, şükretmeyen kişiye bıraktığı mirastan da. 



•k ic ic 



131 



(Dünyayı kınayan, yeren birisini duyup buyurdular ki:) 
A dünyayı yeren, kınayan, sonra da onun 
aldatışlarına kapılan, olmayacak şeylerine aldanan, 
sonra gene de tutup onu kınamaya kalkışan, dünyaya 
aldanan sen değil misin ki tutup kötülüyorsun onu? 
Dünyada suç işleyen sen misin, o mu? Ne vakit yolunu 
azıttı senin dünya; ne vakit aldattı seni dünya? 
Bedenleri çürüyüp dağılmış atalarınla mı aldattı seni; 
yoksa toprak altında yatan analarının mezarlarıyla mı 
kandırdı seni? Hastalıklarında nice hizmetlerde 
bulundun onlara; nice çalıştın iyi olmaları için; onların 
şifâ bulmalarını istedin, hekimlere başvurdun, çâre 
diledin. Esirgemen hiç birine fayda vermedi; bu 
hususta dileğin bir türlü olmadı; gücünle, kuvvetinle 
onlardan ölümü gideremedin gitti. Dünya onların 
halleriyle örnek gösterdi sana; mezarlarıyla mezarını 
hatırlattı sana. 

Dünya, gerçekten de onun sözünü gerçek bilene 
gerçeklik yurdudur; anlayana esenlik yurdu. Ondan 
azığını düzene zenginlik yurdudur; öğüdünü tutana 
öğüt yurdu. Allah dostlarının secde ettikleri yerdir; 
Allah'ın meleklerinin namaz kıldığı yer. Allah'ın 
vahyinin indiği yerdir; Allah dostlarının alış-veriş ettiği 
yer; orada rahmet kazanırlar; orada cennet elde 
ederler. Kim dünyayı yerebilir, kınayabilir ki o 



kendisinden ayrılacağını yüce sesle bildirmiştir ona; 
kendisinin de, ehlinin de zevalini haber vermiştir ona. 
Belasıyla belâya örnek verir; sevinciyle sevince yol 
gösterir. İnsan, sağ esen yatar; derde, mihnete uğrayıp 
kalkar, bunu da insanları teşvik için, korkutmak için, 
ürkütmek için, çekindirmek için yapar. Yarın nedamete 
düşenlerdir onu kınayanlar; başkalarıysa onu överler. 
Çünkü dünya onları korkutmuştur, korkmuşlardır; 
onlara söz söylemiştir, doğru bulmuşlardır; öğüt 
vermiştir, öğüt almışlardır. 



4. Bölüm 



İÇTİMAÎ-İKTİSADİ HUTBELERİ 

ÜMMET ARASINDA, EHİL OLMADIKLARI HALDE 
HÜKMETMEYE KALKIŞANLAR HAKKINDA 



17 



Allah'ın yarattıklarından en fazla sevmediği iki 
kişidir: Birisi, dalâlete düşmüş, doğru yolda 
yürümekten vazgeç-miş, gerçek yoldan sapmış, başı 
boş bir hale gelmiştir. Sonradan uydurulan şeyleri över, 
onlarla oyalanır; halkı da sapıklığa sürer, yoldan çıkarır. 
Kendisine uyup azana fitnedir; kendisinden öncekilerin 
yolundan azmıştır. Yaşarken de, ölümünden sonra da 
kendisine uyanları azdırır. Başkalarının suçlarını da 
yüklenmiştir; kendisi de kendi suçuna batmış gitmiştir. 



Birisi de bilgisizlikleri nefsinde toplamış kişidir; 
bilgisizlerin yollarını azdırır. Yeni çöken, her yanı 
kaplayan fitne karanlıklarına dalmıştır; uzlaştırmada 
kör mü kördür. Bilmeyenler, bilgin adını takarlar ona; 
oysa bilgiden haberi bile yoktur. Geceyi sabahlamıştır 
da azı daha hayırlı olan şeylerin çoğunu toplamıştır. 
Sonunda pis, kokmuş suyla karnını şişirir; aşağılık 
şeyleri toplar, yığar, defîne, hazîne sanır. İnsanların 
arasında, kendisinden gayrı kişileri şüpheli şeylerden 
kurtarmayı iş edinerek hüküm vermeye oturur. 
Kendisine, bilinmeyen şeylerden biri sorulsa saçma- 
sapan sözlere başlar; kesin hükmü verir; oysa ki 
kendisi, şüpheler içindedir de örümcek ağına düşmüş 
sineğe benzer. Doğru mu hüküm verdi, yanlış mı, 
kendisi de bilmez. Doğru hüküm vermişse, yanlış 
olmasın diye korkar; yanlış hüküm vermişse, doğru 
olmasını umar. 

Bilgisizdir, bilgisizlikler karanlığında sendeler, yürür 
gider; kör develere binmiştir, haydar, sürer. Bir bilgiye 
diş vurmamıştır; dişi, bir bilgi lokmasını kesmemiştir, 
çiğnememiştir. Yelin, ovadaki kuru otları savurduğu 
gibi rivayetleri savurur gider. Andolsun Allah'a ki 
kendisine sorulan şeylerde hüküm vermeye gücü 
olmadığı gibi kendisine tapşırılan işe de ehil değildir. 
İnkâr ettiği şeyi başkası da bilmez de inkâr eder sanır; 
kendi vardığı, bulduğu yoldan-yordamdan başka bir yol- 
yordam olmadığına, başkalarının ayrı birer rey sahibi 
olamayacağına inanır. Kendisine karanlık görünen bir 
şey oldu mu, onunla kendisini de örter; kimseler 
bilmediğini bilmesin ister. Onun hükmündeki cevr-ü 



cefa yüzünden dökülen kanlar, kan ağlar, feryat eder; 
miraslar, haksızlığından şikâyetlenir, inler. 

Allah'a şikâyet ederim bilgisiz yaşayanlardan, 
sapıklıkta ölenlerden. Hakkıyla okunduğu takdirde 
onların katında kitaptan daha değersiz bir meta' 
yoktur; ama sözleri, söylediği yerlerden alınır, anlamı 
değiştirilirse onlarca, satışta daha ehven kâr getiren, 
değerde daha üstün olan bir meta' yoktur. Onlarca 
iyilikten daha kötü bir şey olamaz; kötülükten daha iyi 
bir şey bulunamaz. 



•k Jc Jc 



BİLGİNLERİN FETVALARDAN AYRILIKLARI 
HAKKINDA 



18 



Onlardan birine bir mesele söylenir; hükümlerden 
bir hükme bağlanması istenir, reyince bir hüküm verir. 
Sonra bu mesele, olduğu gibi ondan başka birine 
anlatılır; onun hükmüne aykırı bir hüküm verir. Sonra 
bu hüküm verenler, kendilerini hüküm vermeye 
memur eden imâmın katında toplanırlar; hükümlerini 
anlatırlar. O da hepsinin hükmünün doğru olduğunu 
hükmeder. Peki, Allah'ları bir, Peygamber'leri bir, 



kitapları bir bunların, noksan sıfatlardan münezzeh 
olan Allah mı birbirlerine aykırı hüküm vermelerini 
emretmiştir onlara da, itaat etmişlerdir bu emre? 
Yoksa onları bundan nehiy mi etmiştir de isyan 
eylemişlerdir ona? Yoksa ortak mıdırlar onunla da 
onlar söyleyecekler, o da razı olacaktır onlardan? 
Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, tam bir 
din indirmiştir de Rasûl sallallahu aleyhi ve âlihî, onu 
tebliğ ederken anlatır, ahkâmını icra eylerken bir 
kusurda, bir noksanda mı bulunmuştur? Halbuki 
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, "Biz kitapta 
hiçbir şeyi eksik bırakmadık" der (En'âm, 38). "Biz 
sana her şeyi açıklayıp anlatan kitabı indirdik" buyurur 
(Nahl, 89). Kitabın bâzı âyetlerinin, bazı âyetlerini 
tasdik ettiğini bildirir; onda birbirini tutmaz sözler 
olmadığını beyan eder de o münezzeh mâbud, "Allah 
katından gayrı bir yerden gelseydi, onda birbirini 
tutmaz birçok şeyler bulurlardı" buyurur (Nisa', 82). 

Gerçekten de Kur'ân'ın dışı, güzel mi, güzeldir; 
insan şaşırır kalır; iç yüzüyse derin mi, derindir; sonuna 
erilemez; künhüne varılamaz. Sırlarının sonu 
bulunmaz; karanlıklar, ondan başka bir şeyle 
aydınlanmaz. 



•k ic ic 



23 



(Allah'a hamd'ü sena, Peygamberine ve soyuna 
selavattan) Sonra, gerçekten de rızık, gökyüzünden 
yere, yağmur katreleri gibi iner; herkese ayrılan 
miktarca, artık-sız, eksiksiz gelir çatar. Biriniz, 
kardeşinde ehil, ayal, mal, yahut sıhhat, şeref, mevki 
gibi bir yönden fazlalık görürse kötü düşüncelere 
kapılmasın; ona fitne olmasın. Çünkü Müslüman olan 
kişi, anıldığı zaman aşağılığa düşecek, kötü kişiler 
tarafından söylenip kınanacak, aşağılık bir şeyi varsa 
onu gizler, halka göstermez. Kumar oynayana benzer 
âdeta; kendisini zarardan, ziyandan kurtaracak ilk zarı 
bekler ki faydalar elde etsin; borcundan, ziyanından 
silkinsin, gitsin. Kendisinde hainlik olmayan Müslüman 
da Allah'tan, iki güzel şeyden birini 76 bekler: Ya Allah 
tarafından çağıranın çağırışını; çünkü Allah katındaki 
onun için daha da hayırlıdır; yahut da Allah'ın vereceği 
rızkı, o, bu bekleyişin sonucunda ehle, ayale, mala- 



76 - İki güzel şeyden biri, 9. sûrenin (Tövbe), "De ki: Bizim ya 
gazi, yahut şehit olmamızdan, o iki güzel âkıbet-ten birine 
uğramamızdan başka bîr şey mî gözetmede-siniz" mealindeki 
52. âyetine işarettir. 



mülke kavuşur, dînini, soyunu, sopunu da korumuş 
olur. 

Gerçekten de mal ve oğullar, 77 dünya ekinidir, 
dünya kazancıdır; iyi işlerse âhiret ekinidir, âhiret 
kazancıdır, Allah bâzı kişilere ikisini de verir. 

Allah'tan sakının; çekinmenizi buyurduğu şeylerden 
çekinin; korkun ondan; ama özür getirerek değil. 
Kullukta bulunun; halk görsün, duysun diye değil 78 . 
Çünkü kim, Allah'tan başkası için kulluk eder, iyi iş 
işlerse Allah, kimin için kulluk ettiyse, iyi işler işlediyse 
ona havale eder o kulu. Bizse Allah'tan, şehitlerin 
duraklarını istemekteyiz; kutlu kişilerin geçimlerini, 
yaşayışlarını dilemekteyiz; peygamberlere yoldaş 
olmayı niyaz etmekteyiz. 

Ey insanlar, hiçbir kimse, isterse mal mülk olsun, 
soyuna-boyuna muhtaç olmaktan müstağnî kalamaz; 
elleriyle, dilleriyle onu korumalarına, kötülükleri ondan 
gidermelerine boş veremez. Soy-boy, adamı koruyan 
en güçlü kişidir; insanlar içinde onun perişanlığını en 
fazla derleyip toplayan onlardır; ona bir belâ gelip 



77 - Mal ve oğullar. 42. sûrenin (Şûra), 20. âyetine işaret 
edilmektedir. 3. sûrenin (Âl-i İmran), 146-147. âyetlerinde, 
Allah'tan yarlıganmak, kâfirlere üstün olmak için yardım 
dileyenlere, Allah'ın, dünya nimetlerini ve âhiretin güzel 
mükâfatını verdiği beyan buyrulmaktadır; bu âyetlerden 
iktibaslarda bulunulmuştur. 

78 - "Kullukta bulunun, halk görsün diye değil" sözlerinde, 
gösterişin ameli batıl kıldığı bildirilir. Emre uyup çekinen, suç 
işlemekten uzaklaşır; uymayan, suç işledikten sonra nadim 
olur, özür diler; elbette birincisi daha makbuldür. 



çatsa, ona en fazla taraftarlık eden, onu görüp gözeten 
onlardır. 

Allah'ın, insanlardan birine verdiği doğru söz, doğru 
öz, başkasına miras olarak bırakacağı maldan 
hayırlıdır. 

Duyun, bilin ki içinizden biri, yakınlarından birinin 
ihtiyacını gördü mü, vermezse malını arttırmayacak, 
verirse eksiltmeyecek şeyi versin; onun ihtiyacını 
gidersin. Kim soyundan-boyundan el çeker, onlara 
karşı elini yumarsa, onlardan bir el çekilmiş olur; ama 
kendisi için de onlardan bir çok elin çekilmesine sebep 
olur. Kim soyuna-boyuna karşı yumuşak davranır, 
lütufta, ihsanda bulunursa, soyundan-boyundan 
boyuna sevgi bulur, saygı görür. 



•k ic ic 



38 



ŞÜPHEYE DÂİR 



Şüpheye, gerçeğe benzediğinden şüphe adını 
verdiler; ama Allah dostlarının ışıklarında tam gerçeği 
görüş, hakkı buluş vardır; delilleri doğru yolu gösterir. 
Allah düşmanla-rının çağrılarındaysa sapıklık vardır; 
delilleri körlüktür; ölümden korkan, ondan kurtulamaz; 
yaşamayı seven, yaşayışı elde edemez. 



•k ic ic 



41 



Gerçekten de vefa, doğrulukla ikizdir; ondan daha 
vefalı bir kalkan da bilmiyorum ben; dönüp varacağı 
yeri bilene gadretmez o. Öyle bir zamana geldik, öyle 
bir günde sabahladık ki bu zamandakiler, bu günde 
yaşayanlar, vefasızlığı, hainliği, iş başarma sanıyorlar, 
tedbirde bulunma sayıyorlar; bilgisizler de bu çeşit 
kişileri, iyi iş bilir kişiler biliyorlar, güzel düzenler 
düzüyorlar diyorlar. Ne oldu onlara? Allah gebertsin 
onları. Aklı fikri olan, hîleyi, düzeni görür, ona giden 
yolu bulur; ama onun ardında Allah'ın emrinden, 
nehyinden bir engel vardır. Apaçık gördüğü hîleye gücü 
kudreti yeterken bırakır onu, tenezzül etmez ona. Ona 
tenezzül eden, fırsatını bulup o düzene başvuran kişi, 
din hususunda çekinmesi, sakınması olmayan kişidir 

ancak. 

* * * 



50 



Gerçekten de fitnelerin meydana çıkışı, dileklere 
uyul-madandır ancak; sonradan uydurulan hükümlere 
kapılma-dandır mutlak. Bunlarda Allah'ın kitabına 
muhalefet vardır. Bunlara sarılanlar, Allah'ın dîninde 
olmayanlara katılanlardır. Batıl, gerçekten tam 
ayrılsaydı, arayanlardan gizli kalmazdı. Gerçek de batıl 
oluş şüphesinden tam arınsaydı inatçıların dillerine 
düşmezdi. Fakat bundan bir avuç alınmıştır; ondan da 
bir avuç; sonra birbirine karılmıştır, katılmıştır. Bu 
yüzden de şeytan, dostlarına saldırır; onları batıla 
daldırır; ancak Allah, önceden kimlere güzel bir 

mazhariyet verdiyse, onlar kurtulur. 

* * * 

76 



Allah rahmet etsin o kişiye ki hükmü duyar, işitir de 
beller, tutar; doğru yola çağrılır da yaklaşır, o söze uyar; 
bir kılavuzun kemerine yapışır, eteğine sarılır da 
kurtulur gider. Rabbinin emrini gözetir; ona karşı suç 



işlemekten korkar; özü doğru olarak iyi işlere, 
kulluklara koyulur; iyi işlerde, kulluklarda bulunur. Azık 
olarak saklananı kazanır; çekinilmesi gereken şeyden 
kaçınır;oku atar, amacı vurur; karşılığını elde eder, 
bulur. Dilediğine karşı durur; isteğini yalancı bulur; 
sabrı, kurtuluşuna binek yapar; çekinmeyi ölüm günü 
için hazırlar. Apaçık, besbelli yola at sürer; bembeyaz, 
apaydın delile sarılır gider; fırsatı ganimet sayar, ecele 
hazırlanmaya yeler, kulluğu kendisine azık eder. 



•k ic ic 



81 



Ey insanlar, zahitlik, az ummaktır; nimetler elde 
edilince şükretmektir; haramlardan çekinmektir. 
Olmayacak ümitlerden, erişilmeyecek isteklerden 
vazgeçerseniz, bunlar sizden uzaklaşırsa haram da 
sabrınıza üst olamaz. Nimetlere ulaşınca şükretmeyi 
unutmayın. Gerçekten de Allah size, apaydın, apaçık 
delillerle özür dilemenizi bildirmiştir; özür dilenmesi 
aydınlanmış, görüp duran kitapla bunu anlatmıştır. 

83 



Hamd Allah'a ki kudretiyle, yarattıklarından 
münezzehtir,üstündür; kuvvetiyle, lütfuyla yakındır; her 
ganimeti, her üstünlüğü verendir, her büyük belâyı, 
çetin musîbeti giderendir. Boyuna gelip duran, coşup 
akan lütuflarına, eksilmeyip erişen nimetlerine hamd 
ederim, onu överim. İnanırım ona ki evveldir, 
halkedendir; hidâyet isterim ondan ki kula yakındır, 
doğru yola sevk edendir. Yardım isterim ondan ki 
üstündür, gücü yetendir; dayanırım, güvenirim ona ki 
yardımı yeter bana, yardım edendir. Bilirim-bildiririm ki 
Muhammed Sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem 
kuludur, rasûlüdür; göndermiştir onu buyruğunu yerine 
getirmesi, delillerini bildirmesi kulların çekinmelerini 
sağlaması için. Allah kulları, size Allah'tan çekinmenizi 
tavsiye ederim ki size örnekler getirmiştir; size vakitler 
tayin ve takdir etmiştir. Bezendiğiniz libasları 
giydirmiştir size; geçiminizi yüceltmiştir sizin; 
yaptıklarınızı kavramıştır; amellerinizin karşılığı 
verilecek güne sizi hazırlamıştır. Seçmiştir sizi olgun 
nimetlerle, geniş ihsanlarla ve korkutmuştur sizi açık 
ve yerinde delillerle. Bir-bir saymıştır sizi; 
müddetlerinizi tayin etmiştir sizin; şu sınanma 
konağında, şu ibret yurdunda. Siz sınanmadasınız 
burada; yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz orada. 
Gerçekten de dünya bir sudur ki, bosbulanık, kapkara. 
İçilecek yeri çamurludur, meşakkatli. Görünüşü hoştur; 
aldananı helak eder. Bir aldatıcı düzencidir, yok eder; 
bir aydınlıktır, batıp gider. Bir gölgedir, geçiverir; bir 



dayançtır, çöküverir. Kendisinden korkan alışıncaya, 
ürkenin yüreği yatışıncaya dek durur; sonra ayaklarıyla 
ezer, çiğner; tuzağına düşürür, ipleriyle avlar; oklarıyla 
oklar; insanı ölüm kementleriyle kıskıvrak bağlar; onu 
uyunacak daracık yere sürer-götürür; dönülüp varılacak 
korkunç yere iletir; apaçık görgü yerine, yapılan işlerin 
karşılığı verilecek yere yürütür. Böylece sonra gelenler, 
geçip gidenlerin peşlerine düşerler. Ne ölüm öç 
almaktan, can yakmaktan kalır; ne yaşayanlar suç 
işlemekten usanır. Herkes birbirine uyar-gider; ard arda 
tâ sona dek yok oluncaya dek hepsi de geçer. Sonunda 
işler biter; zamanlar tükenir-gider, yayılma zamanı 
yaklaşır. Onları kabirlerin içlerinden, kuşların 
yuvalarından, yırtıcı canavarların inlerinden, helak 
olacak yerlerden çıkarır da herkes, onun emrine uyup 
koşar; mahşer yerine yüz tutar. Toplanmışlardır, 
susarlar. Ayaktadır onlar, saf kurarlar. Göz onları görür 
çağıran onları duyar. Düşkünlük libâsını giyinmişlerdir 
aşağılık bir hale düşmüşlerdir. Hileler yitip gitmiştir 
ümitler kesilip bitmiştir; yürekler korkudan sinmiştir 
sesler ürkmekten dinmiştir; ter ağızlarına gem 
vurmuştur; korku büyüdükçe büyümüştür; kulaklar bile 
ürküp tir-tir titrer hakla batılın arasını kesin olarak 
ayıranın, herkese yaptığının karşılığı verileceğini 
bildirenin sesinden, azabın çetinliğinden, elde edilecek 
sevabın ümidinden. 

Onlar, kudretle yaratılmışlardır; takdir edilerek 
beslen-mişlerdir, yetiştirilmişlerdir; ölümün gelip 
çatmasıyla alın-mışlardır; kabirlere konulmuşlardır; 
toprak olmuşlar, çürü-müşlerdir; tek-tek, kimsiz, 
kimsesiz hasredilmişlerdir; yaptıkları neyse karşılığını 



elde etmişlerdir; soru için ayrıl-mışlardır. Dünyada 
kurtuluş vesilelerini elde etmeleri için mühlet verilmişti 
onlara; doğru yol gösterilmişti onlara; yapacakları, 
edecekleri işleri düşünüp yapmaları için ömür ihsan 
edilmişti onlara. Düşünceyle hareket etsinler, koşu için 
cins atlar hazırlasınlar, onları yetiştirsinler, iyi bir konak 
elde etmeye çalışsınlar, aceleye kapılmasınlar diye 
onlara fırsat verilmişti, mühlet verilmişti, gözlerinin 
önünden karanlıklar, şüphe sisi, işkil pusu kaldırılmış, 
giderilmişti. 

Ne yazık, ne yazık... Bu dos-doğru örnekler, bu şifâ 
veren öğütler, keşke tertemiz gönüllere, işitip duyan 
kulaklara, ayak direyip yapan erlere, ileriyi gören akıl- 
fikir sahibi kişilere söylenseydi. Duyup korkan, suç 
işleyip nadim olan, itirafta bulunan, korkup kulluğa 
yönelen, ibâdete koyulan, çekinip tâatlere başlayan, 
iyice bilip, inanıp güzel işler işleyen, ibret alıp kendine 
gelen, çağrıya uyup kötülükten geçen, geri dönüp tövbe 
eden, uyup yürüyen, gösterilen ve gören kişinin 
korktuğu gibi korkun, çekindiği gibi çekinin Allah'tan. 

Acele etti isteyip dileyen, kurtuldu korkan; buldu 
azığını; tertemiz etti özünü; onardı dönüp varacağı yeri. 
Göçeceği gün için, yöneleceği yol için, ihtiyacı olacak 
azığı, yokluk-yoksulluk yurdunda gerekecek 
konaklayacağı yerde hora geçecek azığı hazırladı; 
önceden yolladı. 

Allah kulları, Allah sizi ne için yarattıysa onu bilin 
de ona göre sakının ondan; sizin neden çekinmenizi 
buyurduysa iyice anlayın da ona göre çekinin ondan; 
gerçek olarak söylediği, vaadettiği nelerse, lâyık olun 



onlara, dönüp varacağınızı bildirdiği yerde azaba 
uğrayacak suçlar da nelerse çekinin onlardan. 

(Gene bu hutbeden): 

Size, kendisine kâr verecek, zarar getirecek sözleri, 
sesleri işitip duyan kulaklar, karanlıkları aydınlatacak, 
görüp anlayacak gözler, azasını derip devşirecek, 
düzülüp koşulmada, ömürleri boyunca birbirine uyacak 
yanları, yöreleri olacak bedenler verdi. Öyle bedenlerle 
bezedi sizi ki faydası dokunacak şeyler için duruşurlar; 
gönüller verdi size ki rızıklarını elde etmek için 
çalışırlar; onun en güzel nimetlerine ulaşmak, 
şükredilecek lütuflarına kavuşmak, esenlik bağışlarını 
almak, belâlarından kurtulmak için uğraşırlar. 

Sizin için ömürler takdir etmiştir ki müddetini 
gizlemiştir sizden; sizin için ibretler bırakmıştır, sizden 
önce gelip geçenlerden. İbretler var sizin için, yaşayıp 
ömür sürdükleri alanlarda; ölüm kemendi boğazlarına 
atılıp yok edilmeden önce mühlet bulup yaşadıkları 
mekânlarda. Ölümleri, muratlarına ulaşmadan sürdü- 
götürdü onları; ecelleri dağıttı, per-perişan etti onları. 
Bedenleri sağ-esenken hazırlanmamışlardı; fırsat 
ellerindeyken ibret almamışlardı. Acaba gençliklerinin 
en güzel çağlarında bulunanlar, ihtiyarlığı, kocalığın 
düşkünlüğünü mü beklerler? Sağ-esen yaşayanlar, 
hastalık zamanını mı isterler? Yaşayıp ömür sürenler, 
yokolma çağını mı dilerler? Üstelik, kişinin dünyadan 
geçip gitmesi, göçüp yürümesi, el-ayak titremesi, 
yüreğin yanıp erimesi, tatlı tükürüğün boğazdan acı-acı 
geçmesi, yardıma koşsunlar, bir meded etsinler diye 
torunlara, yakınlara, yücelere, eşe-dosta bakınması da 
yakındır. Ama soylar-boylar, bu sonucu hiç 



giderebildiler mi? Yahut ağlaşıp sızlaşanlar bir fayda 
verebildiler mi? O anda kişi, ölüp gidenlerin 
mahallesine bırakılmıştır; daracık mezarda tek başına 
kalmıştır: O anda kurt-kurş derisini didip sökmededir; 
yiyip sömürenler, nazlı, nâzik bedenini çekip 
sökmededir; kasırgalar tozunu-toprağını savurmadadır; 
olaylar adını-sanını silip süpürmededir. Bedenler 
taptazeyken çürüyüp dökülmüştür; kemikler kuvvetle 
dururken erimiş gitmiştir. Canlar, ağır yüklerin altına 
girmişlerdir; gizli âlemin haberlerini duyup iyice 
inanmışlardır. Artık onların iyi işlerinin fazlalaşması da 
istenilmez; kötü işlerinden dolayı özür dilemeleri de 
beklenilmez. Siz de o toplumun oğulları, babaları, 
kardeşleri, yakınları değil misiniz? Onlar gibi siz de 
gideceksiniz; onların yoluna yöneleceksiniz; onların ana 
yoluna ayak basacaksınız. Ama gönüller, o paydan 
nasipsiz, gaflete dalmış, kararmış; doğru yoldan 
habersiz, her yanlarını kötülükler sarmış. Gidilecek 
yoldan başka bir yola düşmüşler; sanki söylenenler 
onlara değilmiş; sanki doğru yolu buluş, dünyalarını 
elde etmekten ibaretmiş. 

Bilin ki geçidiniz sırattır; uğradığınız, ayakları 
kaydıran, kayıp sürçüp düşülmekten korkutan, 
korkuları bir daha, bir daha çatan yerleridir. Allah'tan 
korkun, düşünceler gönlünü alan, korku bedenini 
yoran, gece namazları uykusunu kendisine haram 
eden, ümit, gündüzlerini susuzlukla geçirten, akıllı- 
fikirli kişinin korktuğu gibi. Sakınıp çekinmek, öyle 
kişiyi nefis isteklerine uymaktan men etmiştir; Hakk'ı 
anmak, başka sözlerden dilini almıştır; korkuyu, emin 
olmaktan daha öne salmıştır; dosdoğru yoldan 



alıkoyan düşünceler bir yanda kalmıştır; dileğine varan 
yola gitmek için yoların en doğrusuna, en aydınına 
dalmıştır. Onu aldatmamıştır aldatan, kandıran şeyler; 
gözlerini örtmemiştir, kapatmamıştır şüpheli şeyler; 
oysa ki müjde ferahlığını, sevincini elde etmiştir; en 
tatlı uykusuna, esenlik nimetleriyle yatmıştır, soru 
gününden eminliğe yetmiştir. Gerçekten de şu çabucak 
geçilen geçitten geçip gitmiştir; ilerde varılacak yerin 
azığını önceden tedarik etmiştir; ürkmüştür de işe 
koyulmuştur; mühleti fırsat bilip tez davranmıştır; 
isteğe rağbet eylemiştir; korkulacak şeyden 
kokmuştur; bugünden yarını gözetmiştir; varılacak 
olan, önünde bulunan âleme bakmıştır, görmüştür. 
Artık cennet yeter sevap olarak, mükâfat olarak; 
cehennem yeter azap olarak, mücâzât olarak; Allah 
yeter öç almak ve yardım etmek bakımından ve kitap 
yeter delil getiriş ve düşmanlığa kalkış bakımından. 

Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim size; özür 
getirmenize meydan bırakmadı; korkuttuğu şeyleri 
bildirdi size. Gösterdiği apaçık ana yolu delilleriyle 
anlattı size. Gönüllere gizlice görülmeden giren, 
kulaklara işitilmeden afsunlar okuyan, üfleyen 
düşmandan çekinmenizi buyurdu size. O düşman, 
kendisine uyanları saptırdı, helak etti; vaad etti, aldattı; 
suçların kötülerini bezedi; helak, eden büyük günâhları 
kolay gösterdi. Derken kendisine eş-dost olanı yavaş- 
yavaş avladı; sözlerine uyanı kıskıvrak bağladı; sonra 
da bezediğini inkârdan geldi; kolay gösterdiğini 
büyüttü, büyük bir suç olduğunu söyledi; yapılmasında 
hiçbir şey olmadığına kandırıp işlettiği günahlardan 
çekindirmeye kalkıştı. 



(Aynı Hutbeden, İnsanın Yaratılışına dâir 
buyurdular ki): 

Bu, o yaratık değil midir ki onu rahimlerin karanlık- 
larında, perdelerin içinde düzdü-koştu; dökülüp 
saçılmış erlik suyuydu; yaratılışı noksan kan parçasıydı, 
pıhtıydı; rahimde bir yavruydu; çıkıp süt emer oldu; bir 
çocukcağızdı, ergenlik çağına geldi. Sonra ona, 
duyduğunu belleyen bir gönül, söyleyip konuşan bir dil, 
bakıp gören bir göz verdi de duyup gördüğünü anlar, 
ibret alır, kötülüklerden kaçar, kaçınır bir hale getirdi. 
Derken dümdüz kalktı; bedeni boy attı; boynunu 
kaldırdı, baş çekti; kötülüğe yüz çevirdi, yöneldi; hevâ 
ve hevesini yüklendi; dünyasına çalıştı, meşakkate 
düştü; zevkindeki tatlara atıldı; aklına gelen dileklere 
kapıldı. Öyle bir halde ki bir musibete uğrayacağını 
ummaz; çekinilecek bir şeye düşeceğinden korkmaz; 
bu sürçmelerle az bir ömür sürer; bu fitneler içinde 
aldanarak ölür gider. Dünyada bir karşılık elde etmez; 
kendisine farz olan şeyleri de yerine getirmez. Bu 
sırada o serkeşlik çağının geri kalan bir ânında, 
zevkine pervasızca dalmışken ölüm belâsının 
mihnetleri gelir-çatar; şaşırır-kalır; ağlayıp inleyerek 
geceyi gündüz eder; uykusuzluktan biter; elemlerin 
pençesine düşer, zahmetler çeker; ağrılara-sızılara 
uğrar, illetlere, hastalıklara karar. Yüreğinin başı 
kardeşinin yanında, esirgeciyi babasının katında 
eyvahlar olsun der; göğsünü döver. Can verirken 
kendinden geçer; öyle bir andır o ki derdi arttıkça artar; 
inledikçe inler; canı bedenden çekilir; mihnetlerine 
mihnetler katılır. Ölünce dünyadan elini-ayağını çeker; 
kefenine sarılır; her şeye boyun verir, çekilir; sonra onu 



tabutuna korlar; yorulmuş, işi bitmiştir; hastalıktan 
erimiş-gitmiştir. Oğullar, kardeşler toplanırlar; onu 
yüklenirler; gariplik yurduna, bir daha ziyaretçisi 
gelmeyecek yerine getirirler onu. Geçirenler ayrılınca, 
acısına düşenler dönünce onu, şaşırıp kalınacak soruya 
cevap vermek, derde dert katan sınanmaya 
hazırlanmak için çukurunda oturturlar. Belâların en 
büyüğü de oradadır, o zamandır: "Kaynar suyla ziyafet 
veriliş ve cehenneme atılış." (56; Vakıa, 93-94) Alev- 
alev yanan ateşin coşup kavrayışı, çekip alan azabın 
saldırışı. Ne azabın durması var ki kişi biraz rahat etsin; 
ne dinlenmesi var ki eziyet birazcık gitsin; ne bir kuvvet 
var ki onu gidersin; ne ölüm var ki insan kurtulsun; ne 
birazcık uyku var ki azabı unuttursun. Kişi, çeşit-çeşit 
ölümler içinde, zamandan zamana yenilenen azaplar 
içinde yaşar; gerçekten de biz, Allah'a sığınırız. 

Ey Allah kulları, nerede o ömür sürenler ki 
nimetlere gark oldular; nerede o bilgi belleyenler ki 
anlar, bilir bir hâle geldiler? Mühlet verildi onlara, 
gaflete daldılar; sağ-esen oldular, unutup gittiler. Uzun 
zaman mühlet buldular; fırsat elde ettiler; lütuflara, 
ihsanlara nail oldular; çetin azaplarla korkutuldular; 
büyük sevaplarla müjdelendiler. 

Korkun insanı helak çukuruna atan günahlardan, 
gazaba uğratan ayıplardan. Ey gören gözleri, duyan 
kulakları olanlar; ey afiyete dalanlar, dünya matahını 
elde edenler. Var mı bir kaçacak durak, kurtulunacak 
oğrak? Var mı bir sığınılacak, güvenilecek, uğranılacak 
yatak? Var mı, yoksa yok mu? Öyleyse nereye 
dönüyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, neye 

aldanıyorsunuz? Bu kadar uzunluğuna enliliğine karşı 



gene de her birinizin yeryüzünden payı olan yer, düşüp 
yanağını yere koyacağı, boyunca bir yer. Allah'ın kulları, 
şimdi çalışmaya koyulun ki henüz ip, boynunuza 
atılmamıştır; can henüz bedenlerinizdedir. Şimdi doğru 
yolu arayıp bulmak, geri kalan ömrünüzden 
faydalanmak zamanıdır; bedenleriniz sağ-esendir; 
toplaşıp çâre bulmaya zamanınız vardır; elinizdedir 
ömrünüzden kalan mühlet; elinizdedir güç-kudret; 
tövbe etmeye henüz vardır müddet; genişlik 
çağındasınız; dileyebilirsiniz hacet; çalışın sıkıntıya, 
darlığa düşmeden önce; darlığa, dağınıklığa çatmadan 
önce; çalışın görünmeyen, fakat beklenen gelmeden; 

üstün ve kudret sahibi olan sizi ansızın almadan. 79 

* * * 



86 



Şüphe yok ki gizli şeyleri bilir; içten geçenlerden 
haber alır. Onundur her şeyi kavrayış, her şeye üst oluş, 
her şeye gücü yetiş. Artık sizden iş gören görsün 
mühlet günlerinde eceli gelip çatmadan; işsiz 
çağlarında iş başa gelmeden; soluk alıp verme yolu 



79 - Bu hutbeyi okurlarken tüyler ürpermiş, gözler nem- 
lenmiş, gönüller halden hale girmiştir. 



açıkken kavrayıp sıkılmadan, fırsat geçip gitmeden. 
İnsanın varacağı yeri döşeyip dayaması, oturacağı yere 
azık hazırlayıp götürmesi gerek. 

Allah için olsun ey Allah kulları; çalışın kitabında 
buyurduklarını korumaya, size ariyet olarak verdiği 
hakları gözetmeye. Çünkü Allah sizi boş yere 
yaratmadı; başı boş bırakmadı; bilgisizliğe, körlüğe 
atmadı. Eserlerinize ad taktı; yaptıklarınızı bildi; 
ecellerinizi yazdı. Size her şeyi anlatan bir kitap indirdi; 
Peygamberini bir zaman sizin içinizde yaşattı; sonunda, 
kendi razı olduğu dînini, kitabında indirdiği, bildirdiği 
şeylerle, onun için de tamamladı, kemâle getirdi; sizin 
için de ve onun dilinden bildirdi size, amellerden 
sevdiklerini ve sevmediklerini; nehyettiklerini ve 
emreylediklerini. Artık özür getirmeyi size bıraktı da 
kesin delili aleyhinize tamamladı; tehdîdi öne sürdü de 
bildirdi size; önünüzdeki çetin azapla korkuttu sizi. 
Günlerinizin geri kalanlarından faydalanın da o müddet 
içinde olsun nefislerinizin isteklerine karşı dayanın; 
çünkü gaflet içinde geçen bir çok günlerinize karşı bu 
sabredeceğiniz günler azdır; o günlere dalacağınız, 
onları tutacağınız zaman kısadır. Nefislerinize ruhsat 
vermeyin ki o ruhsat verişler, zulmedenlerin yollarına 
sürer, götürür sizi; gönüllerinizin kabul etmediği şeylere 
yönelmeyin ki o yönelişler, suçlara yürütür sizi. 

Allah'ın kulları, gerçekten de kendisine en fazla 
öğüt veren, Rabbine en fazla itaat edendir; kendisini en 
fazla aldatan da Rabbine en fazla isyanda bulunandır. 
Aldanan, kendisini aldatır; özenilen, gıpta edilen dînini 
selâmette tutandır. Kutlu kişi, o kişidir ki başkasını 
görür de ibret alır; kötü kişi, o kişidir ki isteğine kapılır, 



kendisini aldatır. Bilin ki az riya şirktir; hevâ ve heves 
ehliyle düşüp kalkmak, îmânı unutmaktır; şeytanı 
çağırmak, onunla düşüp kalkmaktır. Sakının yalandan; 
yalan, îmânın zıddıdır; gerçek kişi, kurtuluş yerindedir, 
ululuk mahallindedir, yalancıysa hevâ ve hevesine 
uyup horluğa düşülecek yerdedir. Birbirinize haset 
etmeyin; çünkü haset, ateş, olduğunu nasıl siler 
süpürürse, îmânı öyle siler süpürür. Birbirinize 
buğzetmeyin; çünkü buğuz, iyilikleri yok eder, 
bereketleri giderir-gider. Bilin ki dilek, istek, aklı 
yanıltır; Allah'ı anmayı unutturur. Dileği-isteği 
yalanlayın; çünkü o aldatıştır; sahibi de aldanmıştır. 



•k ic ic 



87 



Allah kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o 
kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, 
hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi 
gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl- 
parıl parlamaya, gönlünü ısıtmaya başlamıştır; 
konaklayacağı gün için de konukluk azığını 
hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin 
şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da (izlerin sonunu) 
görmüştür; anmıştır da (hayır işleri) çoğaltmıştır. Tatlı, 



duru suyu kana-kana içmiştir de ırmağın su içilecek 
yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz 
yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; 
bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da 
bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla 
başbaşa kalmıştır. Körlük sıfatından çıkmıştır; heves 
ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet 
kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, 
aşağılıklar kapılarına kilit haline gelmiştir. Gittiği yolu 
görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini 
tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, 
sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, 
şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl-parıl 
parlar durur; her kendisine baş vurana cevap 
vermekte, her parça-buçuğu aslına ulaştırmakta, 
kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için 
işlerin en yücesine adamıştır. Karanlıkların ışığıdır o, 
şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin 
anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız 
çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. 
Özünü, işini-gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; 
Allah da ona ihlâs nasîp etmiştir. O, Allah dîninin 
mâdenlerindendir; Allah'ın yerinin direklerindendir. 
Kendisine adaletle muameleyi gerekli kılmıştır; 
adaletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, 
hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; 
onunla da amel eder. Hayır için bir sınır yoktur ki oraya 
varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona 
sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu 
çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede 



indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya 
konar. 

Bir başkası da var; adını bilgin takar; o adın ehli 
değildir; bilgisi yoktur; bilgisizlerden birkaç bilgisizliği; 
sapıklardan bir kaç sapıklığı yanına-yöresine 
toplamıştır; insanlara, aldatış ağlarını germiştir; 
kandırış tuzaklarını kurmuştur; yalanlar söylemektedir; 
kitabı, dileğince anlatmaktadır; gerçeği isteğine 
uydurmaktadır. İnsanları pek büyük tehlikelerden 
kendine emin eder; büyük suçları onlara kolay gösterir 
gider. Der ki: Şüpheli şeylerde duraklarım; oysa şüpheli 
şeylerin ta içine düşer; bidatlerden çekinirim der; oysa 
onların içinde uykuya dalar, kendinden geçer. Yüzü, 
şekli insan yüzüdür, insan şeklidir; kalbi hayvan 
kalbidir. 80 Hidâyet kapısını bilmez ki uysun; körlük, 
sapıklık kapısını bilmez ki kaçınsın; dirilerin ölüşüdür o 
kişi. 

(Burada, 2. bölümdeki 4. beyanattan sonra buyur- 
muşlardır ki): 

Sanan, sanır ki dünya, Ümeyye oğullarından 
ayrılmaz; hayrını, bereketini onlara sunar; arı-duru 
suyunu onlara verir; bu ümmetten onların ne sopası 
kalkar, ne kılıcı. Böyle sanan, böyle diyen, yalan bir 



80 - "Yüzü, şeklî insan yüzüdür, insan şeklidir, kalbi hayvan 
kalbi. Andolsun ki biz cinlerin ve insanların çoğunu cehennem 
için yarattık; onların kalpleri vardır, düşünmezler onunla; 
gözleri vardır, görmezler o gözlerle; kulakları vardır, duymazlar 
o kulaklarla. Onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler, hattâ 
daha da sapıktır onlar. Onlardır gaflette kalanların ta 
kendileri." (Kur'ân-ı Kerîm; 7, A'râf, 179). 



zanna düşer, yalan söyler. Bu, ancak bir tadımlık baldır 
ki onlar tadarlar; sonra onu yutamazlar da birden 
ağızlarından düşer-gider. 

88 



Bundan sonra gerçekten de, noksan sıfatlardan 
münezzeh olan Allah, zamanede cebir ve zulümde 
bulunanları, bir müddet onlara mühlet vermeden, bir 
zaman onlara esenlik göstermeden hiç bir vakit kırıp 
geçirmemiştir; ümmetlerden hiç birinin kırılmış 
kemiğini, onlara bir darlık ve sıkıntı çektirmeden, 
onları belâya düşürmeden onarmamıştır. Bir hoşluğa, 
esenliğe yüz çevirdiniz mi, bir ağır ve sıkıntılı şeye 
ardınızı döndürdünüz mü, ibret almanız gerek. 

Her gönül sahibi akıllı değildir; her kulağı olan 
duyup işitmez; her bakan görmez. Ne de şaşılacak şey. 
Şu bölük-bölük halkın, dinlerinde delil saydıkları 
şeylerin birbirine aykırı oluşuna, Peygamberin izini 
izlemeyişlerine, Vasî'sinin yaptığına uymayışlarına, 
gaybe inanmayışlarına, ayıptan arınmayışlarına nasıl 
şaşmam ben? Şüpheli şeyleri yaparlar; şehvetlerde 
koşarlar; iyi ve hayır işler, onlarca kendi bildikleri 
işlerdir; kötü ve yapılmayacak şeyler de inkâr ettikleri 
şeylerdir. Güç ve ağır işlerde kaçıp sığındıkları 
kendileridir, örtülü ve anlaşılmaz şeylerde dayançları, 



kendi reyleridir. Sanki onların her biri, kendisinin 
imamıdır da kendince sağlam gördüğü şeylere 
yapışmıştır; yanılmaz sebeplere el atmıştır. 

103 



Dünyaya zahitlerin, ondan yüz çevirenlerin 
gözleriyle bakın; çünkü andolsun Allah'a ki dünya, pek 
az bir zamanda, kendisinde yurt tutanları yok eder 
gider; ondan emin olarak nimetlenenleri elemlere gark 
eder. Dünyadan göçen bir daha geri gelmez; ondan 
beklenen nedir; sevinç mi, keder mi, bilinmez. Sevinci 
hüzünlerle karılmıştır; erlerin takatleri, buna 
dayanmada arıklaşmış, zayıflamıştır. Size hoş gelen 
şeyler sizi aldatmasın; bu aldatış, elde edeceğiniz 
iyilikleri azaltmasın. 

Allah rahmet etsin o kişiye ki düşünür de ibret alır; 
ibret alır da can gözü açılır. Dünyadaki şeyler, az bir 
zamanda yok olur-gider; âhirete ait şeylerse sürer de 
sürer. Sayıya sığan her şey son bulur; beklenen her şey 
gelip çatar, her gelen şey de yakındır, çok sürmez, 
gelir. 

(Bu hutbeden): 

Bilgin o kişidir ki kadrini, mertebesini bilir; kadrini, 
mertebesini bilmeyen kişiye bu bilgisizlik yeter. Allah'ın 



en hoşlanmadığı kişi, kendi başına buyruk kuldur; o 
kişi doğru yoldan sapar, kılavuzsuz yola girer; yürür 
gider. Dünyada ekip biçmeye çağrılsa işe koyulur; 
âhiret için ekip biçmeye çağrılsa tembellik eder, 
yorulur. Sanki yaptığı iş gerektir ona da tembel 
davrandığı gerekmez ona. 

(Aynı hutbeden): 

Bir zamandır o zaman ki adsız-sansız müminden 
başkası kurtulamaz o zamanın derdinden; bir mecliste 
bulunsa kimse onu tanımaz; bulunmasa kimse onu 
sormaz. İşte onlardır doğru yolun ışıkları; karanlık 
yollarda, şüpheli bellerde hidâyet alâmetleri. Halk 
içinde fazla söz söyleyip bozgunculuk peşinde 
gezmezler; kulların ayıplarını ifşa etmezler. Allah'ın, 
kendilerine rahmet kapılarını açtığı kullardır onlar; 
kötülüğü giderdiği, gazabını üstlerinden kaldırdığı 
kişilerdir onlar. 

Ey insanlar, size içi dolu bir kabın baş aşağı edildiği 
gibi İslâm'ın da baş aşağı edileceği zaman, gelip 
çatacaktır. Ey insanlar, gerçekten de Allah, size 
cevretmez; bundan korumuştur sizi; ama sizi 
sınamaktan da vazgeçmez; O ulular ulusu, "Bunda 
elbette deliller var; biz kulları sınarız elbette" buyurur 
(Mü'minûn, 30). 

•k ie ie 

110 



Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a 
yönelenlerin yapıştıkları en büyük vesile, ona ve 
Rasûlüne inanmak, yolunda savaşmaktır. Savaş, 
İslâm'ın en yüce rüknüdür. Aynı zamanda Allah'ın 
birliğini ikrar etmek de bu vesilelerdendir; çünkü bu 
ikrar, yaratılışa uymaktır. Ve namaz kılmaktır, çünkü 
bu dînin esâsıdır. Ve zekât vermektir; çünkü bu, gerekli 
bir farzdır. Ve Ramazan ayının orucunu tutmaktır; bu 
da azaptan bir kalkandır. Ve Kabe'yi ziyaret etmektir, 
hacdır, umredir; bunlar da yoksulluğu giderir, günahları 
yıkar, arıtır. Ve akrabadan kesilmemek, onları görüp 
gözetmektir. Bu malın, ahvalin genişlemesine, ecelin 
gecikmesine sebeptir. Ve gizli sadaka vermektir ki bu 
suçları bağışlatır. Ve açıkça sadaka vermektir; bu da 
kötü ölümleri defeder; iyi işlerde bulunmaktır; buysa 
kötülüklere, kötü çağlara düşmekten korur insanı. 

Toplu olarak Allah'ı anın, bu anışların en güzelidir; 
çekinenlere vaad ettiği şeylere yönelin; çünkü onun 
vaadi, vaadlerin en gerçeğidir. Peygamberinizin 
gösterdiği doğru yolda yürüyün; çünkü o doğruluk, en 
üstün bir doğruluk-tur; onun sünnetine uyun, çünkü 
onun sünneti, sünnetlerin en doğrusudur. Kur'ân'ı 
öğrenin; O, sözlerin en güzelidir; hükümlerini belleyin; 
çünkü bu belleyiş, gönüllerin ilkbaharıdır. Işığıyla şifâ 
bulun; çünkü O, gönüllere şifâdır; O'nu güzel bir tarzda 
okuyun; bu okuyuş, haberlerin en faydalısını almaktır, 
onlardan faydalanmaktır. 



Bilgisinden sapıp başka işler işleyen bilgin, 
bilgisizliğinden kurtulması mümkün olmayan, şaşırıp 
kalan bilgisize benzer. Böylesi bilgine karşı gösterilen 
delil, en büyük ve kuvvetli delildir; onun hasrete 
düşmesi, en yerinde bir şeydir; Allah katında en fazla 
kınanacak da odur. 81 



•k ic ic 



81 - Bu hutbelerinde, Allah rızasını kazanmaya vesîle olan 
şeyleri beyan buyuruyorlar. İç ve dış düşmanlarla savaş, 
gerçekten de bir toplumun bağımsızlığı için bir zarurettir. 
Allah'a inancın ve bu inancın yaratılışa uyuş oluşunun hikmeti 
de şu olsa gerektir: Hz. Peygamber (s.a.a), "Her doğan çocuk, 
yaratılışı salim olarak doğar, yaratılışa uygun olarak meydana 
gelir; dili, meramını anlatıncaya dek böyle kalır; sonra anası, 
babası onu Musevi, yahut Hıristiyan, yahut da Mecûsî yapar" 
buyurmuşlardır (Câmi',2, s.79). Kur'an-ı Mecid'de "Artık yüzünü 
tam doğru dîne döndür; Allah'ın ilk yarattığı selâmet hâline ki 
insanları, o tabît halde, selâmet hâlinde yaratmıştır; Allah'ın 
yaratışı, dîni değiştirilemez; budur en doğru din. Ve fakat 
insanların çoğu bilmez" buyrulmaktadır (Rûm, 30). Fıtrat dîni, 
İslâm'dır ve bu dinde soy-boy gayreti, asalet şerefi gibi şeyler 
yoktur. Hz. Peygamber (s.a.a), insanları, çulha dokunan tarağın 
dişlerine benzetmiş, birbirlerine eş olduklarını bildirmiştir 
(Künûz'ül-Hakaaık; 2, s. 185). Namazın, zekâtın, orucun, 
içtimaî, iktisadî faydalarını burada anlatmaya kalkışmak, yeni 
bir kitap yazmayı icab eder. Orucun bir kalkan olduğu, bununla 
şehvet ateşinden, cehennem ateşinden korunulacağı hakkında 
da hadisler vardır (Cami', 2, s. 43). Toplu olarak Allah'ı anmak, 
cemaatle namaz kılmaktır. 



129 



Allah kulları, ne umuyorsunuz şu dünyadan? Bu 
evde konuksunuz bir vakit için, borçlusunuz, istenecek 
sizden o borç. Ömürleriniz sona ermede; yaptıklarınız 
yazılıp bilinmede. Nice kişi vardır ki işi düzene 
koymaya çalışır; oysa elden yiter o iş. Nice zahmet 
çeken vardır; sonunda bozulur gider o iş. Öyle bir 
zamandasınız ki hayır geri kalmada, şer çoğalıp 
durmada; şeytansa insanları helak etmeyi ummada, 
bir zaman ki şeytan kuvvetlenmiş, düzeni her yanı 
tutmuş, kolaylaşıp gitmiş. 

Dilediğin tarafa bak; yoksulluğa düşmüş fakirden, 
Allah'ın nimetini küfre değişmiş zenginden, Allah'a ait 
hakları, malını çoğaltmak için sakınan nekesten, 
kulağı öğütlere sağır olmuş inatçıdan başka bir 
kimseyi görebilir misin? Nerede hürleriniz? Nerede 
temiz kişileriniz? Nerede cömertleriniz? Nerede 
kazançlarında sakınanlarınız; yolunda yordamında 
temizliği güdenleriniz? 

Hepsi de şu aşağılık dünyadan göçüp gitmedi mi? 
Şu tez geçen, dertle, elemle yaşanan âlemi terk etmedi 
mi? Onların zemminde hiç kimse dudağını bile 
oynatamaz; onları anarken baş sağlığı bile dileyemez 
artık. 



Bozgun meydana çıktı; kötülüğü değiştiren yok. 
Zulüm ortalığı kapladı; kendini bile kurtaran yok. Bu 
işlerle mi Allah'ın tertemiz yurduna gitmeyi 
umuyorsunuz; onun kadri yüce dostlarından olmayı 
istiyorsunuz? Ne kadar da uzak. Düzenle Allah'ın 
cennetine girilemez; Ona itaat edilmedikçe rızası elde 
edilemez. Allah'a lanet etsin kendisi terk ettiği halde 
iyiliği buyurana; kendisi yaptığı halde kötülüğü men 
etmeye kalkışana. 



•k ic ic 



140 



(Halkın ayıbını söylemekten men" hususunda) 
Temiz kişilerin, Hakk'ın lütfuyla kötülüklerden esen 
kalanların, suçlulara, kötülere acımaları gerekir. 
Onların, Allah'a şükretmeleri, halkın ayıplarını 
görmemeleri icab eder. İnsan nasıl olur da kardeşinin 
ayıbını görür, söyler. Onu uğradığı suç yüzünden kınar, 
yerer? Onu ayıpladığı suçtan daha büyüğünü yaptığı 
zaman Allah'ın, bu ayıbı örttüğünü hatırlamaz mı? 
Nasıl olur da onu zemmedebilir; onun yaptığı suça 
benzer bir suç işlediğini anmaz mı? O suça benzer bir 
suç yapmadıysa bile elbette ondan büyük bir suç 
işlemiştir; ondan başka bir suçla Allah'a isyan etmiştir. 
Andolsun Allah'a, büyük bir suç işlemediyse küçük bir 



suç işlemiştir elbette; fakat insanların ayıbını görüp 
onları yermesi, işlediği suçtan da büyük bir suçtur. 

Ey Allah kulu, hiç bir kulu, ayıbını görüp, suçunu 
bilip ayıplamakta acele etme; belki bağışlanır o. Küçük 
bir suç yüzünden de kendini emin sayma, belki onun 
yüzünden azaba uğrayacaksın sen. 

Sizden hiçbir kimse, kendi ayıbını bildiği halde, 
başkasının ayıbını açmasın, söylemesin. Allah'a şükre 
koyulsun da bu şükrediş, onu başkalarının ayıbını 

söylemekten alıkoysun. 

* * * 



141 



Ey insanlar, kim kardeşinin dîninde bir sağlamlık, 
tuttuğu yolda bir gerçeklik olduğunu bilmiş, onu öyle 
tanımışsa, insanların, onun hakkındaki sözlerini 
dinlememesi gerek. Çünkü ok atan atar, ok amacından 
sapar; söz bâzı kere yanlış olur, seni gerçekten savurur, 
atar. O sözün butlanı yok olur gider; Allah'sa duyar ve 
tanıklık eder. Hakla batıl arasında, ancak dört parmak 
vardır. 

(Bu sözün mânâsı sorulunca, parmaklarını bitiştirip 
kulaklarıyla gözlerinin arasına koyup buyurdular ki): 

Batıl, duydum, işittim dediğindir, haksa gördüm 
dediğin. 



142 



Hayır ve ihsan lâyık olmayana, ehil bulunmayana 
bezle-denin, o hayırdan o ihsandan nasîbi, ancak 
aşağılık kişilerin övgüsü, kötülerin sevgisi, bilgisizlerin 
sözleridir; onlara ihsan ettikçe, gerçekte eli açık 
sayılmaz, hiçbir şey vermemiştir; Allah yolunda nekes 
sayılır. 

Allah kime mal-mülk verdiyse, önce yakınlarına 
vermesi, konukları doyurması, tutsakları hürriyete 
kavuşturması, yoksullara, borçlulara ihsan etmesi, 
hakları vermek, kötü-lüklerden korunmak, sevap, elde 
etmek için dayanıp direnmesi gerekir. Bu huyları elde 
ediş, Allah dilerse, dünya ululuklarının yücelerini elde 

etmektir, âhiret üstünlüklerine ermektir. 

* * * 

145 



Ey insanlar, siz bu dünyada, atılacak oklara 
amaçlar-sınız. Her yudum suda, bir boğaza kaçıp 
boğulma, her lokmada, bir boğaza durma tehlikesi var. 
Dünyada bir nimete nail olmazsınız ki bir başkasından 



ayrılmayasınız. Sizden bir tek yaşayan yoktur ki bir gün 
yaşasın da ömründen bir gün geçip gitmesin. Kimsenin 
yemesinde bir fazlalık, bir yenilik olmaz ki ondan 
önceki rızık, yok olup bitmesin. Dünyanın bir eseri 
dirilmez ki bir başka eseri ölmesin. Bir şey yenilenmez 
ki bir başka yeni, yıpranıp geçmesin. Orda biten her 
fidan düşer, biçilir. Asıllarımız geçip gittiler; köklerimiz 
yitip bittiler; bizse onların dalları, budaklarıyız; kök 
gittikten sonra dalın, budağın ne hükmü vardır? 

(Aynı hutbeden): 

Hiçbir bidat yoktur ki meydana çıksın da bir sünnet, 
onun yüzünden terk edilmesin. Bidatlerden çekinin, 
apaçık hidâyet yoluna yönelin, kökleşmiş, kurulup 
düzülmüş işler, işlerin en üstünüdür; sonradan 
meydana gelenleriyse en kötüleri. 82 



82 - Bidat, kitap ve sünnette olmadığı halde sonradan 
konan şeylerdir. Bunların iyileri vardır, kötüleri vardır. İyileri, 
kitabı ve sünneti bozmayanlarıdır; bunları zamanın imâmı 
koyar, yahut kabul eder. Hz. Peygamber'in (s.a.a) zamanında, 
ezan, yüksek bir yerde, yahut mescidin damında okunurdu; 
sonra minare yapıldı ve cumhur, bunu kabul etti; yahut asra 
göre giyim, kuşam, kitaba ve sünnete aykırı olmadıkça, israfa 
varmadıkça caiz görülür. Kötüleriyse, esasen kitaba, sünnete 
uymaz, bilginler de bunları nehyeder. Sokağı aydınlatmak gibi 
bir maksat güdülmeden mezarlarda mum yakmak, yahut, din 
bakımından büyük bir zâtın merkadı ziyaret edilirken, bu lütfe 
nailiyetten dolayı şükür secdesi kastedilmeksizin yere 
kapanmak, çocuklara muska takmak, gaipten haber vermeye 
kalkışmak gibi. 



147 



Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
kullarını, putlara kulluk etmekten kurtarıp kendisine 
kulluk etmeleri, şeytana itaatten ayırıp kendisine itaat 
eylemeleri için Kur'an'la gönderdi; kullar, bilmezlerken 
bilsinler, Rablerini tanısınlar, ona karşı gelirlerken ikrar 
etsinler, onu inkâr ederlerken ispat eylesinler diye de 
apaçık delillerle, sağlam hükümlerle indirdi; noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah, kitabında tecellî etti 
hükümleriyle, hikmetleriyle onlara; oysa ki onlar, onun 
hikmetlerini görmemişlerdi; kudretini gösterdi onlara, 
kahrıyla korkuttu onları. Kahrettiklerini felâketlerle 
nasıl kahretmiştir; âfetlerle köklerinden biçtiklerini 
nasıl biçmiştir, bildirdi onlara. 

Bilin ki benden sonra size bir zaman gelip çatacak; 
o zaman haktan daha gizli, daha bilinmez bir şey 
olmayacak, batıldan daha açık, daha görünür bir şey 
bulunmayacak; Allah'a ve Resulüne karşı yalan 
söylemekten daha çok bir şey ortaya çıkmayacak. Bu 
zaman ehlince, hakkıyla okunsa bile Kur'an'dan daha 
ucuz bir matah, mânâları değiştirilse bile, ondan daha 
revaçta bir mal bulunmayacak. Şehirlerde, iyilikten 
daha fazla inkâr edilen, kötülükten daha fazla tanınan 
bir şey olmayacak. Kitabı bilenler hükümlerini artlarına 
atacaklar; onu ezberleyenlerse emirlerini unutacaklar. 



O gün, kitap ve ona uyanlar, iki kovulmuş sürgün 
olacak, bir yolda giden, birbirlerine yoldaş olan iki 
arkadaş kesilecek; fakat hiçbir yurt sahibi, onlara yer, 
yurt vermeyecek. O zamanda kitap ve kitaba uyanlar, 
insanların arasındadırlar, fakat sanki aralarında 
değiller; onlarladırlar, fakat sanki onlarla değiller. 
Çünkü beraber olsalar da sapıklıkla gerçeklik eş 
olamaz, birbirine uyamaz. 

O toplum bir aradadır; fakat birlikten ayrılmışlardır; 
sanki kitapla hükmeden imamlardır; fakat kitap 
onların imamı değil. Onların katında kitabın ancak adı 
vardır; ancak yazısını, yazılışını tanırlar; mânâsını 
bilmezler. 

Bundan önce de onlar, temiz kişilere her çeşit 
zulmü reva gördüler; onların, Allah'a karşı gerçekliğine 
iftiradır dediler; iyiliklerine karşı kötülükte bulundular. 
Sizden öncekiler de, dileklerinin uzak ve çok oluşu, 
zamanlarının, kendilerince bilinmeyişi yüzünden helak 
oldular. Sonunda özrün kabul edilemeyeceği gün, vaad 
edilmiş olan o gün geldi çattı onlara; tövbenin makbul 
olduğu çağ geçip gitti onlardan; bunlarla beraber de o 
çetin azap ve ceza çöktü, kavradı onları. 

Ey insanlar, kim öğüt diler, kabul etmeyi isterse, 
Allah ona başarı vermiştir; onun sözünü doğru yola 
kılavuz edinen, doğru yola girmiştir. Allah'a sığınan 
emin olur, ona düşman kesilense korkar durur. Çünkü 
Allah'ın ululuğunu tanıyanın ululanması gerektir; çünkü 
onun yüceliğini bilenlerin yücelmeleri, ona karşı 
alçalmalarıdır; onun kudretini bilenlerin esenlikleri, 
ona teslim olmalarıdır. Haktan, sağ esen kişinin 
uyuzdan tiksindiği gibi tiksinmeyin; sıhhatli adamın 



hastadan kaçtığı gibi kaçmayın, bilin ki gerçek yolu 
bırakanları tanımadıkça doğru yolu tanıyamazsınız; 
kitabın ahdini bozanları bilmedikçe kitabın ahdine 
yapışamazsınız; onu uzağa atanları anlamadıkça ona 
sarılamazsınız. Bunu ehlinden dinleyin; çünkü onlar 
bilginin yaşayışıdırlar, bilgisizliğin ölümü. Onlar öyle 
kişilerdir ki hilimleri (hükümleri) ilimlerinden, 
susmaları söylemelerinden, görünüşleri iç yüzlerinden 
haber verir size. Onlar, dîne karşı durmazlar ve din de 
ayrılıklara düşmezler. Din, onların arasında gerçek 
tanıktık, sustuğu hâlde onların üstünlüğünü söyler 

durur. 

* * * 

150 



Ümmet, azgınlık yolunda sağı solu tuttu; doğru yolu 
bir yana attı. Tez olmayın; olacak şey gelip çatacak. 
Uzak san-mayın; mukadder olan fitne gelecek. Bir şeye 
tezcek ulaş-mak isteyen nice kişi vardır ki ulaşınca 
keşke ulaşmasaydım der; bugün, ne de yakındır yarının 
gelip çatması; alâmetleri belirir gider. 

Ey benim kavmim, bu vaad edilen şeyin geleceği 
vakittir; tanımadığınız şeylerin görülmesi yakındır. Bilin 
ki o zamana ulaşan, bizden bir ışık elde ederse yürür 
gider; temiz kişiler gibi yol alır, yeler; o fitne çağında 



tutsakların boyunlarından bağı çözer; onları azad eder. 
Batıl topluluğu dağıtır; yarılıp kırılanı onarır. Bunu da 
insanlar görmeden yapar; eserini izleyen, yaptığını 
gözleyen bile ne kadar dikkat ederse etsin, göremez 
bunu. Sonra dileyen topluluğun can gözlerini açar; 
körleşmiş kılıçla biler gibi onların görüşlerini biler. 
Kur'ân'ın nuru gözlerinin nurunu ısıtır, görgülerini 
güçlendirir; tefsirle kulaklarını, duyuşlarını 
keskinleştirir; onlar da sabahleyin marifet kadehini 
içtikten sonra hikmet nuruyla susuzluklarını giderirler, 
suya kanarlar. 

(Bu hutbeden:) 

Horluk çağları tamamlansın diye hükmettikleri 
müddet uzadı; hallerinin değişmesi gerekli oldu. 
Sonunda müddetleri doldu; o toplum, fitne ve dalâletin 
sürüp gideceğine inandı; fakat devenin doğurma 
çağında kuyruğunu kaldırması gibi savaş zamanı da 
geldi çattı. 

(Gene bu hutbede sahabenin ve mücahitlerin 
şanını anlatırlarken buyururlar ki:) 

Onlar cefâya sabrettiklerinden dolayı Allah'ı minnet 
altına almaya kalkmazlar, ululanmazlardı; hak uğruna 
can vermelerini de büyük bir şey görmezlerdi. Nihayet 
gelecek vakit uygun olarak geldi, belâ çağı geçti. 
Zırhlarını aldılar, İslâm uğrunda Rablerine itaat ettiler, 
kendilerine öğüt verene uydular da savaşa giriştiler. 
Bu, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun; Resulünün 
vefatına dek böyle gitti. Onun vefatından sonraysa bir 
bölük, gerisin geriye topukları üstünde döndüler; 
sapıklık yolu onları helak etti; şüphelere uydular, 
zanlara dayandılar; Hazreti Rasûl'ün yakınlarından 



başkalarına tâbi oldular; sevmeleri, uymaları buyrulan 
sebebi terk ettiler; yapıyı temelinden söküp başka yere 
götürdüler; kurulduğu yerden başka bir yere kurdular. 
Onlar, her hatânın mâdenleridirler; insanı şaşırtan 
bilgisizliğin gelip getirdiği her hâlin kapılarıdırlar. 
Şaşkınlıkta bocaladılar, Firavun soyunun tuttuğu yolu 
tutup sarhoşlukta kendilerinden geçtiler. Bir kısmı 
âhiret düşüncesini kesti, dünyaya meyletti; bir kısmı da 
dinden ayrıldı, hidâyete zıt oldu. 83 



•k ie Jc 



83 - Hutbenin sonlarında, kıyamet günü, bâzı kişilerin 
kıyısından uzaklaştırılacakları, "Ya rabbi, onlar benim ashabım, 
ashabım" buyurmalarına karşılık, "sen bilmezsin, senden sonra 
neler yaptılar, onlar, topuklarının üstünde hemencecik gerisin 
geriye döndüler" mealindeki hadis-i şerîfe işaret vardır (Buhârî 
ve Tabarânîden naklen, El-İthâfât'is-Seniyye fî'l Ahâdîs'il- 
Kudsiyye; s. 220; Buhârî, Müslim ve Müsned'den naklen Cami', 
2, s.lll). 



151 



Hz. Peygamber'i (s.a.a) Öven, Araplara Öğüt 
Veren, Savaşları Anlatan Hutbeleri 



İnsanı Hak'tan uzaklaştıran, itaatten men eden 
şeytana karşı Allah'tan yardım dilerim; onun iplerine 
yapışmaktan, aldatmalarına uymaktan Allah'a 
sığınırım ve şehâdet ederim ki Muhammed, kuludur 
onun, Rasûlüdür; seçtiği, lütfuna mazhar ettiği zattır. 
Onun üstünlüğüyle hiçbir kimse eşit olamaz; onun 
yokluğunu hiçbir şey gideremez. Kapkaranlık 
sapıklıktan sonra şehirleri onunla ısıttı; her şeyi 
kavrayan bilgisizliği onunla giderdi; merhametsizce 
cefâ ve çevri onunla yok etti. 

O çağlarda halk, haramı helâl saymadaydı; hikmet 
sahibini alçaltmadaydı; Peygamberlerin gönderilmediği 
çağda yaşamadaydı; küfür üzere ölmedeydi. 

Sonra ey Arap toplumu, size yaklaşmakta olan 
fitne oklarına amaçsınız; nimet aklınızı almış; fakat 
nimet sarhoşluklarından sakının. Çetin belâlar geliyor, 
çekinin; toz duman olmuş, esip gelen belâlara karşı 
durun; fitne yolunun belirmez kıvraklarından, 
dönemeçlerinden ürkün. Sakının bu fitnenin zamane 
rahminden doğuşundan, gizliyken meydana gelişinden, 



milinin doğru duruşundan, değirmenin dönüşünden. 
Gizli yollardan gelip çatar; apaçık kötülüklerle 
meydana çıkar. Gençliği bir delikanlının gençliğine 
benzer; izleri taş izini okşar. Zâlimler, ahitlerle, 
vasiyetlerle onu birbirlerinden miras olarak alırlar; ilk 
gelenleri, son gelenleri çekip yederler; son gelenleri ilk 
gelenlerine uyarlar. Aşağılık dünyayı elde etmek için 
savaşırlar; kokmuş leşe saldırıp dalaşırlar. Az zamanda 
buyruğa uyan, buyruğuna uyduğundan ayrılır, ona 
düşman olur; hükmeden, hükmettiğine düşman kesilir. 
Birbirlerine buğzederek birbirinden ayrılırlar; buluştular 
mı da birbirlerine lanet ederler. 

Bundan sonra bir zaman gelir ki daha da çetin, 
daha da kırıp geçirici bir fitnedir, gelip çatar. Gönüller 
doğruluktan sapar; halk esenlikten sonra yol azıtır. O 
fitne saldırınca dilekler darmadağın olur; o fitnenin 
eserleri bir bir geldikçe reyler zanlarla karışır. Kim bu 
fitneye çatar da bunu gidermek dilerse onu 
paramparça eder, yok eder; kim ona uyar da içine 
dalarsa onu vurur, kırar. O fitnede insanlar, birbirlerini 
yaban eşekleri gibi ısırırlar, yaralarlar. Din işinin düzeni 
bozulur; işin yüzü örtülür. Hikmet, o fitne çağında 
aşağılaşır; karanlık söze gelir. Çöl ehlini demir gemiyle 
kırar döker, azgın merkepler gibi ayağının altına alır, 
çiğner ezer. Kopardığı toz toprak içinde yalnız gidenler 
yiter; atlılar helak olup gider. Kazanın acılığı gelir çatar; 
taze, hâlis kanlar coşup kaynar; din yolunun 
alâmetlerini söküp atar; yakin bağı çözülür. Aklı 
başında olanlar, korkarlar ondan; kısa düşünenler, ona 
sarılıp tedbîre girişirler. O fitnenin şimşeği yıldırımı 
çoktur; diz boyu çıkar, meydanı tutar. O fitnede 



yakınlıklar kopar; o fitneyle İslâm'dan çıkanlar çıkar. 
fitneden kaçınan hastalanır; o fitneden kaçmak isteyen 
kaçınamaz olur. 

(Bu hutbeden:) 

İnsanlar, o fitnede öldürülürler, kanlarına bulanıp 
yerlere serilirler; yahut da korkarlar, meded umarlar. 
Yeminlerle aldatılırlar; onları îmân ehli sanıp kanarlar, 
kandırılırlar. 

Fitnelerin bayrakları, bidatlerin alâmetleri olmayın, 
toplumun bağlandığı bağa sarılın; itaat direklerinin 
dikildiği yerlere yönelin. Allah'a mazlum olarak 
varmaya çalışın; zâlim olarak ulaşmaya kalkışmayın. 
Şeytanın yollarından çekinin; düşmanlık yerlerinden 
kaçının; karınlarınıza haram lokmalar sokmayın. 
Çünkü sizi, size isyanı, suçu haram eden, itaat yolunu 
kolaylaştıran mutlaka görür. 



•k Jc Jc 



154 



Akıllı kişinin görür gözü, işinin sonunu görür; onun 
önünü, sonunu, iyisini, kötüsünü bilir. 

Çağıran çağırır insanları; güden güttü onları; icabet 
edin çağırana, uyun çobana. 



Fitnelerin denizleri coştu kabardı; bidatler 
sünnetlerin yerine geçti, kabul edildi. İnananlar 
sustular; halkı saptıran yalancılar söze başladılar. 

Oysa ki biziz Rasûlullâh'ın libâsı, eşi dostu. Biziz 
hazînesinin hazînedarları ve kapıları. Evlere kapılardan 
girin ancak, kapılarından girmeyenlere hırsız denir 
muhakkak. 

(Bu Hutbeden:) 

Onlardadır (Ehlibeyt) Kur'ân'ın yücelikleri; onlardır 
Rahmân'ın defineleri, hazineleri. Söylerlerse doğru 
söyler-ler, gerçeklenirler, susarlarsa kimse onlara karşı 
söz söyle-yemez. Toplumun başına geçenin doğru 
söylemesi, aklını başına devşirmesi gerek. 

Hepinizin de âhiret evlâdı olmanız icab eder; çünkü 
herkes oradan gelmiştir, oraya gider. Can gözüyle 
bakan, görüp iş işleyen, işe başlarken o işin kâr mı 
getirecek, zarar mı verecek, bilip görmesi gerekir. Kâr 
getirecekse işlemeli, zarar verecekse bırakmalı. Çünkü 
bilgisiz işe girişen, anayolda gitmeyene benzer; yol 
aldıkça, elde edeceği şeyden uzaklaşır. Bilgiyle işe 
girişense, apaçık anayolda gidene benzer. Demek ki 
bakanın görmesi gerek; yol mu alıyor, yoldan mı 
kalıyor? 

Bil ki her şeyin görünüşü, ona benzer bir iç yüzü 
olduğuna delâlet eder. Bir şeyin dış yüzü temizse iç 
yüzü de temizdir; fakat dış yüzü pis mi, iç yüzü de pistir. 
Gerçek Rasûl, Allah'ın bir kulunu sever, amelini 
sevmez; bir ameli de sever, işleyeni sevmez. 84 



84 - Allah'ın sevdiği kul, sonunun hayırla, tövbeyle, 
bağışlanmakla kutlu bir hale geleceğini bildiği kuldur; kötülük 



Bil ki her işin bir bitkisi vardır; her bitki, köke 
muhtaçtır; çeşitli sulara muhtaçtır. Hangi bitki iyi suyla 
sulanırsa iyi boy atar, meyvesi tatlı olur. Sulanması 
kötü olanın boy atması da kötüdür, meyvesi da acı. 85 



•k ic ie 



187 



Babam, anam feda olsun onlara, onların adları 
gökyü-zünde bilinmektedir, kendileri yeryüzünde 
bilinmekte. Bekleyin o zamanı ki işleriniz tersine döner, 
aranızdaki bağlar kopar; içinizden kadri küçük kişiler 
size hükmeder. 

Bunlar, o zaman olur ki inanana, kılıç vurulması, 
helâlinden elde edilen paradan, puldan daha kolay 
gelir; verilen ecir, para, pul, onu verenden daha değerli 
görünür. Bunlar, o zaman olur ki şarap içmeden sarhoş 
olursunuz nimet yüzünden; yemin edersiniz zora 



işlerse, yaptığını sevmez, fakat sonunu bildiği için kendisini 
sever. Kendisini sevmediği, amelini sevdiği kulsa riya için 
ibâdette, hayırda bulunan kuldur. Riya ile yaptığı için, yaptığı 
hayırdan kendisine bir ecir verilmez; fakat hayrı, halka faydalı 
olursa sevilir. 

85 - Bu hutbede, 2. surenin (Bakara) 189. âyetinde, evlere 
kapılarından girilmesinin emir buyurulduğuna ve "Ben İlmin 
şehriyim; Ali kapısıdır. İlmi isteyen kapıya gelsin" mealindeki 
hadis-i şerife işaret edilmektedir (Cami, 1, s.90). 



düşmeden; yalan söylersiniz zorlanmadan. Bunlar o 
zaman olur ki belâ ısırır, kemirir sizi, dağların sarp, sivri 
kayaları, deve hamutlarını sıyırıp yıprattığı gibi. Bu dert, 
bu belâ sürdükçe sürer; bundan kurtuluş ümidi 
uzadıkça uzar, kalmazsa da kalmaz. 

Ey insanlar, sırtlarına, ellerinizle vebal, suç 
yüklediğiniz şu develerin yularlarını atın ellerinizden; 
size buyruk verene itaat edin; kınayacaksanız kendinizi 
kınayın. Yöneldiğiniz şu fitne ateşine korkusuzca 
dalmayın; uzlaşın, çevresinde dolanmayın; savulun, 
yalayıp geçeceği yola varmayın. Andolsun ömrüme ki 
onun yalımı mümini yakar, helak eder; ondan ancak 
Müslüman olmayan kurtulur, onunla rahat eder. 

Ben sizin içinizde, sizin aranızda, karanlıklardaki 
ışık gibiyim; karanlıklara dalan o ışıkla aydınlanır, yol 
bulur. Ey insanlar, duyun, dinleyin; can kulaklarınızı 

açın, anlayın. 

* * * 

190 



Nimetlerine şükrederek O'nu överim; bana 
yüklediği vazifeleri yapabilmek için O'ndan yardım 
dilerim. Ordusu (Melekleri, peygamberleri ve seçkin 
kulları) üstündür pek, yüceliği de uludur gerçek. Ve 
bilirim, bildiririm ki Muhammed, kuludur, rasûlüdür; 
halkı ona itaate çağırdı; savaşarak düşmanlarını 



kahretti; O'nu yalanlayanların toplanıp birleşmeleri bu 
işten alıkoymadı; ışığını söndürmek isteyenlerin 
gayreti, bu işten onu vazgeçirmedi. 

Allah'tan çekinme, suçtan kaçınma yoluna yapışın; 
çünkü o çekinip kaçınmak, halkası sağlam bir iptir; 
yücesine çıkılmaz bir kaledir. Ve hazırlanın ölüme, 
onun çetinliğine; yayın döşeğinizi o gelip çatmadan 
genişliğine; gelmeden hazırlanın gelişine, konuşuna. 
Çünkü işin sonu kıyamettir; aklı olana öğütçü olarak 
yeter kıyamet; bilmeyene de yeter ibret alınacak ölüm 
elbet. İş sona varmadan da bilirsiniz kabirlerin 
darlığını, mihnetin çetinliğini, varılacak yerin 
korkusunu; düşülecek çukurun derinliğini; kemiklerin 
ayrılışını; kulakların duymayışını, mezarın karanlığını, 
vaadin korkunçluğunu, çukurun gamını, gussasını, 
taşın kapanıp örtüşünü. 

Allah için olsun, Allah için, Allah kulları, hazırlanın; 
çünkü dünya, sizden öncekilere ne yaptıysa size de onu 
yapacak; öyle bir andasınız ki kıyamet, neredeyse 
kopacak. Sanki alâmetleri belirdi, belirtileri göründü 
hemen; bu işte size ayan-beyan. Sarsıntılarıyla sanki 
geldi çattı; deve gibi ıhladı, karnı üstüne yattı; dünya 
sütünü ehlinden kesti, kucağından attı. Sanki bir 
gündü, geçip gitti; sanki bir aydı, sona erip bitti. Yenisi 
yıprandı, semizi arıklandı. Halkı dar bir güne, ne 
olacağı belirsiz büyük, çetin işlere, yalımlanan, 
kükreyen, yandıkça yanıp süren bir ateşe attı ki 
yalımlandıkça yalımlanmakta; homurdandıkça 
homurdanmakta; ürkütüşü korkunç; dibini görmek güç 
mü güç; ona düşüp orda kalmaksa daha da güç. Yanı- 



yöresi kapkaranlık, kabı-kaçağı kızgın, yaptığı işse pek 
büyük, pek yaygın. 

Ama "Çekinenleri, Rableri bölük-böiük cennete 
sevkeder" (Zümer, 73); onlar azaptan emin 
olmuşlardır; itaba uğramamışlardır. Ateş'ten uzaktır 
onlar; rahat yurduna yaslanmışlar, hoşnutluğa 
ulaşmışlar, esenlikte karar etmişlerdir. Onların işleri, 
dünyâda tertemizdi; gözleri ağlardı. Dünyâlarında, 
gecelerini kullukla alçalarak gündüze çevirmişlerdi 
onlar; yargılanmak, bağışlanmak dilerlerdi; 
gündüzlerini herkesten çekinerek geceye çevirmişlerdi 
onlar, herkesten kesilmişlerdi. Allah da onların 
konacakları yeri cennet etti; yaptıklarının karşılığını 
onlara verdi; lâyıktılar buna onlar; artık o yurtta dâim 
oldular; o nimette kadim oldular. 

Allah kulları, sizden, muradına erenlerin riâyet 
ettikleri şeylere riâyet edin; onlara ehemmiyet 
vermeyip ziyana düşenlerin yaptıklarından çekinin. 
Ölüm çağlarınıza, şimdiden hazırlanın; çünkü 
yaptıklarınızı bulacaksınız; ettiklerinize ereceksiniz. 
Tutun ki o korkunç çağ gelip çatmış size; geri 
dönmenize imkân yok ki yitirdiğinizi elde edesiniz; 
yaptığınız suçlardan da vazgeçesiniz. Allah bize de, size 
de kendisine ve Rasûlüne itaat etmede başarı versin; 
bizi de, sizi de rahmetinin üstünlüğüyle affetsin. 

Yeryüzünde direnin, sabredin; söylentilere uyup da 
ellerinizi oynatmayın, kılıçlarınızı sıyırmayın; Allah'ın 
tez olmasını dilemediği hususlarda acele etmeyin. 
Çünkü Rabbinin, Rasûlünün, O'nun Ehlibeytinin hakkını 
tanımak suretiyle içinizden, yatağında ölen de şehittir, 
ecri de Allah'a aittir; temiz amelinin sevabına ermesi 



de muhakkaktır; niyeti, kılıcını sıyırıp cihâd etmiş 
derecesine eriştirir onu. Çünkü her şeyin bir zamanı 

vardır, bir müddeti vardır. 

* * * 

192 



KAASIA HUTBESİ 

Kas', birini horlamak anlamına gelir; Hz. Emir (a.s), 
bu hutbede İblisi ve ona uyup ululananları kına- 
dıklarından hutbeye bu ad verilmiştir. 



Hamd Allah'a ki kendisine, üstünlükle ululuğu 
hicap etti; halkına bu iki sıfatı vermeyip kendisine 
seçti; kendisinden başkasına bunları haram eyledi. 
Kendisinin haremi ve harimi olan bu iki sıfat hakkında, 
kullarından kim onunla dâvaya kalkışırsa onu 
lanetledi. 

Sakının ey Allah kulları, İblis sizi, kendi hastalığına 
uğratmasın; atlı yaya askerleriyle sizi kendisine 
çekmesin; andolsun ömrüne ki o, sizi azaba düşürme 
okunu yayına koymuş, yayını kurmuştur; sizi yakın bir 
yerden oklamaya koyulmuştur. Demiştir ki Rabbim; 



sen beni azgınlığa attın; ben de yeryüzünde 
Âdemoğullarına dünya nimetlerini bezeyeceğim, 
onların hepsini azdıracağım. 86 O, bu sözü bilmeden, 
doğru olmayan bir zanna kapılarak söylemiştir; fakat 
soy-boy gayreti güden oğullar, taassup kardeşleri, 
ululuk ve bilgisizlik meydanında at koşturanlar, onun 
bu sözünü gerçeklemişlerdir. Bâzınız itaatten baş çekip 
ona uydukça onun da size karşı tamahı artmaya, hırsı 
coşmaya başlar; gizli olan iş, meydana çıkar; size karşı 
kuvveti artar; ordusunu size sürer; sizi alçaklık ve helak 
vadilerine sürükler, sizi candan eden yaralarınızın 
üstüne ayak basar. Gözlerinizi mızraklarla oyar; 
bıçaklarla yaralar; boğazları-nızı keser, burunlarınızı 
ezer; can alacak yerlerinizde yaralar açar; burunlarınıza 
yularını takar; sizi, sizin için hazırlanmış ateşe sürüyüp 
geçer. Onun dîninizde açtığı yara, düşman saydığınız, 
ona karşı birbirinizden yardım dilediğiniz, düşmanın 
açtığı yaradan çetindir; onun alevlediği ateş, düşmanın 
tutuşturduğu ateşten üstündür. Asıl bu düşmana 
saldırın; asıl bunu defetmeye uğraşın. Andolsun ki o, 
atanıza karşı övünmüştür; sizi, soyunuzu yermiştir; 
atlılarını size karşı sürmüştür; yayalarını, sizi yoldan 



86 - 7 sûrenin (A'raf) 11-18. âyetlerinde, Şeytan'ın emre 
uymadığı, ben, Âdem'den daha hayırlıyım; onu topraktan 
yarattın, beni ateşten dediği, ululandığı, lanete uğradığı, onun 
da, insanları doğru yoldan çıkarmak için pusu kuracağını 
insanların çevrelerinden çıkıp çoğunu azdıracağını söylediği 
anlatılmaktadır; 38. sûrenin (Sâd). 71-85. âyetleri de aynı 
mealdedir. 26. sûrenin (Şuarâ) 94-95. âyetlerinde de İblisin 
ordusundan bahsedilmektedir. 18. sûrenin 50. âyetinde İblis'in 
cin taifesinden olduğu tasrîh edilmiştir. 



alıkoymak için yürütmüştür. Ordusu, her yandan size 
saldırmadadır; her yerde parmaklarınızın uçlarına 
vurmadadır; hiç bir düzenle karşı gelemezsiniz onlara; 
hiç bir direnmeyle defedemezsiniz onları. 87 

Horluk denizinin en derin yerindesiniz; daracık bir 
halkaya kıstırılmışsınız; ölüm alanındasınız; belâ 
uğrağındası-nız. Artık gönüllerinizdeki şu gizli taassup 
ateşini, bilgisizlik kinlerini söndürün; çünkü 
Müslüman'ın gönlündeki bu ululanma, ancak şeytanın 
iğvâsındandır, onun ululanmasındandır, 

vesvesesindendir. Başlarınızı gönül alçaklığıyla eğin; 
başlarınızdaki ululuk duygusunu ayaklarınızın altlarına 
alın; büyüklük bağlarını çözün. Gönül alçaklığını 
düşmanlarınız olan İblis'le onun ordusu arasında sınır 
koruyucusu dikin; çünkü her ümmette, şeytanın 
orduları vardır, yardımcıları vardır, yayaları vardır, 
atlıları vardır. 

Allah, kendisine bir üstünlük vermediği halde 
hasetten doğan düşmanlık yüzünden, kalbindeki 
öfkeyle yanıp tutuşan ululanma ateşine düşüp, 
şeytanın burnuna üfürdüğü ululuk yeliyle savrulup 
anasının oğluna karşı kibirlenen kişiye dönmeyin. 
Allah, o iş yüzünden onu pişmanlığa düşürdü; kıyamete 
dek adam öldürenlerin suçlarını, kendilerinden 
eksiltmemek üzere ona da yükledi. 88 



87 - 7. sûrenin 27. âyetinde, Şeytan'la ona mensup 
olanların, insanları görmeyecekleri yerlerden gözleyip 
gördükleri ve onların, ancak inanmayanlara dost oldukları 
beyan (Duyurulmaktadır. 

88 - Kardeşi Hâbil'i, kıskançlık yüzünden öldüren Kaabil'e 



Bilin ki siz, Allah'a karşı durmakla, inananlarla 
savaşmakla azgınlıkta pek ileri gittiniz; yeryüzünde 
bozgunculuk ettiniz. Allah için olsun, Allah için, 
ululanmaktan, cehalet devrindeki övünmenizden 
kaçının; 89 çünkü her ikisi de buğzun, kinin, düşmanlığın 
mayasıdır; onlardan nefret doğar, düşmanlık meydana 
gelir; her ikisi de şeytanın üfürdüğünü üfürdüğü, 
tuzağını kavurduğu şeydir ki, o, bunlarla geçmiş 
ümmetleri aldatmıştır, eserleri bile kalmamış 
toplumları tuzağına düşürmüştür de onlar, şeytanın 
bilgisizlik karanlıklarından sapıklık dağlarında, 
bellerinde yelip yortmuşlar, boyunlarını uzatmışlar; 
derken onları ıhlıyan deve gibi yere çökertmiş gitmiştir. 
Bu, öylesine bir iştir ki gönüller, o işe düştü mü, hep 
birbirine benzer, gelen toplumlar da geçip gidenlere 
uyar; bir ululanmadır bu ki, gönüller, ona düştü mü 
daralır, sıkıntıya düşer. Amanın, sakının, sakının 
soylarıyla ululanan, sülâlelerini öne süren, büyüklük 
satan, kendilerini büyük bilen, yoksulları aşağı gören, 
Allah'ın takdirine karşı inada girişen, onun nimetleriyle 
yok-yoksul kişileri horlayan ulularınıza, büyüklerinize 
itaat etmekten. Çünkü onlar, kendilerini büyük görüş 
sapıklığının ulularıdır; fitne ve sapıklık yapısının 
temelleridir, direkleridir; cahiliye devrinin kılıçlarıdır 
onlar. Allah'tan çekinin, sakının size verdiği nimetlere 
karşı küfrana düşmekten, size ihsan ettiği üstünlüğe 

işaret edilmektedir (5, 27-32). 

89 - Cehalet devri Hz. Muhammed'den (s.a.a) önceki 
devirdir; bu çağ da Arapların halleri evvelce anlatılmıştır, tarih 
kitaplarında da tafsilâtı vardır. 



güvenip hasede yapışmaktan. Arı-duru suyunuzu 
bulanık sularına kattığınız, katıp da içtiğiniz, sıhhatinizi, 
onların hastalıklarına buladığınız, batıl inançlarını, 
gerçek inançlarınıza karıştırdığınız kişilerin, sonradan 
içinize dalanların, sizden görünenlerin sapıklıklarına 
uymayın. Onlar kötülüklerin esaslarıdır; isyanların 
ayrılmaz parçaları. İblis, onları sapıklık develeri 
edinmiştir; onun ordularıdır onlar. Onlarla insanlara 
saldırır; onlar, İblis'in tercemanlarıdır, onlarla söz 
söyler; böylece de akıllarını çelip aşırmak, gözlerinize 
girmek, kulaklarınıza üfürmek, ok atacağı yere sizi 
amaç olarak dikmek, sizi, ayak bastığı yer haline 
getirmek, elinin tuttuğu yer, yapıştığı eser yapmak 
ister. 

Sizden önce Allah'ın azabının, gelip çattığı, 
belâlara, dertlere uğrattığı ümmetlerden, kendilerini 
büyük görenle-rin başlarına gelenlerden ibret alın; 
onların yüzlerinin yerlere sürtündüğü, yanlarının 
topraklara döşendiği yerleri görün de akıllarınızı 
başlarınıza devşirin. Zamanın ansızın gelen 
belâlarından Allah'a sığındığınız gibi nefsi, benliklere 
düşüren ululanmadan da Allah'a sığının. Allah 
kullarından birisinin ululanmasına müsâade etseydi, 
peygamberlerine müsâade ederdi; oysa ki noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah, onların 
ululanmalarını hoş görmedi; alçak gönüllü 
olmalarından razı oldu; onlar da yüzlerini yerlere 
koydular, topraklara sürdüler; inananlara karşı 
esirgeme kanatları gerdiler. Onlar zayıf bir topluluktu; 
düşmanları onları öyle görüyorlardı; Allah onların çetin 



belâlarla, korkulu olaylarla sınanmalarını diledi, onları 
cefâlarla, dertlerle arıttı. 

Fitne ve sınanma vakitlerinde bilgisizliğe kapılıp 
mal, evlât sahibi olmanızı Tann'nın rızasına, zengin 
olmanızı onun lütfuna, yoksulluğa düşmenizi kahrına 
vermeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh yüce 
Allah, "Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlât vererek 
mükâfatlandırmadayız, yardım etmedeyiz onlara, 
hayırlara ulaşıvermelerini sağlamadayız? Hayır, 
anlamıyorlar" buyurmuştur (Mü'minûn, 55-56). Noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah, ululanan kullarına, 
dostlarını küçük, zayıf göstererek onları sınamaktadır. 

İmran oğlu Mûsâ, kardeşi Harun'la, ikisinde de 
selâm olsun, Firavun'un yanına gitmişti. Eğinlerinde 
yünden abalar, ellerinde sopalar vardı, Hakk'a teslim 
olursa saltanatının süreceğini, üstünlüğünün 
yürüyeceğini söylediler, Firavun'a bunları şart koştular. 
Firavun'sa, dedi ki : Şaşmaz mısınız şu yok-yoksul, hor 
hakir kişilere; bir bakın hallerine, sonra da bana, 
üstünlüğümün sürüp gideceğini, saltanatımın devam 
edeceğini söylüyorlar; bunun için de onlara uymayı şart 
koşuyorlar. O, altını, altın sahibi olmayı üstünlük, yünü 
yünden eğrilen elbise giymeyi alçaklık sandı da onlara, 
neden altınlarınız, altın kolçalarınız yok, hele bir bakın 
şunlara dedi. Allah dileseydi. Peygamberlerini 
gönderdiği zaman, onlara altın definelerini, altın 
mâdenlerini açar, ihsan eder, bağlar, bahçeler verir, 
onların çevrelerine gökten uçan kuşları, yeryüzünün 
vahşi hayvanlarını derler-toplardı; buna da gücü-kuvveti 
yeterdi. Fakat böyle yapsaydı belâ ortadan kalkar, 
yapılan işlere verilecek karşılıklar hiçe gider, haberler 



yok olur, yiterdi; o zaman, zahmete düşenlere ecirler 
verilmez, inananlar, ihsanda bulunanların sevabını elde 
etmezler, adlar da anlamlarına uygun düşmezdi. 90 
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, 
peygamberlerini, azimlerinde kuvvetli kıldı; halleriniyse 
görenlere karşı zayıf gösterdi; oysa onlarda öyle bir 
kanaat vardı ki gözler, gönüller, onunla dolardı; öyle bir 
yokluk-yoksulluk verdi onlara ki gözler görünce şaşırır, 
kulaklar duyunca hoşlanmazdı. Peygamberler, karşı 
durulamayacak bir kuvvete, kendilerine cefâ etmek 
mümkün olamayacak bir üstünlüğe, görenlerin 
başlarını uzatıp, boyunlarını çevirip dalacakları bir 
saltanata, develere, bineklere yüklenecek mala, mülke 
sahip olsalardı, elbette halk, onlara karşı eğilir, bu 
şevkete kapılır, onlara karşı büyüklük satmaz, onlara 
karşı durmaya kalkmazdı. Onlardaki kudretinden 
korkarak, onların yüceliklerine kapılarak îman etseydi 
insanlar, niyetlerinde bir birlik olur, iyiliklerinde hem 
dünyaya meyil, hem âhirete rağbet bulunurdu; inançlar 
da hâlis olmazdı. Ama Allah, peygamberlerine uymayı, 
kitaplarını gerçeklemeyi, kendisine karşı eğilmeyi, 
emrini kabul etmeyi, tâatine teslim olmayı, başka 
işlerle karıştırmamak, ona bir riya, bir başka istek 
bulaştırmamak şartıyla takdir buyurdu; belâ ve sınanış 
ne kadar büyük olursa sevap ve mükâfat da o kadar 
çok olur. 



90 - Adların anlamlarına uygun düşmemesi, meselâ, refah 
halinde itaatte bulunana tam manâsıyla itaat eden, zahmete 
düşüp zoraki sabredene, sabırlı denmeyeceğine işarettir. 



Görmez misiniz ki Allah, Allah'ın salavâtı O'na 
olsun Âdemden Son Peygamber'e dek bütün gelip 
geçenleri, bu âlemde, ne kimseye zararı dokunan, ne 
de faydası olan, görmeyen duymayan taşlarla denedi; o 
taş yığınını hürmeti vâcib evi kıldı; halkı orada topladı. 91 



91 - Kur'an-ı Mecid'in 5. sûresinin (Mâide) 95. âyetinde 
"Kabe" diye anılan ve 3. sûrenin (Âl-i-İmrân) 96. âyetinde, 
Allah'a ibadet için ilk kurulan "beyt" olduğu bildirilen mabed, 
birçok âyetlerde "Beyt" diye geçer. "Allah evi" denmekten 
maksat, Allah'a inananların toplandıkları, Allah'a ibâdette, yâni 
namazda, oraya yöneldikleri cihetle izafî ve hürmet için 
söylenen bir sözdür; nitekim Recep ayına da Allah ayı 
denmiştir. Yoksa haddi zâtında Allah, bütün bunlardan 
münezzehtir, yücedir. Kâbe-i Muazzama, hicretten on altı ay 
sonra bir öğle namazında, 2. sûrenin (Bakara) 144. âyeti Hz. 
Muhammed'e (s.a.a) vahyedilerek kıble olmuştur. Aynı sûrenin 
149. âyetinde de bu emir, tekit edilmektedir. Aynı sûrenin 191, 
196, 217, 5. sûrenin (Mâide). 2., 8. sûrenin (Enfâl) 34. 9. 
sûrenin (Tevbe) 7, 19, 28., 17. sûrenin (İsrâ) 1. âyetlerinde. 
Kabe'ye "Mescid'ül-Harâm" denmektedir. 5. sûrenin (Mâide). 1. 
âyetinde Kabe'nin hareminde avlanmanın haram olduğu 
bildirilir, 95. âyetinde, ihramdayken avlanmanın haram olduğu 
beyan buyrulur. 9. sûrenin (Tevbe) 3. ve 36. âyetlerinde 
Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarının, hürmeti vacip 
aylar olduğu, bu aylarda, zaruret olmadıkça, câhiliye devrinde 
olduğu gibi savaşın yapılmaması, fakat zaruret halinde 
savaşılabileceği bildirilir. 29. sûrenin (Ankebût) 67. âyetinde, 
haremin emin bir yer kılındığı anlatılır. 9. sûrenin (Tövbe) 28. 
âyetinde müşriklerin pis oldukları, Kabe'nin haremine 
yaklaştırılmamaları emir buyurulmaktadır ki bu sûre, 
Medine'de, Veda'haccından sonra nazil olmuş, Hz. 
Muhammed, önce, Mekkelilere bildirmek üzere Ebubekir'i 
yolladığı halde sonra Hz. Âli'yi (a.s) göndermiş, Hz. Ali (a.s) 



O beyti de yeryüzünün taşlık, toprağı az; bitki bitmez, 
susuz, dar bir vadisine koydu; sarp dağlar arasında, 
uçup savrulan kumlar içinde birbirinden uzak köylerin, 
suyu az kaynakların bulunduğu bölgede kurdu; orada 
ne deve yayılır, ne başka bir hayvan barınır, havası da 
buna uygun değildir. 92 

Sonra Âdem'e ve evlâdına, oraya yönelmelerini 
buyurdu; seferlerinin konağı, yüklerinin durağı kıldı 
orayı. Gönüller oraya meyleder, gönül ehli olanlar 
orada birbirlerini bulurlar, faydalanırlar; çöllerden, 
ovalardan kalkarak, yurtlarından ayrılıp engin çöller, 
derin denizler aşarak, yücelerden inerek, geniş yolları 
bırakarak, yurtlarından ayrılıp, adaları bırakıp oraya 
gelirler. Omuzlarını oynatarak, horluğa, dileyerek 

Rasûlullah'ın (s. a. a) devesine bindiği halde, bu yıldan sonra 
müşriklerin hac etmemelerini, çıplak tavaf edilmemesini, 
Kabe'ye, mümin olanlardan başkasının girmemesini, 
muahedesi olanlara, bitinceye dek dokunulmayacağını, fakat 
dört ay sonra bildirilen şartlara riâyet lüzumunu tebliğ etmiştir. 
Kabe'ye, harem dâhiline müşriklerin girmeleri haram 
olduğundan, hac esnasında, helâl olan bâzı şeylerin haram 
olmasından, ihramsız hareme girilemeyeceğinden, hürmeti 
vacip olan bir beyt bulunduğundan "Mescid'ül-Harâm" 
denmiştir. 

92 - 14. sûrenin (İbrahim) 37. âyet-i kerîmesinde İbrahim 
Peygamber'in, Alâ nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm, 
"Rabbîmîz, soyumun bir kısmını ekin bitmez bir yere, hürmete 
vacip olan evinin yanına yerleştirdim; Rabbîmiz, namaz 
kılsınlar diye. Artık insanların bir kısmı da onlara gönül versin, 
sevsinler onları ve şükretmeleri için de meyvelerle rızıklandır 
onları" diye dua ettiği bildirilmektedir. Bu sözlerle, bu âyete 
işaret edilmektedir. 



düşerler, koşarlar, yelerler, tozlara bulanmış yüzlerle 
Tanrı rızasını elde etmek isterler. Elbiselerinden 
soyunurlar, ihramlara bürünürler; güzelim saçlarını 
kestirirler; bütün bunlar büyük bir sınanmadır; çetin bir 
denenmedir; apaçık bir imtihandır; mânâsı yerinde bir 
temizliğe burhandır. Allah o evi rahmetine sebep, 
cennete ulaşmaya bir vesîle kılmıştır. Noksanlardan 
münezzeh Allah dileseydi, hürmeti vacip evini, kadri 
yüce ibadet yerlerini, bağlar, bahçeler, nehirler, 
ırmaklar arasında yeğin ve düz bir yerde, ağaçları çok, 
meyveleri bol, yapıları yakın, köyleri birbirine bitişmiş 
bir yerde kurardı; kızıla çalar buğdayların bittiği, 
yemyeşil çayırlıkların yeşerdiği, sulak bir yerde, taze 
bitkilerin bulunduğu, güzelim suların aktığı mâmur 
yolların bulunduğu bir yerde bina ederdi. Ama böyle 
yapsaydı, mihnetin azlığına karşılık mükâfat ve 
sevabın da azalması gerekirdi. yapı, yapıldığı gibi 
olmasaydı da yeşil zümrütle kızıl yakut taşlarla bezenip 
ışıklar saçarak, parıltılarla parıl-parıl parlar bir halde 
yapılsaydı, elbette gönüllerdeki şüphe azalır. İblis'in 
azdırma savaşı söner, insanların şüphelerinin gelip 
gitmesi de giderilmiş olurdu. Fakat Allah, kullarını 
çeşitli çetinliklerle sınamakta, türlü güçlüklerle 
kullukta bulunmalarını buyurmakta, onlara güç gelen 
şeylerle onları denemektedir; böylece de kalplerinden 
ululanmayı çıkarma-yı; gönüllerine alçalma duygusunu 
yerleştirmeyi takdir etmektedir; buna da kendi lütfüne 
kapılar açmak, bunları da bağışlamasına sebep etmek 
murâdındadır. 

Allah için, Allah için ey Allah kulları, şu tez geçip 
gitmekte olan dünyada zulümden, azgınlıktan, bir 



müddet sonra gelip çatacak olan âhiret âleminde 
zulmün kötü akıbetinden, ululanmanın fena 
sonucundan sakının; çünkü ululuk İblis'in pek büyük 
bir av yeridir, pek büyük bir düzen yeridir; bu haller 
insanların gönüllerine yapışır; öldürücü zehirler gibi 
gönüllerine girer, onları zehirleyip yok eder; buna da 
gücü yeter; bu savaşta herkese karşı gücü-kuvveti 
kesilmez; açtığı yara tam yerindedir; hata etmez; ne 
bilgi sahibi, bilgisiyle ondan kurtulur; ne yoksul olan, 
bir şeyi bulunmayan, yıpranmış elbisesiyle ondan 
kurtulacak bir yer bulur. Allah, kullarını; bu 
ululanmadan, namazlarla, zekâtlarla, farz günlerdeki 
oruç tutup mücâhede etmeleriyle, onların azasını 
sâkinleştirerek, gözlerini haramdan çekindirerek, 
nefislerini alçaltarak, gönüllerine dincelme ihsan 
ederek, kendilerini büyük görmeyi onlardan gidererek 
korur. Çünkü namazda gönül alçaklığıyla en yüce yeri, 
alınları toprağa koymak, yüzleri toprağa indirip âzânın 
en değerlilerini yeryüzüne koyup küçülmek, oruçta da 
karınları açlıkla sırta yapıştırarak kibirden kurtulmak, 
insanları alçalmaya alıştırmak gibi hikmetler vardır. 
Zekâtta da yeryüzünden biten şeyleri, bunlardan başka 
varlıkları, yok-yoksul kişilere vermek, onlara 
yaklaşmak vesileleri mevcuttur. Bunlarda bulunan, 
insanda görünen, övünmeye ait şeyleri yok eden, 
ululanmaya dair beliren sıfatlardan insanı men eden 
şeylere bakın. 93 



93 - Hac töreninde, gerçekten de insan, irâdesini Allah'a 
verir; helâl olan şeyleri kendisine haram eden Tanrı irâdesine 
teslim olur; baş açık, yalın ayak, âdeta bir kefen olan ihrama 



Ben, âlemlerde herhangi bir şey yüzünden ululanan 
kişilerden bir tanesini bile görmedim ki o, bilgisizliğe 

bürünüp hac ve umre menâsikini edâ eder; sanki ölmeden 
önce ölmüştür; elsizdir, dilsizdir, belsizdir. Oruçta da büyük bir 
irâde imtihanı vardır. Namaz ve bilhassa namazdaki secde de, 
tam bir alçalış, bir yok oluştur. Zekâttaki iktisadî hikmetse, 
anlatılmaya bile hacet olmayacak kadar çoktur ve Kur'an-ı 
Mecid'de daima namazla anılan zekât, sınıf farkını kaldırmak 
için teşrî' edilmiş bir farîzadır. Allah sırrını takdis etsin. Saduk, 
"Fakıyh"de, Sekizinci İmam Aliyy'ur-Rıza'nın (a.s) Muhammed 
b. Sinan'ın sorduğu sorulara cevap verirken namaz hakkında, 
"Namazın farz edilmesindeki sebepler yüce Allah'ın 
rubûbiyetini, ortağı, eşi, benzeri olmadığını tasdik etmek, 
alçalarak onun huzurunda durmak, geçen suçlarını itiraf 
etmek, bağışlanmayı dilemek, her gün, onun ululuğuna, 
üstünlüğüne karşı yüzünü toprağa koymak, din ve dünyada 
lütfunu dileyip ona yönelmek, bütün bunlarla beraber gece- 
gündüz onu anmaktır; çünkü kul, sahibini, yaratıcısını, tasarruf 
ve tedbir ıssını unutursa azar, doğru yoldan sapar, rabbini 
anması, onun huzurunda bulunması da kulu, isyanlardan, 
suçlardan alıkor, bozgunculuk etmesine engel olur" 
buyurduğunu bildirir. Zekât hakkında da, "Zekât yoksulları 
rızıklandırmak zenginlerin mallarını korumak içindir; nitekim 
Allah Tebâreke ve Teâlâ, "Andolsun ki mallarınızla, canlarınızla 
sınanacaksınız" buyurmuştur (3, Âl-i İmran, 186). Mallarınızla 
sınanacaksınız; yâni mallarınızın zekâtını ayırıp vererek; 
canlarınızla sınanacaksınız; yâni buna sabrederek. Bununla 
beraber bunda, Allah'ın şükrünü eda etmek, ziyâde vermesini 
ummak, yoksullara, zayıflara acımak, onları görüp gözeterek 
kuvvetlendirmek, onlara dînen yardımda bulunmak, istekleri 
azaltmak, tez göçüp giden dünyaya aldanmamak, dünyada da, 
âhirette de yok-yoksul kişilerin çektiklerini bilip âhiret için 
onlara delil olmak da var" sözlerini söylemiştir (Hâc Molla 
Sâlih-i Kazvinî şerhi, 2. 1380 Hicrî, s. 330-332, 1 not.). 



düşüp yalanı doğru sanacak bir sebebe yapışmasın; 
yahut aklı kıt kişilerin akıllarına uyup kendisini, bir 
delille ulu görmesin. Siz bir iş için ululanmadasınız ki 
onun ne bir sebebi tanınmaktadır, ne de nasıl ve neden 
olduğu bilinmektedir. Ama İblis, Âdem'e karşı yaratılışı 
bakımından kendini ulu gördü; onun yaratılışını kınadı, 
ben ateşe mensubum, sen topraktansın dedi. 
Ümmetlerin hâli yerinde olan zenginleriyse elde 
ettikleri nimetler yüzünden ululandılar; kendilerini 
büyük gördüler de "Bizim mallarımız, evlâdımız daha 
çok, biz azaba uğramayız" dediler (34, Seb', 35). 

Ululanmak mutlaka gerekse güzel huylarla, 
övülecek, beğenilecek işlerle ululanın, övünün; nitekim 
Arap boylarının ileri gidenleri, erleri, yiğitleri, kabilelerin 
başbuğları, güzel huylarla, yüce akıllarla, üstün işlerle, 
övülmesi gereken eserlerle övünürlerdi; bunlarla 
birbirlerine üstünlük dâvasına girişirlerdi. Siz de, 
insanların haklarını korumak, ahde riâyet etmek, 
ululanmayı bırakmak, üstün huylarla huylanmak, 
isyandan , zulümden el çekmek, kan dökmeyi büyük 
suç tanımak, halka insafla muamelede bulunmak, 
öfkeyi yenmek, yeryüzünde bozgunculuktan kaçınmak 
gibi övülmesi gerekli huylarla övünün. 

Sizden önce ümmetlerin, kötü işlerde bulunmaları, 
fena amellere düşmeleri yüzünden uğradıkları 
belâlardan kaçının. Hayırda, serde, onların hallerini 
anın, onlara benzemekten çekinin. Onların uğradıkları 
kötülükle elde ettikleri hayır arasındaki ayrılığı 
aykırılığı düşündünüz, bu iki hali kıyasladınız mı, 
onların üstünlüklerini sağlayan, bu yüzden 
düşmanlarını kendilerinden uzlaklaştıran, esenlik 



çağlarını sürdüren, onları nimetlere kavuşturan, 
sarıldıkları ıştıkları iş yüzünden yüceliğe ulaştıran 
hallerine özenin de o hallerle bezenin; ayrılıktan 
çekinmek, uzlaşmayı gerekli bilmek, birbirinizi ona 
teşvik etmek, ona sevk etmek gibi hani. Gönüllerinde 
birbirlerine kin gütmeleri, düşmanlık duymaları, 
emellerinin bir olmayışı, birbirlerine yardımda 
bulunmayışları gibi onların belkemiklerini kıran, 
güçlerini zayıflatan huylardan kaçının. 

Sizden önce geçip gitmiş olan inananların hallerini 
düşünün; onlar belâya uğradıkları, sınanmaya 
düştükleri zaman neler yaptılar? Onların yükleri, en 
ağır yük mü değildi; kulların içinde en çetin belâya mı 
uğramadılar; dünya halkı içinde en sıkıntılı hale mi 
düşmediler? Firavunlar, onları kul etmişlerdi; evlâtlarını 
öldürerek azap ediyorlardı; onlara azabın tadını 
tattırıyorlardı. Helak olmak aşağılığından, düşmanların 
üstün olarak kahretmelerinden bir türlü 
kurtulamıyorlardı; halleri hep buydu; ne onların 
cefâlarından kurtulacak bir düzen buluyorlardı; ne o 
zulmü giderecek bir yol elde ediyorlardı. 

Sonunda Allah, kendisine olan sevgileri yüzünden 
düşmanların cefâlarına dayandıklarını, ondan 
korktukları için kendilerine yapılan kötülüklere 
tahammül ettiklerini gördü de belâ darlıklarından bir 
kurtuluş yolu açtı onlara; halâs etti, kurtardı onları. 
Alçalış yerine onlara üstünlük, korku yerine eminlik 
verdi. Padişah oldular; buyruk verdiler, alemlere 
muktedâ kesildiler; Allah onlara ummadıkları 
yücelikler verdi. Onlar birlikken, dilekleri birken, 
gönülleri birbirlerine uygunken, elleri, yardımda 



birbirlerine uzanırken, kılıçları birbirlerine yardım 
ederken, can gözleri görürken, azimleri tek iken ne 
haldeydiler; bir bakın, görün. Yeryüzünün bölgelerinde 
buyruk yürütmediler mi; âlemdekilere padişahlık 
etmediler mi? 

Bir de işlerinin sonuna bakın; birbirlerinden 
ayrıldıkları, uzlaşmaları bozulduğu, dilekleri, gönülleri 
birbirine aykırı bir hale düştüğü, bölük-bölük oldukları, 
ayrılıp birbirleriyle savaşa giriştikleri zaman ne hale 
düştüler? Allah onlardan yücelik elbisesini soydu; 
nimetlerinin güzelliğini ellerinden aldı; onlardan yalnız 
ibret almanız gereken hikâyeler kaldı. 94 

Esenlik onlara, İsmail'in evlâdından, İshak 
oğullarından, İsrail oğullarından ibret alın. İnsanların 
halleri ne kadar da birbirlerine benzer; benzerlikte 
birbirlerine ne kadar da yakın düşer. Araplar da 
dağıldıkları, ayrıldıkları zaman Kisralar, Kayserler, nasıl 
onlara hüküm yürüttüler, bir düşünün. Kisralar, 
Kayserler, onları dolaylardan, mâmur yerlerden, 
Irak'taki ırmaklardan, dünyanın yemyeşil, taptaze 
otlarla dolu yerlerinden çıkardılar, yalnız çalılar çırpılar 
biten, yaşanması güç çöllere sürdüler; onlar, sırtı yaralı 
develeri, otlayan hayvanları haydamak üzere yok- 
yoksul bir halde, toplumların en hor-hakiri, bir 
bakımdan en perişan ve fakiri olarak çöllere sığındılar; 
ne el atacakları, kanatlarının altına sığınacakları bir 
kimse vardı; ne üstünlüğüne güvenip dayanacakları bir 
düzenlik gölgesi. Halleri perişandı; dilekleri 



94 - Bu kısımda İsrail oğullarının sonlarını beyan 
buyurmaktadırlar. 



darmadağın. Çokluklardı, fakat dağınık; ezelî bir belâya 
tutulmuşlardı, bosbulanık. Çetin ve kat-kat belâlarla 
bilgisizlik onları kavramıştı; zulüm ve kötülük 
çevrelerini kaplamıştı; kızlarını yoksulluk yüzünden diri- 
diri görmüyorlardı; putlara tapıyorlardı; yakınlığı inkâr 
ediyorlardı; yağmalar, onları birbirinden ayırıp 
gidiyordu. 95 

Bir de Allah'ın onlara verdiği nimet çağına, onlara 
peygamber yolladığı çağa bakın: Dinle itaatlerini 
pekiştirdi; davetiyle uzlaşmalarını mümkün kıldı; bu 
birlik, bu topluluk yüzünden yücelik kanatlarını nasıl 
gerdi onlara, çeşit-çeşit faydalarını, bereketlerini nasıl 
akıttı onlara. 

Bu toplum, Allah nimetlerine daldı, o nimetlerine 
daldı, o nimetlerle yaşayışın zevkine ulaştı; güçlü bir 
kuvvetin gölgesinde işleri düzene girdi; üstün bir güçle 
halleri yüceldi; işleri, oturamaklı, sağlam bir kudretle 
düzeldi. Âlemlere hükmeder oldu, yeryüzü dolaylarında 
padişah kesildiler; önceden kendilerine hükmedenlere 



95 - Arapların, cahiliyye devrindeki halleri anlatılmaktadır; 
aynı zamanda 81. sûrenin (Tekvîr) 8-9. âyetlerine işaret 
edilmektedir. İlk çocuğu kız olan, gelenek olarak Araplarda 
haysiyetsiz sayılırdı; babası onu diri-diri gömmek zorundaydı. 
Köpek, yılan, kertenkele yerlerdi. Asma'î der ki: Çölde giderken 
bâzı çadırlar gördüm; oraya gittim. Beni konukladılar; bir kap 
içinde süt sundular. Sütü içtikten sonra ne de temiz kap dedim. 
Evet dediler, gündüzleri, içinde yemek yeriz; geceleri ona işeriz; 
sabahleyin köpeklerin önüne koruz, onlar kabı yalarlar; 
temizlerler; onun için böyle tertemizdir. Bu sözleri duyunca, 
Allah lanet etsin sana da, senin bu temizliğine de dedim (Molla 
Sâlih-i Kazvinî şerhi; 2. s. 341-342, not). 



hükmettiler; başkalarının buyruğuna uyarlarken onlara 
buyruk yürüttüler. Kimse onların mızraklarını 
kınayamaz, kimse onların taşını kıramaz, kimse onlara 
ok ve taş atamaz bir hale geldiler. 

Fakat şunu da bilin ki siz, ellerinizi itaat bağından 
kurtardınız; sizin için kurulmuş olan Allah kalesini, 
cahiliyet hükümleriyle deldiniz, yıktınız. Noksanlardan 
münezzeh olan Allah, bu toplumun arasını düzenlik 
ipiyle bağlamış, onlara birlik, düzenlik vermişti, 
gölgesinde gölgelendirmişti; kendisine sığınmalarını 
sağlamıştı; yaratılanlardan hiç birinin değer 
biçemeyeceği, bütün değerlerden üstün, bütün 
kıymetlerden yüce bir nimet ihsan etmişti; böylece de 
onlara lütufta bulunmuştu. Bilin ki hicretten sonra 
sizler, çöl Arapları haline geldiniz; uzlaşıp birbirinizi 
sevdikten sonra bölük-bölük dağıldınız; 

Müslümanlıktan ancak bir ad kaldı sizde; îmandan 
ancak bir lâf tanımaktasınız siz; utanca düşmektense 
cehenneme gitmek yeğdir dediniz siz. Sanki hürmetini 
gidererek, hiçe sayarak İslâm kâsesini başaşağı 
çevirmek, Allah'ın, yeryüzünde size esenlik vermek, 
halkı arasında da emniyeti sağlamak üzere sizden 
aldığı ahdi bozmak istiyorsunuz. Müslümanlıktan 
vazgeçer, başka bir yol tutarsanız, kâfirler savaşa girişir 
sizinle; sonra ne Cebrail yardım eder size, ne Mikâil: ne 
muhacirler imdadınıza koşar, ne ensar; ancak Allah 
aranızda hükmedinceye kadar kılıçla savaşılır sizinle. 
Bir de şu var ki Allah'ın azabına uğrattığı, dertlere, 
belâlara, çetin olaylara düşürdüğü kullara ait birçok 
örnekler var; bunu bilirsiniz; bilgisizlikle Allah'ın 
azabının gecikmesi sizi aldatmasın; azabından 



ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü noksan sıfatlardan 
münezzeh olan Allah sizin de bildiğiniz geçmiş 
toplumları, ancak gerçeği ve doğruyu buyurmayı, 
kötülükleri nehyetmeyi bıraktıklarından lânetlemiştir; 
kötülere, suç işledikleri, içlerindeki bilgili, anlayışlı 
olanlara da, kötülüğü nehyetmedikleri için lanet 
etmiştir. 

Bilin ki siz, İslâm bağını kestiniz; Müslümanlık 
sınırlarını elden çıkardınız; hükümlerini de öldürdünüz. 
Bilin ki Allah bana, isyan edip itaatinden çıkanlarla, 
biat edip biatinden dönenlerle, yeryüzünde 
bozgunculuk edenlerle savaşmayı emretmiştir. Biatten 
dönenlerle savaştım, gerçekten sapanlarla mücahede 
ettim; dinden çıkanları kahrettim, Redhe şeytanının 
belâsını da, onu bayılmış bulup, yüreğinin çarptığını 
duyup, göğsünün titrediğini görüp İslâm'dan giderdim. 
Âsîlerden, ardımda kalanlar kaldılar. Allah izin verirse 
onları da bu sefer kahrederim; onlardan, yeryüzünde 
ancak çevreye dağılanlar, kalırlarsa kalırlar. 96 



96 - Biatten dönerler. Cemel savaşına sebep olanlardır; 
gerçekten sapanlar ve itaatten çıkanlar, Muâviye'ye uyanlardır. 
Dinden çıkanlarsa Haricîlerdir. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Zübeyr'e, 
savaştan önce, "Biz ansardan bir bölüğün sofasındaydık, sen 
de vardın, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve âlihi ve sellem beni 
işaret ederek sana, onu sever misin buyurdu; sen, ne mâni var 
deyince, ama buyurdu, sen onun aleyhine kıyam edecek, 
onunla savaşa girişeceksin ve bu takdirde de sen zâlim 
olacaksın; hatırlar mısın bunu?" demişti (Müstedrek'üs- 
Sahîhayn'den; c.3, s.366; Üsd'ül-Gaabe; 2, s. 199; El-İsâbe'den; 
3, s.6; Kenz'ül-Ummâl'den; 6, s.82-85; İstîâb'dan; 1, s. 207; 
Mecma'dan; 7, s.27, İbn-i Kutayba'nın El-İmâmetü ve's- 



Sitâse'sinden, s. 63, naklen "Fedâil'ül-Hamseti min'es-Sihâh'ıs- 
Sitte; Necef-1384 H. 2, s.364-369). Ümm'ül-Mü'minin'i de Hz. 
Rasûl (s.a.a), Ali'ye karşı çıkmaktan men buyurmuştu 
(Müstedrek, Kenz'ül-Ummâl, Müsned, İsâbe, Mecma', El- 
İmâmeti ve's-Siyâse, Nûr'ül-Absâr, Hiylet'ül-Evliyâ, Tabakkaat-u 
İbn-i Sa'd, Târihu Bağdâd v.s.den naklen aynı; s. 369-374). Hz. 
Rasûl-i Ekrem sallâllahu aleyhi ve âlihi vesellem, Emir'ül- 
Mü'minin'e, biatinden dönenlerle, isyan edenlerle, dinden 
çıkanlarla savaşacağını bildirmişler, savaşmasını emir 
buyurmuşlardı (Müstedrek, Târih-u Bağdâd, Üsd'ül-Gaabe.ed- 
Dürr'ül-Mensûr, Kenz'ül-Ummâl ve Mecma'dan naklen aynı; 
s.358-363). Redhe, dağ başlarında bulunan ve içine su dolan 
çukura denir. Redhe Şeytanı, Haricîlerden Zü'l-Huvaysarat'üt- 
Temîmî Harkus b. Züheyr'dir. Bu adam, Hevâzin ganimetlerini 
bölerken Hz. Resûl'e (s.a.a), adalete riâyet et demek cür'etinde 
bulunmuş, Hazret "Vay sana, ben adalete riâyet etmezsem kim 
eder" buyurunca Ömer, izin ver yâ Rasûlallah, şunun boynunu 
vurayım demiş, Hz. Rasûl (s.a.a), bırak onu; onun öyle 
arkadaşları olacak ki biriniz, onların namazını, orucunu 
görünce kendi namazını, orucunu, ona nispetle ehemmiyetsiz 
bulacak; Kur'an okuyacaklar, fakat boğazlarından aşağıya 
geçmeyecek (mânasını anlamayacaklar, hükmüne riâyet 
etmeyecekler), yaydan ok çıkar gibi dinden çıkacaklar; kara 
yüzlü, kolunun birinde kadın memesine benzer bir ur bulunan 
kişi de onların başı olacak; insanların en hayırlı bölüğüne karşı 
çıkacaklar buyurmuştu. Ebû Saîd'il-Hudrî (r.a), ben bu hadisi 
Rasûlullah'tan duydum, tanıklık ederim ki Ebû-Tâlib oğlu Ali, 
onlarla savaştı; ben de onunlaydım; öldürülenler arasında bu 
adamı bulmamı istedi; buldum ve Rasûlullâh'ın buyurduğu 
alâmeti de onda gördüm demiştir (Buhârî'nin Kitâb-u Bed'il- 
Halk'ından naklen Fadâil'ül-Hamse; 2, s.400). Nese'înin 
"Hasâis"inde, Zehebî- nin Mîzan'ül-İ'tidâl'inde, Sahihu 
Müslim'in Kitâb'üz-Zekat'-ında, Müstedrek'te, Ebû-Dâvud'da, 
Müsned'de, Tabakaat'ta, Hilyet'ül-Evliyâda, Târih-u Bağdâd'da, 



Ben daha çocukken Arab'ın baş kaldıranlarını yere 
serdim, Rabia ve Mudar boylarının boynuzlarını kırdım. 
Allah'ın salât'ı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a ne 
kadar yakın olduğumu onun katında nasıl bir 
mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz o beni 
bağrına basardı; yatağına alırdı; vücudunu bana sürer, 
beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. 
Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük 
ettiğimi görmüştür. O, sütten kesildiği andan itibaren 
Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş 
etmişti; o melek gece-gündüz, ona yücelikler yolunu 
gösterirdi; âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi. 
Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının 
ardından giderse, onun ardından giderdim; o, her gün 
bana huylarından birini belletir, ona uymamı 
buyururdu. Her yıl Hıra dağına çekilir, kulluğa 
koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. O 
gün İslâm, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Rasûlullah'la Hadice'den başkasının evinde yoktu; ben 
de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve peygamberlik 
nurunu görürdüm, peygamberlik kokusunu duyardım. 
O'na vahiy gelirken Şeytanın feryadını duydum da yâ 
Rasûlallah dedim, bu feryat nedir? Buyurdu ki: Bu 

Mecma' ve Kenz'ül-Ummâl'de bu husustaki hadisler için aynı 
kitabın 400-410. s.e, Hâriciler hakkındaki âyetler için de 410- 
412 s. e. bk.). Zü's-Sedye denen bu adamı görünce Rasûl-i 
Ekrem'in (s.a.a), Bu, ümmetimin içinde beliren şeytan 
boynuzlarının ilkidir buyurduğu rivayet edilmiştir. Nehrevan 
savaşında bu herif, Hazreti Emir aleyhisselâmın narasını 
duyunca kendisini, içinde su bulunan bir çukura atmıştı; orada 
ölü olarak bulundu. 



feryat eden Şeytandır; kendisine halkın kulluk 
etmesinden ümîdini kesti artık. Sen benim 
duyduğumu duymadasın, gördüğümü görmedesin; 
ancak sen peygamber değilsin; fakat vezirsin ve hayra 
karşısın, ona ulaşmışsın. 97 



97 - Ibn-i Ebi'l-Hadîd FazI b. Abbas'tan rivayet eder; demiştir 
ki: Babama, Hazreti Rasûl (s.a.a) erkeklerden en fazla 
hangisini severdi diye sordum; Ebu-Tâlib oğlu Ali'yi hepsinden 
fazla severdi dedi. Ben, oğulları sordum deyince dedi ki: Ebu- 
Tâlib oğlu Ali'yi herkesten çok severdi; oğullarından daha fazla 
ona muhabbeti vardı. Biz, Hazreti Rasûl'ün Ali'ye olan 
muhabbeti derecesinde oğlunu seven bir baba görmediğimiz 
gibi Ali'nin Hazreti Rasül'e itaatinden daha fazla itaat eden bir 
oğul da görmedik. Huseyn oğlu Ali Zeyn'ül-Âbidin'in oğlu 
Zeyd'in oğlu Huseyn demiştir ki: Babam Zeyd'den duydum ; 
derdi ki: Hazreti Rasûl (s.a.a) eti, hurmayı çiğner, sonra, henüz 
küçük olan ve kucağında bulunan Ali'nin ağzına verirdi (Hacı 
Molla Sâlih-i Kazvîni şerhi, 2, s.356, 1 ve 2. notlar). 

İbn-i Eb'il-Hadid'in Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden, Hz. 
Ali'nin (a.s) "Ben Hz. Peygamber'in (s.a.a) mîraç edeceği 
gecenin sabahında onun hücresindeydim; namaz kılıyordu, 
namazını bitirdi, ben de bitirdim; o sırada bir feryat duydum. Yâ 
Resûlullah dedim, bu feryat nedir? Buyurdular ki: Bilmiyorum 
musun, bu, Şeytanın feryadı; anladı ki geceleyin ben göğe 
ağacağım; artık yeryüzünde onun peşinden gidecek kimse 
kalmadığını, ona kulluk edecek kimsenin bulunmaya-cağını 
idrâk ederek ye'se düştü (Sarih Hoyî'den naklen Hâc Molla 
Salih Kazvinî'nin şerhi, 2, s.357, not). Emir'ül-Mü'minin (a.s), 
Hazreti Peygamber'in (s.a.a) risâlete meb'us oluşun-dan önce 
kendisiyle beraber, aydınlığı görür, meleğin sesini duyardı. 
Hazreti Rasûl (s.a.a), Ben Peygamberlerin sonuncusu 
olmasaydım sen de Peygamberlikte şerîk olurdun; fakat sen 
Peygamber değilsin ama Peygamber'in vasîsi ve vârisisin; 



Gerçekten de ben o toplumdanım ki Allah yolunda 
onlar, kınayanın kınayışına aldırış etmezler; yüzleri 
gerçeklerin yüzleridir; sözleri hayırlı kişilerin sözleri. 

hattâ sen, vasîlerin seyyidisin buyurmuştur (İbn-i Ebi'l-Hadid ve 
Şârih Hoyî'den naklen, Aynı, s.358, not). 

Hz. Rasûl (s. a. a) 26. sûrenin (Şuarâ) 214. âyeti olan ve "En 
yakın hısımlarını korkut" mealindeki âyet-i kerime nazil olunca 
Hz. Ali'ye (a.s) bir ziyafet tertip etmesini ve Abdül-Muttalib 
oğullarını çağırmasını emir buyurmuş, içlerinde Ebu-Tâlib, 
Hamza, Abbas ve Ebû-Leheb olduğu halde kırk kişi toplanmıştı. 
Yemek yedikten sonra Hz. Rasûl (s.a.a) söze başlayacakken 
Ebû-Leheb lafa koyulmuş, bunun üzerine ertesi günü ziyafet 
gene tekrarlanmış, yemekten sonra Hz. Rasûl Rasûl (s.a.a) Ey 
Abdül-Muttalib oğulları, Arap kavmi içinde, benim size 
geldiğim, gönderildiğim şeyden daha üstün bir şeyle kimse 
gelmemiş, gönderilmemiştir. Ben size dünyanın da, âhiretin de 
en hayırlı şeyiyle geldim; yüce Allah, sizi ona inanmaya 
çağırmamı buyurdu; bu işte kim bana zahîr olursa o, kardeşim, 
vasîm ve halîfem olacaktır sizin içinizde buyurdu. Hiç kimse bir 
şey söylemedi; Ali, Ey Allah'ın Peygamberi dedi, ben senin 
vezîrin olurum; Hz. Rasûl (s.a.a) onun omuzunu tutarak bu, 
benim kardeşimdir, vasîmdir, içinizde halifemdir, duyun ve ona 
itaat edin buyurdu. Ziyâfettekiler, oğlunun sözünü dinlemeni, 
ona itaat etmeni emretti sana diye Ebû-Talib'le alay ettiler 
(Kenz'ül-Ummâl'den, İbn-i İshas, İbn-i Cerir-i Tabarî, İbn-i Ebi- 
Hâtem, Ebu-Nuaym ve Beyhakıy'den naklen Fazâil'ül-Hamse 
Min'es Sıhâh'ıs-Sitte, 2, s.19-21). 

Hz. Emir'in (a.s), Hz. Hadice (r.a) müstesna, İslâm'ını ilk 
izhâr eden, ilk imân eden zat olduğu, yedi yıl, Hz. Muhammed 
(s.a.a), Ali (a.s) ve Hadîce'den (r.a) başka hiçbir kimsenin 
Allah'a ibâdet etmediği hakkındaki hadisler ve bu hadislerin 
bulunduğu kitaplar için "Fedâil'ül-Hamse"ye bk. (c.l, Necef- 
1383 H.Ş. 178-200). 



Geceyi kullukla geçirip mâmur ederler; gündüzü 
hidâyetle geçirip uyanlara alem kesilirler. Onlar, Kur'an 
ipine yapışmışlardır; Allah'ın buyruklarını Rasûlünün 
sünnetlerini diriltirler. Ne ululanırlar, ne yüce görürler 
kendilerini; hıyanette bulunmazlar, bozgunculuk 

etmezler. Kalpleri cennetlerdedir, bedenleri kullukta. 

* * * 



193 



Emir'ül-Mü'minîn aleyhisselâm'ın ashabından 
Hemmâm adlı biri, Yâ Emir'el-Müminîn dedi, bana 
Allah'tan çekinenleri anlat; hem de öylesine anlat ki 
onları görür gibi olayım. Hazret, onun bu sözünü 
duymazlıktan gelerek Yâ Hemmâm buyurdu, Allah'tan 
çekinin, iyi amelde bulunun, çünkü "Allah, çekinenler 
ve iyilikte bulunanlarladır" (16, Nahl, 128). Hemmâm 
bu sözü yeter bulmadı; and verdi. Hazreti Emir (a.s) 
bunun üzerine Allah'a Hamd'ü sena edip Rasûlüne ve 
soyuna saiât ü selâm ihdasından sonra buyurdu ki; 

Noksan sıfatlardın münezzeh, yüce Allah halkı 
yarattı; yarattığı vakit onların itaatlerinden de müstağni 
idi, isyanlarından, suçlarından da. Çünkü isyan edenin 
suçu, isyanı O'na bir zarar vermez; itaati, O'nu 
faydalandırmaz. Halkın geçimini taksim etmiştir O; 
herkesi lâyık olduğu yere koymuştur O. 



Çekinenlere gelince: Onlar üstünlüklere sahiptirler; 
sözleri gerçektir onların, elbiseleri orta halli; ne fazla 
özentili, ne pek bayağı. Yürüyüşleri gönül alçaklığıyladır 
onların. Gözlerini, Allah'ın onlara haram ettiği 
şeylerden yumarlar; kulaklarını, onlara fayda verecek 
bilgiye verirler. 98 Bunlara uymayanların gönülleri, nasıl 



98 - Hemmâm, Şurayh adlı birinin oğludur. "Kâfî'de bu 
sorusu ve Hz. Emir'ül-Müminin'in (a.s) cevapları, İmam 
Ca'fer'us - Sâdık'tan (a.s) rivayet edilmektedir. Bu rivayet İbn-i 
Tâvûs'tan da gelmektedir (Hâcc Şeyh Abdullâh-ı Mamakaanî: 
Tenkıyh'ul -Makaal, Necef-1352 H. Taş bas. 3, s. 304. İlk 
kısımda, Allah'ın, kullarının itaatinden, isyanından mustağnî 
oluşu bildirilirken, 3. sûrenin (Âl-i İmran) 97. 14. sûrenin 
(İbrahim), 8., 27. sûrenin (Nemi) 40., 29. sûrenin (Ankebut) 6, 
31. sûrenin 12., 39. sûrenin (Zümer) 7., 57. sûrenin 24., 60. 
sûrenin 6. âyetinin mealidir. "Çekinenlere gelince" sözüyle 
başlayan kısım, 25. sûrenin (Furkan), "Ve Rahmân'ın kulları, 
öylesine kullardır ki yeryüzünde gönül alçaklığıyla yürürler ve 
bilgisizler, onlara söz söyleyince sağlık, esenlik sîze dîye cevap 
verirler ve öyle kişilerdir ki onlar, gecelerini Rablerine secde 
ederek, onun tapısında kıyamda bulunarak geçirirler ve öyle 
kişilerdir onlar ki Rabbimiz derler, savuştur cehennem azabını 
bizden; şüphe yok ki onun azabı daimîdir" mealindeki 
âyetlerinin tefsiri mahiyetindedir (63-76); esasen bu hutbe, bu 
âyetlerin meallerinin tefsir ve izahıdır. 

Takva, yâni çekinmek, lügatte fazlasıyla korunmak, örfte, 
nefsi, âhirette ona zarar verecek şeylerden korumak, fayda 
verecek şeylere yöneltmek anlamınadır. Üç derecesi vardır: 1) 
İnancı düzelterek nefsi, edebî azaptan korumak, 2) Şerîatta 
yapılması, yahut terk edilmesi suç olan şeylerden çekinmek, 3) 
Gönlü, Allah'tan gaflete düşürecek şeylerden kaçınmaktır. 
İmam Cafer'us - Sâdık aleyhisselâmdan takva nedir diye 
sorulunca, "Sana emredilen şeyleri, gereğince yapmandır; 



nimete erince rahat ve huzur içindeyse, bunların 
gönülleri de belâ ve mihnette rahat ve huzur içindedir. 
Allah, kullarının ecellerini takdir etmeseydi, ölüm 
vakitlerini tayin buyurmasaydı, onların ruhları, sevaba 
iştiyak duymak, azaptan korkmak dolayısıyla göz 
yumup açacak bir müddet bile bedenlerinde karar 
etmezdi. Gözlerinde, yaratan, uludur. O'ndan başkası 
küçük. Sanki cenneti görmekteler, orada azaba 
uğramaktalar, kalpleri mahzundur, şerlerindense 
herkes emin. Hasetleri zayıftır, yoktur; dilekleri 
önemsiz, nefisleriyse tertemiz; tez geçip giden 
günlerde sabretmişlerdir, ardından süreli bir rahat ve 
huzur gelir; o vakit kârlı bir alış-verişi onlara 
kolaylaştırmıştır Rableri. Dünya onları diler, onlarsa 
dünyayı dilemezler; dünya onları tutsak etmiştir, fakat 
onlar, canlarını fidye olarak verip ondan 
kurtulmuşlardır." Gece oldu mu, ayaklarına basarlar, 



Rabbinin seni nehyettiği şeyleri yaptığını da ğörmemesidir; 
onlara yaklaşmamandır" buyurmuşlardır. "Takva ile az ibâdet, 
takvâsız çok ibadetten hayırlıdır sözü de Sadık-ı Âli 
Muhammed'in (s. a. a) sözlerindendir. Takvanın on alâmeti 
vardır: Sabır, kötülüklerden çekinmek, Allah'ın yardı-mını 
dilemek, çetin şeylerden, suçlardan kurtulmak, helâl rızık elde 
etmek, ibâdeti riyasız yapmak, Allah'ın yarlıgama-sına mazhar 
olmak, Allah'ın sevgisini kazanmak, ibâdetlerinin kabul 
edilmesine ulaşmak, Allah'ın keremine kavuşmak, müjdesini 
elde etmek v.s. gibi (Hâcc Şeyh Abbâs-ı Kummî: Sefînet'ül- 
Bıhâr ve Medînet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr; 2, "Vakıy" maddesi; 
s. 677-679). Takva hakkında Kur'ân-ı Mecîd'de bir çok âyetler 
vardır. 

99 - İshak b. Ammâr, İmâm Cafer'us-Sâddık'tan (a.s) rivayet 



eder; buyurmuştur ki: Bir gün Rasulullah (s.a.a), ashabıyla 
namaz kıldıktan sonra mescitte bir genci gördü. Rengi 
sararmış, bedeni zayıflamış, gözleri içeriye çökmüştü. 
Rasulullah (s.a.a), ona bu günü nasıl sabahladın diye sordu: 
Genç, yâ Rasulullah dedi, benim yakinim şu: Hüzünlere 
batmışım, gecelerim uykusuz, gündüzlerim susuz geçmede; 
dünyadan da kendimi aldım, dünyadaki şeylerden de; sanki 
Rabbimin arşını görüyorum. Hesap için mahşer kurulmuş, halk 
toplanmış, ben de aralarındayım; cennet ehlini görüyo-rum, 
cennette nimetlere nail oluyorlar, sedirlere kurulmuşlar, 
birbirleriyle tanışıyorlar; cehennem ehlini görüyorum, orada 
azap çekiyorlar; sanki şimdi bile cehennemin soyuluşunu 
duyuyorum; alevlerinin sesi kulaklarımda çınlıyor. Rasulullah 
sallallahu aleyhi ve âlihi, buyurdu, bir kul ki Allah, kalbini 
îmanla ışıklandırmış; sonra bulunduğun hali devam ettir dedi. 
Genç, ya Rasulullah dedi, Allah'a dua et de bana şehâdet nasip 
etsin senin maiyetinde. Rasulullah (s.a.a) dua etti. Bundan az 
bir müddet sonra da Rasûlullah'la bir gazaya gitti; dokuz 
kişiden sonra şehit olan onuncu zat, bu genç oldu (Sefinet'ül- 
Bihâr2, s.733). 

Mevlânâ Celâleddin kaddessanAllahu bi esrârihî, "Mesne- 
vinin birinci cildinde bunu, büyük bir kudretle dile getirmiştir; 
Mevlânâ bu gencin adının Zeyd olduğunu söyler. Hz. 
Peygamber (s.a.a) bir sabah Zeyd'e, nasıl sabahladın diye 
sorar; O da, mümin olarak diye cevap verir. Hz. Peygamber 
(s.a.a), îman bahçen çiçeklendiyse, gülleri açtıysa nişanı nedir 
buyurur. Zeyd, gündüzleri susuz, geceleri yanıp yıkılarak 
uykusuz geçirdim. Halk göğü görür, ben arşı, arşın 
çevresindekileri görüyorum. Sonra sekiz cennetle yedi 
cehennem gözümün önünde; halkın hangisinin cennetlik, 
hangisinin cehennemlik olduğunu, yılanla balığı ayırt eder gibi 
ayırt etmedeyim. Kadın, erkek, kıyamet gününe dek, herkesin 
akıbetini seyretmedeyim; cennet ehli, birbirlerini 
kucaklamaktalar; cehennem ehli feryat edip ağlamaktalar der. 



Hz. Peygamber, susmasını emreder. (1. Reynold A. Nicholson 
basımı; Leiden - 1925, s. 215-228, beyit. 3500-3706). 

Bunu Ebû-Nasr-ı Serrâc, "El-Luma"da, Gazâlî, "İhyâ'u 
Ulûm'id-Dîn"de, İbn'ül-Esîr, "Üsd'ül-Gaabe"de, Bedir'de şehit 
olan Harise b. Surâkat'il-Ansâriyy'il-Hazreci'nin hâl terceme- 
sinde zikreder. Son kitapta bu olay şöyle anlatılmaktadır: 

"Rasûlullah'la gidiyorduk, ansârdan bir gence rastladık. 
Peygamber (s. a. a), ona, Yâ Haris buyurdu, nasıl sabah-ladın? O, 
Allah'a gerçek inanmış olarak sabahladım dedi. Hazreti 
Peygamber'e, (s. a. a), ne dediğine iyi dikkat et, her sözün bir 
hakikati var deyince o, Yâ Rasûlallah dedi, dünyadan kendimi 
çektim; gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim; sanki 
üstün ve ulu Rabbimin arşını apaçık görüyo-rum; sanki cennet 
ehlini görüyorum, birbirlerini ziyaret etmedeler; sanki 
cehennem ehlini görüyorum, orada feryat etmedeler. Hz. 
Peygamber bir kul ki bu buyurdular, Allah gönlünü îmanla 
ışıklandırmış. Bu, Ebü'l-Fütûh tefsîrinde de geçmektedir. Ebu- 
Nuaym-i İsfahânî, "H i lyet' ü l-Evl iyâ" n ı n 1. cildinin 242, 
sahifesinde bu gencin, Muaz b. Cebel olduğunu zikreder 
(Bedi'üzzaman Firûzanfer: Maâhiz-i Kasas ve Temsilât-ı 
Mesnevî; Tehran Üniv. Yayın 1. basım-1333 Şemsî Hicrî: s.35- 
36). 

Harise b. Surâka, Bedir'de şehit olanlardandır; Bedir'de 
bulunduğu, Uhud savaşında şehit olduğu da rivayet edilmiş-tir. 
Şehâdetinden sonra anası, ağlıya- ağlıya Rasûl-i Ekrem'in 
(s. a. a) yanına gelip yâ Rasûlallah, cennetteyse ağlamaya-yım, 
fakat cehennemdeyse yaşadıkça ağlayayım ona demiş, Hz. 
Resûl-i Ekrem (s.a.a), Ey Hârise'nin anası, cennet bir tane değil 
ki; oğlun en yüce cennet olan Firdevs'te buyurmuş, kadın, bu 
söz üzerine gülmeye başlayıp, Rasûlullâh'ın yanından ayrılmış, 
ne mutlu sana, ne mutlu Ey Harise demiştir. Harise, ansârdan 
ilk şehit olandır (Tenkih'ul-Makaal fî Ahvâl'ir-Ricâl; 1, s.249). Bu 
genç Muaz b. Cebel olamaz; çünkü bu zat, hicretin on yedinci, 



saflar kurarlar, ibâdete koyulurlar. Kur'an âyetlerini, 
harfleri sayılacak kadar ağır, anlamını düşünerek 
okurlar; kendilerini bu suretle hüzünlere atarlar; 
dertlerinin devasını Kur'an'da bulurlar. Kur'an'dan 
teşvike, sevaba, mükâfata ait bir âyet okuyunca o 
sevabı elde etmeyi umarlar, gönüllerini özlemle ona 
verirler; sanırlar ki o mükâfat, gözlerinin önüne gelmiş, 
serilmiştir. Korkutucu bir âyet geçti mi, kulaklarını ona 
verirler; sanırlar ki cehennemin yalımlanması, alevi 
yücelirken çıkardığı ses, kulaklarına gelmektedir, onu 
işitmededirler. Rüku ederek iki kat olmuşlardır; 
alınlarını, ellerini, dizlerini, ayak parmaklarını yerlere 

yahut on sekizinci yılında, Ürdün'de taundan ölmüştür (Aynı. 3. 
s.220-221). 

Mevlâna'nın bu genci, Zeyd b. Harise olarak kabul ettiğini 
sanıyoruz. Zeyd b. Hârise'yi, Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Hadice-i 
Kübrâ'nın (r.a) parasıyla satın almış, azad etmişti. Babası, bunu 
duyunca Mekke'ye gelip oğlunu istedi. Zeyd, Müslüman 
olmuştu. Rasûlullah (s.a.a), Zeyd hürdür buyurdu, dilediğine 
gider. Zeyd, ben Rasûlullah'tan ayrılmam deyince babası, ey 
Kureyş uluları diye bağırdı, ben Zeyd'i evlâtlıktan reddettim; o 
benim oğlum değildir; ben de onun babası değilim artık. Bunun 
üzerine Hz. Rasûl (s.a.a), Zeyd benim oğlumdur buyurdular ve 
bundan sonra da "Muhammed'in oğlu" diye anılmaya başladı. 
Zeyd, Mu'te savaşında, hicretin sekizinci yılında şehit olmuştur 
(fazla bilgi için Tenkih'ul-Makaal'e; 1, s. 462. "Sosyal açıdan 
İslâm tarihi", Hz. Muhammed ve İslâm" adlı eserimize bakınız; 
Milliyet kültür kulübü yayınları, birinci baskı- 1969; s. 124-125 
ve 193-198). 

Fidye, tutsak olanın, yahut kölenin, hürriyetini elde etmesi 
için bir mal, para vermesi, yahut muayyen bir müddet hizmet 
etmesidir. 



döşemişlerdir; secdeye kapanmışlardır; yüce Allah'tan 
azaptan, zincirlere vurulmaktan kurtulmayı dilemeye 
koyulmuşlardır. 100 

Gündüzlerine gelince; Yumuşak huyludur onlar; 
bilginlerdir, iyi kişilerdir, çekinenlerdir, korku, onları, 
okçunun yonduğu ok gibi inceltmiştir, zayıflatmıştır; 
onları gören, hasta sanır; oysa ki hastalıkları yoktur; 
onlara bakan, akıllarını yitirmiş sayar; oysa ki 
akıllarında ancak o büyük çağ, âhiret vardır. Az ibâdete 
razı olmazlar; kulluklarını yeter bulmazlar; fazla ibâdeti 
de çoğumsamazlar. Kendilerini töhmetli tutarlar; 
amellerinden korkarlar. Onlardan birini, birisi üstün 
görür, temiz sayarsa söylenen sözden korkar da der ki: 
Ben kendimi, başkalarından daha iyi bilirim, Rabbimse 
beni benden daha iyi bilir; Allah'ım, söyledikleri sözler 
yüzünden beni suçlu sayma; onları zanlarından daha 
üstün et beni; onların bilmedikleri suçlarımı da yarlığa 
benim. 

Onlardan her birinin alâmetlerindendir: Onu dinde 
güçlü, yumuşaklıkta, kullukta ihtiyatlı, îmanda 
şüphesiz, ilme haris, bilimde örnek, zenginlikte ortak, 



100 - Kur'an-ı Mecid'i, harfleri sayılabilecek kadar yavaş, 
yâni anlamını düşünerek okumak, 73. sûrenin (Müzzemmil) 4. 
âyet-i kerimesinde emredilmektedir. Hutbenin bu bölü-münde, 
gene 2. notta izah edilen olaya işaret vardır. Kur'an'ın gönüllere 
şifâ, inananlara şifâ ve rahmet olduğu 10. sûrenin (Yunus, a.s.) 
57., 17. sûrenin (İsrâ') 82. âyeti kerimelerinde bildirilmektedir. 
41. sûrenin (Fussilet) 44. âyetinde de Kur'an'a, şifâ ve hidâyet 
denmektedir. 

Secdede yedi uzvun yere gelmesi şarttır: Alın, avuçlar, dizler 
ve ayak parmakları. 



ibâdette özü doğru ve Rabbine karşı alçalmış, yoklukta 
bezenmiş, çetin zamanlarda direnir, helâl rızık elde 
etmeye savaşır, hidâyette neşeli, tamahtan kurtulmuş, 
güzel ve temiz işlere koyulmuş, fakat Allah'tan da 
korkup duran biri olarak görürsün. 

Gündüzü akşam eder, düşüncesi şükürdür. Geceyi 
sabahlar, uğraştığı zikirdir. Korkuyla geceler, neşeyle 
sabahlar. Korkar, gaflete düşmekten çekinerek. 
Neşelenir, lütfe, ihsana nail olarak. Nefsi, onun istediği 
bir şeye onu zorlarsa, o da onun sevdiğini vermez ona, 
onu zorlar. 

Gözü, zevalsiz nimettedir. Zâhitliği, sürüp 
gitmeyecek, yok olup bitecek şeydedir. Hilmini ilimle 
karmıştır; sözünü amelle sarmıştır. Görürsün ki 
umduğu yakındır, uzak değil; sürçtüğü azdır, çok değil. 
Nefsi, elde ettiğini yeter bulur, hırsa düşmez; yediği az 
bir şeydir; çok istemez. İşi kolaydır; dîni korunmuştur; 
şehveti ölmüştür; öfkesi yenilmiştir. Ondan hayır 
umulur; şerrindense emin olunur. 101 



101 - Hutbenin bu kısmında, "Gerçekten de göklerin ve 
yeryüzünün yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca 
gelişinde aklı tam olanlara deliller var. Onlar, Allah'ı 
ayaktayken, otururken ve yan üstüne yatarken anarlar ve 
göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz derler, 
bunları boş yere yaratmadın; noksan sıfatlardan arısın sen; 
koru bizi ateşin azabından. Rabbimiz, gerçekten de sen kimi 
ateşe atarsan şüphe yok ki onu hor-hakir bir hale sokarsın ve 
zalimlere hiçbir yardımcı yoktur. Rabbimiz, gerçekten de biz, 
bîr seslenen duyduk, inanç için sesleniyordu, Rabbînîze inanın 
diyordu; hemencecik inandık. Rabbimiz, yarlığa suçlarımızı, ört 
kötülüklerimizi; iyiliklere kat bizi; onlarla al ruhumuzu. 



Gafiller içindeyse zikredenlerden olur; 
zikredenlerleyse gafillerden sayılmaz. Kendisine 
zulmedeni bağışlar; kendisine vermeyene verir; 
kendisini dolaşmayanı dolaşır; hem de kötü söz ondan 
uzaktır; sözüyse yumuşaktır. Kınanacak işi mefkuttur; 
iyi işleriyse her an mevcuttur. Hayrı, ona 
yönelmektedir; şerriyse dönüp gitmekte. Sarsılacak 
işlerde vakar sahibidir; hoş olmayan işlerde sabreder; 
genişliklerdeyse şükreder. 102 

Rabbimiz, bize ver peygamberlerine vaad ettiklerini ve aşağılık 
bîr hale getirme bizi kıyamet gününde, gerçekten de sen 
vaadinden dönmezsin. Gerçekten de Rablerî, duaları kabul 
etti..." âyet-i kerîmelerine (3, Âl-i-İmran; 190-195) ve aynı 
sûrenin, "O sakınanlar, ferahlıkta, darlıkta mallarını yoksullara 
harcayanlar, öfkelerini yenenler ve insanları affedenlerdir ve 
Allah, ihsanda bulunanları sever" mealindeki âyet-i kerîmesine 
işaret edilmektedir (134). Aynı zamanda, "Amellerin en üstünü 
Allah'ı tanımak suretiyle bilgi elde etmektir", "Cihadın en 
üstünü, insanın kendi nefsiyle, hevâ ve hevesiyle 
savaşmasıdır", "Kazancın en üstünü güzel alış-veriştir ve 
insanın elinin emeğiyle geçinmesidlr", "İnananların en üstünü, 
Müslümanların, elinden, dilinden esen kaldıkları kişidir; 
inananların, inanç bakımından en üstünü, ahlak bakımından 
en güzel ahlâka sahip olamdır;muhâcirlerin en üstünü, Allah'ın 
nehyettiği şeyleri yapmayanıdır; savaşın en üstünü de, Allah 
uğrunda nefsiyle savaşan kişinin savaşıdır", "Helâl rızık 
aramak savaştır", "Allah'ın farz ettiği şeylerden sonra farz olan, 
helâl rızık için çalışmaktır" gibi hadislere de işaret vardır 
(Câmi'us-Sagıyr, 1, s.40-42, 2, s.45). 

102 - "Öyle erler vardır ki onları ne ticaret, ne alım-satım, 
Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan ve zekât vermekten 
alıkoymaz; gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar 
onlar." (24, Nûr, 37) "Yüzlerinizi doğuya, batıya çevirip 



Kendisine düşman olana cevr etmez, bu işe 
hayıflanmaz; onu seven de günaha girmez. Tanıklık 
verilmeden gerçeği söyler; kendisine verilene, 
ısmarlananı yitirmez; kendisine anılanı unutmaz. Halkı 
lâkaplarla çağırmaz; komşusuna zarar vermez; 
musîbetlere düşenlere sevinmez; batıla boyun eğmez, 
batıl iş işlemez; halktan ayrılmaz. Susarsa susması 
kendisini tasalandırmaz, gülerse sesini yüceltmez. Ona 
zumedilirse dayanır; sonunda da onun öcünü Allah 
alır. 103 



durmanız, hayır sayılmaz ki. Hayır ve tâat sahipleri, Allah'a, son 
güne, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, Allah 
sevgisiyle yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, 
isteyenlere ve esirlere mal veren, namaz kılan, zekât veren, 
ahdettikleri zaman ahitlerine vefa eden, sıkıntı ve şiddet 
vakitlerinde sabreden kişilerdir. Onlardır sözleri doğru olanlar, 
onlardır sakınanlar." (2, Bakara, 177). 

103 - "Gerçekten de kurtulmuşlardır, muratlarına 
ermişlerdir inananlar. Öyle kişilerdir ki onlar namazlarını gönül 
alçaklığıyla kılarlar; ve öyle kişilerdir ki onlar boş şeylerden yüz 
çevirirler; ve öyle kişilerdir onlar ki zekâtlarını verirler, ve öyle 
kişilerdir onlar ki ırzlarını korurlar; ancak eşleri ve cariyeleri 
müstesna ve bunda da hiç kınanmazlar onlar. Bunun ötesinde 
bir şey isteyenlerse, onlardır haddi aşanlar. Ve öyle kişilerdir 
onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler; ve öyle 
kişilerdir onlar ki namazlarını korurlar; onlardır mirasçılar; öyle 
kişilerdir onlar ki Firdevs'i miras alırlar, orada ebedî olarak 
kalırlar." (23, Müminûn, 1-11). 

"Ey inananlar, içinizden bir topluluk, başka bir toplulukla 
alay etmesin; olabilir ki alay edilenler, öbürlerinden daha 
hayırlıdır. Ve kadınların bir kısmı da başka kadınlar-la alay 
etmesin; olabilir ki alay edilen kadınlar öbürlerin-den daha 



Nefsi, onun elinden rahatsızlığa düşmüştür; fakat 
insanlar, onun yüzünden rahattadır. Nefsini âhiret için 
yorar; insanları nefsinden rahata ulaştırır, emin kılar. 
Birinden uzaklaşması zâhitliğindendir, temizliğinden. 
Birine yaklaşması yumuşaklıktandır, rahmetten, 
esenlikten. Uzaklaşması kibirden, ululuktan olmaz; 
yaklaşması hîleden, düzenden doğmaz. 

(Söz buraya gelince Hemmâm feryat edip düştü ve 
can verdi. Hazreti Emir'ül-Müminin aleyhisselâm 
buyurdular:) 

Vallahi ben, bundan korkuyordum. 

(Sonra): İşte tam yerinde öğütler, ehline böyle 
tesir eder buyururdular. Haricîlerden İbn-i Kevva adlı 
birisi, Ey müminler Emir'i dedi; mademki hal budur, 
neden o söylediğin sözler, neden o verdiğin öğütler, 
seni bu hale getirmedi? Hazret buyurdular ki:) 

Vay sana; her iş için bir zaman vardır; o zamanı 
aşmaz. Her şey için bir sebep mevcuttur; o sebebi 
geçmez. Hele dur, bir daha böyle bir söz söyleme; 
zâten bu, Şeytanın iğvasıydı; senin dilinden söyledi. 104 

hayırlıdır. Ve birbirinizi kınamayın ve kötü lakaplarla 
çağırmayın; inançtan sonra buyruktan çıkmışla-ra ait adlar, ne 
de kötüdür ve kim tövbe etmezse artık onlar, zulmedenlerin ta 
kendileridirler." (49, Hucurât, 11). 

Allah'ın öç alması, mazlumun öcünü alması, suçları 
zulmedenleri kahretmesidir ve bu hususta birçok âyetler vardır. 

104 - İbn-i Kevvâ Abdullah, Haricîlerindendir; bir gün Hz. 
Emir aleyhisselâmın hutbelerini dinlerken (hâşâ), Allah 
öldürsün seni, ne de güzel anlayışlısın, ne de fasihsin demek 
cür'etinde bulunmuş, bir gün de abdest alırken Hz. Emir, suyu 
israf ettiğini ihtar buyurunca, sen de Müslümanların kanlarını 



•k ic ic 



MÜNAFIKLARI ANLATAN HUTBELERDEN 
194 



Tâat ve ibâdete ait hususlarda başarı verdiğinden 
dolayı ve bu yüzden de suçtan, isyandan 
alıkoyduğundan ötürü Allah'a hamd ederiz; O'ndan, 
nimetlerini tamamlamasını, O'nun ipine yapışmamızda 
başarı vermesini dileriz ve şehâdet ederiz ki 
Muhammed, O'nun kuludur ve Rasûlüdür; Allah rızası 
için her çeşit zorluklara dayandı, her çeşit derdi, 
gussayı içti, sindirdi. Yakınlar, O'nun yüzünden renklere 
boyanmışlardı. çeşitli kanâatlara sapmışlardı; 
uzaklarsa aleyhine derlenip toplanmışlardı, Araplar, 
O'na doğru yularlarını çözmüş koşmadaydılar, 
bineklerinin karnını tekmelemekteydiler; 

topuklamaktaydılar; düşmanlıklarıyla O'nun bulunduğu 
yere varmaktaydılar; hem de en uzak yurtlardan; en 
uzak konaklardan gelmekteydiler. 

Allah kulları, Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim 
size; nifak ehlinden çekinmenizi söylerim size. Çünkü 



israf ettin demek denâetini irtikâp eylemiştir (Tenkih, 11, 
s.204). 



onlar, hem yol azıtmışlardır, hem yol azıtmaya 
koşarlar; hem ayakları sürçmüştür, hem ayakları 
sürçtürürler. Çeşit-çeşit renklere boyanırlar; her türlü 
fende el atarlar; her dayanakta size kastederler; her 
tuzak yerinde sizi gözlerler. 

Kalpleri bozuktur, pistir, dışları temiz. Gizli- gizli, 
sinsi-sinsi yürürler, ormandaki tilki gibi görünmeden 
izlerler. Görünüşte devadır onlar, sözleriyse şifâ; fakat 
işleri hekimleri bile hasta eder, dermansız derde 
uğratır. Ferahlıkta olanlara haset ederler onlar; 
kötülüğe düşenlerin sürünmesini isterler onlar; 
umanlarıysa ümitsiz hale korlar onlar. 

Onların yüzünden her yol üstünde düşmüş, yere 
serilmiş biri var; ihtiyaç halinde her gönülle tesir 
edecek yalvarıcı biri var; her musibet çağında 
akıtacakları gözyaşları bululan bu kişiler, birbirlerine 
bile övüşü borç verirler; karşılığını beklerler, dilekleri 
olur da dilemeye kalkışırlarsa ısrar ederler; kınarlarsa 
kınadıkları kişilerin sırlarını açarlar; hükmederlerse 
hükümde ileri varırlar; aşırı davranırlar. Onlar, her 
hakka karşı bir batıl, her gerçeğe karşı bir eğri, her 
diriye karşı bir öldüren, her kapıya bir anahtar, bir onu 
açan, her geceye bir ışık tutan hazırlamışlardır. 
Pazarlarını kurmak, dükkânlarını açmak için 
tamahlara yapışırlar; böylece değersiz matahlarını 
satıp faydaya ulaşırlar. Söylerlerse, sözleri eğriye de 
çekilir; doğruya da. Överlerse övüşleri anlaşılmaz, kalp 
da sayılır, hâliste. Doğru yolu korkulu gösterirler; 
sapıklık yolunu genişletirler. Onlar İblis'in toplumudur; 
cehennemlerin yalımıdır; "Onlardır Şeytanın fırkası; 



bilin ki Şeytanın fırkası, ziyan edenlerin ta kendisidir" 
(Mücadile, 19). 105 

* * * 

209 



Basra'ya gittikleri zaman, ashabından olup hasta 
olduğunu duyan Alâ'b. Ziyad'il-Hârisîyi dolaşmaya 
gitmiş, evinin büyüklüğünü, genişliğini görünce buyur- 
muştu ki: 



Dünyada bu geniş evi ne yapacaksın? Ahirette 
buna, dünyadakinden daha muhtaç değil misin? 

Evet, eğer ahirette de böyle bir eve sahip olmak 
istiyorsan dünyâdaki bu evde konukları konuklamalı, 
doyurma-lısın; akrabanı çağırmalı, onlarla 
buluşmalısın; bu evde, sana vacip olan hakları ayırıp 
ehil olanlara vermelisin; böyle yaparsan, ahirette de 
buna nail olursun. 

(Alâ 1 , Yâ Emir'el-Mü'minîn, kardeşim Âsim bin 
Ziyad'ı şikâyet ediyorum dedi. Hazret, ne yapıyor ki 
diye sorunca, bir abaya büründü, dünyâyı terk etti dedi. 
Hazret, onu çağır bana buyurdular. Âsim gelince de 
buyurdular ki): 



105 - Bu hutbeleri, Kur'ân-ı Mecid'de Münafıklar hakkında-ki 
âyetlerin, bilhassa 63. sûre-i celilenin (Münâfikun) bir tefsiri 
mahiyetindedir. 



A nefsine düşman olan adamcağız, o pis Şeytan, 
seni aldatmak istiyor; ehline, evlâdına merhametin yok 
mu? Allah'ın sana temiz şeyleri helâl ettiğini görmez 
misin? Onlardan faydalanmanı istemez misin ki? Sen 
Allah katında bunlardan daha mı hor hakirsin?. 106 

(Âsim, Yâ Emir'el-Mü'minîn dedi; senin giyimin ka- 
ba yeyimin alalâde. Hazret buyurdular ki): 

Vay sana; ben sana benzemem: Allah adalet 
imamlarına, yoksulun yoksulluğu ona ağır gelmesin 
diye insanların en eli dar olanlarıyla denk yaşamalarını 
emretti. 107 



106 - "Bugün size bütün temiz şeyler helâl edilmiştir" âyet-i 
kerîmesiyle (4, Mâide, 5) "De ki: Allah'ın kulları için meydana 
getirdiği süslenecek şeylerle, rızık olarak verdiklerinin içinden 
tertemiz şeyleri kim haram etmiştir ki? De ki: Bunlar, dünyâda, 
inanan kişilerindir, âhiretteyse yalnız onlara aittir. Delilleri 
bilenlere bu çeşit açıklama-dayız" âyet-i kerimesine işarettir (7, 
A'râf, 32). 

107 - Bu, "Kâfî"de de muhtelif senetlerle rivayet edilmiştir; 
ancak oradaki rivayette, kardeşinin, Emir'ül-Mü'minîn'e, ehlini 
gamlara batırdı, evlâdını hüzünlere boğdu diye şikâyet ettiği, 
Hazretin Âsım'ı çağırınca, Ehlinden utanmaz mısın, evlâdına 
acımaz mısın? Görmez misin ki Allah sana temiz şeyleri helâl 
etmiştir. 0, bunlardan faydalanmanı istemez mi ki? Sen Allah 
katında bunlardan daha mı hor hakirsin? Allah, Yeryüzünü 
alçalttı halka; orda meyveler ve lifli, kabuklu hurmalar var 
buyurmadı mı? (Rahman, 10-11) Allah, iki denizi salmıştır, 
neredeyse karışacaklar; fakat aralarında bir berzah var; 
birbirine karışmazlar; artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini 
yalanlayabilirsiniz? Her ikisinden de inci ve mercan çıkar (Aynı, 
19-22) buyurmadı mı? Allah'ın nimetlerini yapılan işlerle, hayır 
ve hasenat ile sarf etmek, sözle zâhitlik satmaktan daha 



210 



(Birisi, uydurma hadislerden, halk içinde rivayet 
edllegelen ve birbirini tutmayan haberlerden sorunca 
buyurdular ki:) 

İnsanların ellerindeki hadisler haktır, batıldır; 
gerçektir, yalandır. Bâzısı, bir hükmü bozar, bâzısının 
hükmü neshe-dilmiştir. Umumî olanı var, hususî olanı 
var. Mânâsı apaçık olanı vardır, şüpheli olanı, tevile 
ihtiyaç duyulanı var. Rivayet eden ezberlemiştir, doğru 
rivayet eder; unutmuş, vehme düşmüştür, yanlış rivayet 
eder. 

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın 
zamanında bile yalan hadis uydurdular da minbere 
çıkıp "Bana, bilerek, söylemediğim sözü söyledi diye 
isnâd eden, benim adıma yalan söyleyen" buyurdu, 
"cehennemdeki yerini şimdiden hazırlasın". 

Sana dört çeşit kişiden hadis gelir, bunların 
beşincisi yoktur: Münafıktır o adam, kendini mümin 



sevgilidir Allah'a; gerçekten üstün ve ulu Allah, Rabbinin 
nimetini an, söyle buyurmuştur (93, Duhâ, 11) dediler. 
Rivayette, Âsım'ın bundan sonra söylediği sözlerle Hazretin 
cevabı, aynıdır. Bundan sonra Âsim, abayı atmış, kuru 
zâhitlikten vazgeçmiştir (Tenkih'ul-Makaal, Âsim b. Ziyâd 
maddesinde, 11, s.113). 



gösterir; Müslümanların yaptıklarını yapar. Günahından 
çekinmez, kaçınmaz, bilerek Rasulullâh'a yalan isnâd 
eder. İnsanlar, onun münafık bir yalancı olduğunu 
bilseler sözünü kabul etmezler, gerçeğe almazlar. Ama 
halk, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'la 
sohbet etmiş, onu görmüş, ondan duymuştur; 
duyduğunu bellemiştir der, sözünü kabul eder. Allah 
münafıkları, nasıllarsa öylece bildirmiş, ne haldelerse 
hallerini öylece anlatmıştır. Selâm O'na ve soyuna. 
Peygamber'den sonraya kalan münafıklar, dalâlet 
imamlarına, yalanla, bühtanla halkı ateşe çağıranlara 
yaklaşmışlar, yanaşmışlar, onlar da onları kötü işlere 
yöneltmişler, onları buyruk sahibi etmişler, onlarla 
beraber dünyâyı yiyip sömürmüşlerdir. Zâten de 
insanlar, Allah'ın koruduğu kişilerden başka, buyruk 
sahipleriyle, dünyada beraberdirler. İşte bu, o dört 
bölüğün biridir. 

Bir de öylesine adamdır ki, Allah'ın salâtı O'na ve 
soyuna olsun, Rasûlullah'tan bir sözdür, duymuştur; 
fakat gereği gibi belleyememiştir; o sözde şüpheye, 
hatâya düşmüştür; ama bile-bile yalan söylememiştir. 
Onları rivayet eder, onunla amel de eder; ben der, 
Rasûlullah'tan duydum. İnsanlar, onun rivâyetindeki 
yanlışı bilselerdi, sözünü kabul etmezlerdi; o da 
yanıldığını bilseydi, o haberi rivayet etmezdi. 

Üçüncü kişi; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Resûlullah'ın bir şey emrettiğini işitmiştir; fakat 
sonradan onu nehyetmiştir; o kişiyse bunu bilmez. 
Yahut bir şeyden nehyettiğini duymuştur; oysa 
sonradan onu emretmiştir; ondan haberi yoktur. 
Hükmü kaldıranı bellemiştir, hükmü bozan sözü 



bellememiştir. Hükmünün kaldırıldığını bilseydi onu 
terk eder, rivayet etmezdi. Müslümanlar da, ondan 
duydukları sözün hükmünün kaldırıldığını bilselerdi, o 
sözü terk ederlerdi. 

Bir dördüncüsü de vardır ki; ne Allah'a yalan isnad 
eder ne Rasulune. Allah'tan korkarak, Rasûlullah'ın 
kadrini bilerek yalandan nefret eder, şüpheye düşmez, 
ne duyduysa duyduğu gibi bellemiştir; ne rivayet 
ederse duyduğunu rivayet etmektedir; o söze ne bir şey 
katar, ne de ondan bir şey eksiltir. Hükmü kaldıran 
sözü bilir, onunla amel eder; hükmü kaldıranı bilir, 
ondan kaçınır. Hükmü özel ve genel olanları tanır, her 
şeyi yerli yerine koyar. Tevile muhtaç olanla açık olanı 
bilir, tanır. 

Allah'ın salâtı O'na soyuna olsun; Rasûlullah'ın iki 
yönlü söz söylediği de olmuştur: Bir söz söylemiştir; bir 
şeye ve bir vakte mahsustur. Bir söz söylemiştir; 
herkese ve her vakte aittir. Bunu, noksan sıfatlardan 
münezzeh Allah'ın, Rasûlullah'ın o sözle neyi 
kastettiğini bilmeyen, anlamayan duyar, ona 
kastedildiğinden, söylediğinden apayrı bir mânâ verir. 

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın 
sahabesinin hepsi, ondan bir şey sormaz, ondan bir şey 
öğrenmezdi; bu yüzden de bir çöl Arabının, bir garîbin 
gelip bir şey sormasını, vereceği cevabı duyup 
bellemelerini beklerler, bunu isterlerdi. Bense böyle 
değildim; sorardım, sözünü bellerdim. 

İşte insanların aykırılığa düştükleri, rivayetlerinde 
ayrılığa uğradıkları şeylerin sebepleri bu yüzdendir. 



* * * 



215 



Hamdolsun Allah'a ki beni ölü olarak 
hastalandırarak, damarlarıma bir kötülük vermeden, 
kötü işlerimle beni azaplandırmadan, beni helak 
etmeden, soyumu kesmeden, dînimden dönmeden, 
Rabbimi inkâr etmeden, îmânımdan kaçmadan, aklım 
alınmadan, benden önceki ümmetlerin azâbıyla 
azaplandırmadan sabahı buldurdu bana. 

Azad edilmemiş kul olarak, nefsime zulmederek 
sabahladım; Allah'ım, senin hüccetin var bana, benim 
sana karşı hüccetim yok. Ancak bana verdiğini 
alabilirim; ancak beni koruduğundan korunabilirim. 

Allah'ın, senin genişliğine yokluğuna düşmekten, 
hidâyetinle yol yitirip azmaktan, kudretin varken 
horlanmaktan, emir seninken perişan olmaktan sana 
sığınırım. Allah'ım, (gözüm, kulağım, elim, ayağım gibi) 
şerefli uzuvlarımdan birini benden almadan ruhumu al; 
onu, bana verdiğin nimetlerden ilk alacağın nimet kıl. 
Allah'ım, emrinden çıkmaktan, dîninde fitneye 
uymaktan, senin katından gelen hidâyeti bırakıp 

dileklerimize uymaktan sana sığınırız. 

* * * 



5. Bölüm 



TARİHİ HUTBELER 

İlk Üç Halîfe Zamanı 

235 



(Hazreti Rasûlullah sallâllahu Aleyhi ve âlihî vesel- 
lem'i, gasil ve teçhiz sırasında buyurdular ki:) 



Babam anam feda olsun sana; senden başkasının 
vefatıyla kesilmeyecek olan şey, peygamberlik, din 
haberleri, gökten gelen hükümler, senin vefatınla 
kesildi-gitti. Başkasından ayrılsak tesellî bulurduk; 
senden ayrılışaysa tesellî yok, bu da umumî bir şey. 
Sabrı emretmeseydin, feryattan men etmeseydin, göz 
yaşlarım tükeninceye dek ağlardım sana; feryadım 
kesilmezdi; elemin bitmezdi; gene de bu senin için az 
görünürdü. Fakat neyleyeyim ki ölüme karşı durmaya 
kimsenin gücü yok; bunu düşünüp susuyorum. Babam, 



anam feda olsun sana, Rabbinin katında bizi an; şefaat 
kanadını üzerimize ger. 



•k ic ic 



(Rasûlullah salâllahu aleyhi ve âlihî vesellem'in, 
vefatından sonra Abbas ve Ebû-Süfyan, hilâfet için 
kendisine biat etmek istedikleri zaman buyurdular ki:) 



Ey insanlar, fitneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle 
aşın; birbirinizden nefret etme yolunu yarın, geçin; 
övünmek tacını başlarınızdan atın. Kurtulur ancak 
kanatlanarak uçan; yahut teslim olup esenliğe 
kavuşan. 

Bir sudur ki kokmuş; bir lokmadır ki yiyenin 
boğazında kalmış, kursağına oturmuş. Vakitsiz, 
olmamış meyveyi da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek 
yere tohum ekene benzer. Bir şey söylesem derler ki: 
Baş olmaya hırsı var, sussam derler ki: Ölümden 
korkar. Şu büyük, küçük savaştan sonra buna imkân 
mı var? Andolsun Allah'a, Ebu Tâlib oğlu, çocuğun 
anasının memesine düşkün olmasından, daha da 
düşkündür ölüme. Bir de şu var: Öyle gizlenmiş bir 



bilgiye sahibim ki açsaydım size, derin mi derin 
kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz. 108 



108 - Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem 
pazartesi günü öğle üstü dünyaya gözlerini yumdu. Vefatları, 
hicretin on birinci yılı Saferinin yirmi sekizinci, yahut rabiulv- 
velinin birinci, yahut da on ikinci günüdür. İlk rivayet, Ehlibeytin 
rivayetidir. 

Hazreti Rasul-i Ekrem'i (s.a.a), vasiyeti mucibince Hz. Ali 
yıkamaya koyuldular. Yıkadıkları yere bir perde gerilmişti. 
Perdenin iç tarafında Abbas'ın oğlu FazI ve ashaptan Üsâme su 
döküyorlar, Hz. Ali'ye yardım ediyorlardı. Ansar, arka taraftan, 
Yâ Ali, Rasûlullah'a hizmetten bizi mahrum etme dedi. Bu söz 
üzerine Ali, Evs b. Havli'yi içeriye aldı. Zühre oğulları da biz 
Rasûlullah'ın ana tarafından yakınlarıyız dediler. Onlardan da 
Avf oğlu Abdurrahman içeriye alındı. Abbas'ın diğer oğlu 
Kuşem de Hz. Ali'ye yardım edenlerdendi; Üsame'nin kölesi 
Salih de içerideydi. 

Hz. Ali, Resûlullah'ı (s.a.a), yıkarken, anam, babam sana 
feda olsun, diriyken de tertemizdin, vefatından sonra da 
tertemizsin deyip ağlıyordu. Yıkanma işi bitince Hz. Ali (a.s), 
Rasûlullah'ın (s.a.a), mübarek bedenini kuruladı, göz 
çukurlarında kalan suyu eğilip içti. 

Bu sırada Ebubekir, Medine'nin doğusunda, şehre bir mil 
mesafede olan ve ansardan Benî'l-Hâris'in oturduğu Sunh 
denen yerdeydi. Âişe diyor ki: Ömer ve Muğiyra b. Şa'ba, Hz. 
Rasûl (s.a.a), yıkanmadan, izin alarak hücreye girdiler; 
mübarek yüzlerine örtülen bezi kaldırdılar. Ömer, bağırarak, 
Rasûlullah şiddetli bir baygınlığa düşmüş dedi. Sonra hücreden 
çıktılar. Muğiyra Ömer'e Ömer dedi, Allah'a andolsun ki 
Rasûlullah dünyadan gitmiş. Ömer yalan söyledin dedi, 
Rasûlullah asla ölmedi, sen fitneci bir adamsın, onun için böyle 
söylüyorsun; Rasûlullah, münafıkları yok etmedikçe dünyadan 
gitmeyecek. Bu sözleri de yeter bulmayıp kim Rasûlullah öldü 



derse onu ölümle tehdide başladı ve Mûsâ Peygamber, nasıl 
kırk gün halkın gözünden kaybolduysa ve sonra da geldiyse, 
Rasûlullah da Rabbinin katına gitti; andolsun ki gene dönecek; 
bu şüpheye düşenlerin, ellerini, ayaklarını kesecek demeye 
başladı. Bu sırada İbn-i Ümmü Mektûm "Muhammed Ancak bir 
peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir, O 
vefat eder, yahut öidürüiürse topuklarınızın üstünde gerisin 
geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a bir ziyan 
vermez; fakat Allah, kendisine hamd edenlere ihsanda 
bulunur" âyet-i kerîmesini okudu (3, Âl-i İmran, 144). Hz. 
Peygamber'-in amcası Hz. Abbas da, ben Abdül-Muttalib 
oğullarının vefatlarında yüzlerinde beliren alâmetleri Hz. 
Rasul'ün yüzünde de gördüm, Rasûlullah vefat etmiştir dedi. 
Fakat Ömer, bir türlü sözünden vazgeçmedi. 

Salim b. Ubeyde, Ebubekir'i çağırmak üzere Sunh'a gitti; 
bâzılarına göreyse H. Âişe Ebûbekir de, Ömer'e, İbn-i Ümmü 
Mektûm'un okuduğu âyeti okumuştu; Abbâs'ın beyanâtına, 
İbn-i Ümmü Mektûm'un bu âyeti okumasına rağmen 
sözlerinden dönmeyen, tehditlerine devam eden Ömer, 
Ebubekir'in ihtarı üzerine kendine gelmişti (Siyer-i İbn-i 
Hişâm'a, c.4, s.331-334, Taberî'ye, 2, s.442, Târih'ul-Hemis'e, 
1, 185, Tebakat-u İbn-i Sa'de, c.2, k.54, Müttaki'nin Kenz'ul- 
Ummâl'ine, 4, 50, 53, Zehebîye, 1, s.37, Zeyni Dahlân'ın 
Hâşiyet'ül-Halebiyye'sine, 3, 389-390, Nihâyet'ül Edeb'e 18, 
386, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'ine, 6, 219, Ya'kubî'ye, 2, 95, 
İbn-i Kesir'in El-Bidâyetü ve'n-Nihâye'sine, 5, 243-244, Teysir'ül- 
Vusûl'e, 2, 41, Ebu'l-Fidâ'ya, 1, 164, Târih-u İbn-i Şahne'ye "El- 
Kâmil haşiyesinde", s.112, Bâkılânî'nin Temhid'ine, s. 192- 193 
bakınız). 

Bu sırada Ebûbekir ve Ömer'e Ansârın Benî-Sâide 
Sakıyfesinde, hilâfet için toplandıkları haberi geldi. Ömer, 
Ebûbekir'e, gel de dedi, kardeşlerimizin yanlarına varalım; 
bakalım, ne yapıyorlar. Giderlerken yolda Ebu-Ubeyde'ye 
rastladılar; onu da alıp beraberce yola düştüler; Ansâr, orada 



toplanmış, Muhacirlerin bir kısmı da onlara katılmıştı. Gasil, 
tekfin ve teçhiz işi, Hz. Ali'ye ve söylediğimiz kişilere kalmıştı 
(Tabarî, 2, 456, Er-Riyâd'un-Nadıra, El-Bed'u ve't-Târih, 5, 65, 
İbn-i Hişâm, 4, 336, Mûsned, 4, 104-105, İbn-i Kesîr, 5, 260, 
Sıfvet'us-Safve, 1, 85, Târih'ul-Hamîs, 1, 189 v.s.). 

Abbas, Ali'ye, elini uzat, sana biat edeyim de halk da biat 
etsin dedi. Ebû-Süfyan, H. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefatında 
Medine'de değildi. Mekke fethine dek Müslüman olmayan, 
Mekke fethinden önce Medine'ye gelip Abbas'ın şefaatiyle 
bağışlanan, fetihten sonra Müellefet'ül-Kulûb'dan sayılan, 
Tulakaa'dan, yâni azad edilenlerden bulunan bu zat, Medine'ye 
gelirken yolda, H. Rasûl'ün (s.a.a), vefatını duymuş, yerine 
Ebûbekir'in seçildiğini öğrenince Ali'yle Abbas'ın ne yaptığını 
sormuş, evlerine kapanıp oturduklarını öğrenince, andolsun 
Allah'a demişti, sağ kalırsam onların başlarını en yüce 
mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu-dumanı kandan başka 
bir şey yatıştıramaz sözünü de sözlerine eklemiştir. Medine'ye 
gelince "Ey Hâşimoğulları, hükmetmek hususunda insanların 
tamahını kökünden sökün; hele Teyim, yahut Adiyy boyunun 
bu tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin; bu işe Eb'ül- 
Hasan'dan başka hiç kimse lâyık değildir" mealindeki beyitleri 
okumaya başladı. Ya'kubî rivayetinde, bu iki beyte iki beyit 
daha eklenmektedir; Tabarî'de de buna benzer rivayetler 
vardır. Fakat H. Ali (a.s), Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), cenazesini 
bırakıp Abbas'ın teklifini kabul etmediği gibi Ebu-Süfyan'ın bu 
teklifi, kabile gayretine dayanmaktaydı. Araplarda meşhur bir 
söz vardır: Ben kardeşime düşman olabilirim; fakat amcamın 
oğlu aleyhine de ona yardım ederim; ama mücadeleye girişen, 
yabancı bir soydan olursa kardeşimle, amcamın oğluyla el ele 
tutuşur, onun aleyhine yürürüm. Bu hüküm gereğince o gün, 
Ebu-Süfyân'ın Ali'ye taraftarlık gütmesi ve Ebûbekir'in aleyhine 
kalkışması yerindeydi. Hâşimoğullarıyla Ümeyye riyaset için 
çekişmişlerdi; fakat her iki boy da Abdumenaf soyundandı. 
Riyasetin bu soydan çıkması tehlikesi, onları birleştirebilirdi. 



Ebubekir'in mensup olduğu Teyim boyu, en az adama sahip ve 
Kureyş'in en zebun boyu sayılırdı. Ömer'in mensup olduğu 
Adiyy boyu da böyleydi. Bu boyların ikisi de Kureyş kabilelerinin 
en yüce ve büyüğü olan Kusay'dan gelmiyordu. Abdumenaf 
oğullarıysa Kusay'dan türemişti; bu bakımdandır ki bu boydan 
olanlar, Ali'nin tarafını tutuyorlardı. Ebu-Süfyân'ın, Hz. 
Peygamber'in amcası Abbas'la ayni iddiaya kalkışması, ancak 
kabile taassubu yüzündendi; başka bir düşünceyle değildi. Bu 
düşüncelere kapılmayan tek kişi Ali idi; bundan dolayı da, 
zahiren onlara üst olamadı. 

Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefatından sonra ansârın 
Sakife'de, Şa'd b. Abâde'ye taraftarlığı da kabile gayretinden 
doğmuştu; nitekim ansârın, Evs boyunun Ebubekir'e biat 
etmesi de, Sa'd'in, Evs boyuna karşı olan Hazreç boyundan 
olmasındandı. İslâm'ın kaldırdığı soy-boy gayreti, cahiliye 
devrinde Evs'le Hazreç boyları arasındaki savaş ve 
münasebetin hatırası, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), muhteceb 
olma-sıyla birden alevlenmişti. Ali'nin fikriyse böyle 
şaibelerden arınmıştı; o, riyaseti, Kur'ân'ın hükmünü, dînin 
emirlerini yerine getirmek için istiyordu. O, Selman, Ebû-Zerr ve 
Ammâr (r.a) gibi soy-boy gayretinden arınmış kişilere 
dayanıyor, Ebu-Süfyan gibi dünya ve soy-boy taassubu 
güdenleriyse yanından uzaklaştırıyordu. Bir yandan soy-boy 
taassubu güden, bir yandan da Müslümanlıkta fitne ve fesat 
çıkarmayı dileyen Ebu-Süfyan, Ali'ye, ne diye bu işi, kureyş 
kabilesinin en küçük ve ehemmiyetsiz boyuna teslîm 
ediyorsun? Müsâade edersen, Medine'yi atlılarla, yayalarla 
doldururum demişti. Fakat Ali, böyle bir şeye âlet olacak 
yaratılışta değildi. Ebu-Süfyan'a yüz vermeyince Ebu-Süfyan, 
hilâfeti alanların da kendisinden kuşkulandıklarını anlamıştı. 
Ömer, Ebube-kir'e gitti; bu adamcağız geldi dedi; şerrinden 
emin olunmaz bunun. Rasulullah da onu hoş tutmuştu. 
Sadakadan, beytülmaldan ona bir şeyler vermek gerek. 
Ebubekir, Ömer'in sözünü tuttu; onu razı etti; o da Ebubekir'e 



67 



(Hazreti Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi 
vesellem'in vefatlarından sonra Sakıyfe'de olup 
bitenleri duyunca Ansar ne dedi diye sordular; bizden 
bir emir olsun, sizden de bir emir olsun dediler cevabını 
alınca buyurdular ki:) 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellemin, 
iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanlarını 



biat etmekten çekinmedi (El-Ikd'ül-Ferid, 3, 113 Ibn-i Ebi'l- 
Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi, 2, 212; Mu'te gazvesinin şerhi; 
El-İkd'ûl-Frid, 3, 62). Tabarî'nin rivayetine göreyse Ebu-Süfyan, 
Suriye'ye gönderilen orduya, oğlu Yezid'in kumandan tayin 
edildiğini haber alıncaya dek Ebubekir'e biat etmemişti(ll, 
449). 

Pazartesi günü öğleyin vefat eden H. Resul-i Ekrem (s. a. a), 
çarşamba gecesi defnedildi. Hz. Ali, kabirlerine indirdi; 
Abbas'ın oğulları, Hz. Peygamber'in kölesi Şükran ve bir 
rivayette Üsâme de yardım etmişlerdi (Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, 
4, 54 ve 60, El-Ikd'ül-Ferid, 3, 61, Zehebî, 1, 324, 326; İbn-i 
Hişan, 4, 342, Tabarî, 2, 452, 455 İbn-i Kesîr, 4, 270, Müsned, 
6, 62, 242, 274, Tabakaat, 2, k.2, 78). 



bağışlamayı vasiyet buyurduğunu söylemediler mi? (Bu 
vasiyette ne gibi bir delil var diye sorulunca da.) Emir 
olmak hakkı onlarda olsaydı onları tavsiye buyurmazdı 
(dediler, sonra) Kureyş ne dedi (diye sordular, Rasûl 
sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin Kureyş'ten 
olduğunu, Kureyş şeceresine mensup bulunduğunu 
söyleyerek delil getirdiler denince buyurdular ki) 
Şecereye delil getirdiler; meyveyi yitirdiler. 109 



109 - Ansar, Sa'd b. Ebâde'nin halîfe olmasını istiyordu. 
Benî-Sâide Sakifesine toplanmışlar, hasta olduğu halde onu da 
götürmüşlerdi. Sa'd, orada Allah'a hamd-ü senadan sonra 
Ansarın dine yardımını, İslâm'daki üstünlüğünü anlattı. 
Peygamber'e ve ashabına saygı gösterdiklerini, düşman-larıyla 
savaştıklarını, sonra Arabın İslam'ı kabul ettiğini, Hz. 
Peygamber'in, Ansardan razı olarak dünyadan gittiğini söyle-di; 
sonra, bu işi dedi, başkalarının değil, sizin düşünmeniz gerek. 
Ansar, bir ağızdan evet dediler, senin fikrindeyiz; bu işi sana 
vereceğiz. Sonra tartışmaya başladılar. Muhacirler, biz 
Rasûl'ün ilk dostlarıyız, onun boyundanız derlerse ne diyeceğiz 
dediler. Bir kısmı, böyle bir itirazda bulunulursa, sizden bir emir 
olsun, bizden bir emir deriz fikrini ortaya attı. Sa'd b. Abâde, 
işte dedi, bu, ilk mağlubiyet (Tabarî, Hicrî 11. yıl vukuatı, 11, 
45, İbn-i Esîr, 11, 222, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 5; İbn-i Ebi'l- 
Hedid 6. cüzü'de "Ansârın sözleri hakkındaki beyanatının 
şerhine ve ondan naklen Cevhevîde Sakife olayına bakınız). 

Sakife'de ansârın toplandığını duyan Ebubekir ve Ömer 
yolda rastladıkları Ebu-Ubeyde'yi alarak Sakife'ye koştular. 
Üseyyid b. Uveym b. Sâide, Ansârın Benîl-Aclan boyundan Âsim 
b. Adiyy, Mugıyra b. Şa'be ve Abdurrahman b. Avf da onlara 
katıldılar. Bu topluluk o gün, Ebubekir'e biat için çok faaliyet 
gösterdi; bu yüzden Ebubekir ve Ömer, daima onların 
hizmetlerini göz önünde tuttular. Ebubekir ansardan hiçbir 
kimseyi Useyyid b. Hudayr'dan üstün görmemiştir; Ömer de 



ona kardeşim demiştir; ölümünden sonra bile hakkını 
gözetmiştir. Ebu-Ubeyde, Roma'yla savaşa giden orduya 
kumandan tayin edilmiştir. Ömer, kendisinden sonra birisini 
halîfe yapmak istediği zaman, Ebu-Ubeyde'nin ölümüne 
hayıflanmış, ölmeseydi onu halife yapardım demiştir. Mugayra 
b. Şa'be, Ömer zamanında zina ettiği halde kendisine had 
vurulmamıştı; adı daima Ömer'in kumandanları arasında 
geçmiştir. Abdurrahman b. Avf da Ömer tarafından, 
kendisinden sonra halife tayini için seçtiği şûraya reis tayin 
edilmiştir. Sakife'de Ebubekir, Ömer'i teskin ettikten sonra 
Allah'a hamd-ü sena ederek Muhacirlerin, Arap boylarından 
önce îmân ettiklerini söyledi ve onlar dedi, yeryüzünde Allah'a 
ilk ibadet edenler, Rasulullah'ın çevresinde ilk toplananlardır; 
Rasûl-i Ekrem'den sonra da hilâfete hakları daha üstündür 
mealinde sözler söyledi ve biz emir olalım, siz bizim vezîrimiz 
olun dedi. Hubâb b. Münzir, bu söz üzerine ayağa kalkıp dedi 
ki, ey ansâr, işe iyi sarılın; bu işlere başkaları el atmasın. Bu iş 
sizin gölgenizde kararlaşsın; yoksa düşmanlarınız bundan 
faydalanırlar; sonunda alt olur gidersiniz. Biz kendimize bir 
emir tayin edelim, onlar da bir emir tayin etsinler. 

Ömer, bir ülkede iki emir olamaz; andolsun, Arap, onlara 
hükmetmenize asla razı olmaz; çünkü Peygamberimiz sizden 
değildir. Ama peygamber'in mensup olduğu boyun hükmüne 
Arap razı olur dedi. Ömer'le Hubâb ağız kavgasına giriştiler. Bu 
sırada Ebu-Ubeyde, ey ansar dedi, Peygamber'in ilk dostları, 
ona ilk yardım edenler sizsiniz. Şimdi onun dînini ilk bozanlar 
siz olmayın. Bu sırada ansârın Hazreç boyundan Beşir b. Sa'd, 
Ebubekir ve Ömer'in sözlerini tasdik eder sözler söyledi. 
Ebubekir, işte Ömer'le Ebu-Ubeyde buracıkta; hangisine 
isterseniz biat edin dedi. Ömer'le Ebu-Ubeyde, sen dururken biz 
asla bu işe girişmeyiz dediler. Bu sırada Abdurrahman b. Avf 
ayağa kalkıp sizin de bir çok fazîletleriniz var dedi ansâra, 
fakat şu da muhakkak ki içinizde Ebubekir, Ömer ve Ali gibi 
birisi yok. Münzir b. Arkam, biz dedi, adlarını andığın kişilerin 



üstünlüğünü inkâr etmiyoruz, hele bu üç kişiden biri, bize 
hükmetmeye kalkarsa bir kişi bile ona muhalefet etmeye 
kalkmaz. Bu sözden maksadı da Ali idi. Ansar, bu söz üzerine 
hep birden biz dediler, Ali'den başkasına biat etmeyiz. Zübeyr 
b. Bekkâr da hilâfetin ansâra verilmiyeceğini anlayınca 
ansârın, biz ancak Ali'ye biat ederiz dediğini anlatır. 

Bu sırada Ömer ve Ebu-Ubeyde, Ebubekir'e biat etmek 
isterken Beşir b. Sa'd, daha atik davrandı, koşup Ebubekir'e 
biat etti. Derken Evs boyu ve bilhassa Üseyyid b. Hudayr, 
Hazreç bu işi ele alırsa bu üstünlük onlarda kalır, bir daha da 
size nasip olmaz, kalkın Ebubekir'e bey'at edin dediler. Üseyyid 
de biat edince oradaki topluluk her yandan koşup Ebubekir'e 
biate başladı. Bir derecede ki Sa'd, ayaklar altında ezilecekti 
neredeyse. Bu sırada Kays b. Sa'd'le Ömer kavgaya tutuştu; 
Sa'd, Ebubekir'e, Ömer'e türlü sözler söyledi. Nihayet dostları, 
onu omuzlayıp evine götürdüler. Bu sırada Ali ve Abbas henüz 
Peygamber'i (s.a.a), yıkamakla meşguldüler. Mescitten tekbîr 
sesi duyulunca Ali, bu gürültü nedir diye sordu; Abbas, hiç 
böyle bir şey olmamıştı dedikten sonra Ali'ye dönüp sana ne 
demiştim ben dedi (İbn-i Ebi'l-Hedid'in şerhi, 6, 291 Ya'kubî, 2, 
103, Tabarî, 2, 443, İbn'ül-Esir, 2, 220; Kitâb'ül- 
Muvaffakıyyat'tan naklen İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 122, İbn-i Hişâm, 
4, 336, İbn-i Kesir, 5, 246. Bütün tarihçiler Ebubekir'e biatin, 
Ömer tarafından, bir oldu bitti diye anlatıldığını söylerler). 

Hazreti Emir, "Şecereyle delil getirdiler; meyveyi yitirdiler" 
sözleriyle ansâra karşı, Rasûlullah'ın, Muhacirlerden olduğunu 
delil getirdiklerini, fakat asıl şecerenin meyvesini, yâni 
kendilerini yitirdiklerini söylemiş oluyorlar. 



202 



Seyyidet'ün Nisa Fâtımat'üz-Zehrâ selâmullah aley- 
hâ'nın defninde Rasûlullah'a (s.a.a) hitapları. 



Selâm olsun sana beden ve civarına inen, sana pek 
çabuk kavuşan kızından yâ Resûlullah. Senin seçilmiş 
kızından ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı, kudretim 
kalmadı yâ Rasûlullah. Ancak senden ayrılmam, senin 
vefatını görmem, çok daha büyük bir acıydı; ona 
sabrettikten sonra buna da sabretmem gerek. 

Seni kabrine yatırdım; senin ruhun, boynumla 
göğsüm arasında kabzedildi. "Gerçekten de biz 
Allah'ınız ve gerçekten de ona kavuşacağız". (2, 
Bakara, 151) Emanetin benden alındı; bana verdiğin, 
elimden çıktı. Fakat Allah, beni de senin bulunduğun 
yurda alıncaya dek derdim sürüp gidecek; gecelerim 
uykusuz olarak sabahı bulacak. 

Ümmetinden çektiklerimizi kızın sana haber 
verecektir, ona sor; hâli ondan haber al. Hem de 
bunlar, senden ayrılığımız uzamadan, senin anılışın 
unutulmadan olup bitti. 

Selâm olsun ikinize de, selâm verip veda eden 
kişinin selâmıyla, incinmiş, daralmış kişinin selâmıyla 
değil. Ayrılıp gidersem usancımdan değil; oturur, 



derdimi söylersem de Allah'ın sabredenlere vaad ettiği 
ecir hakkında kötü bir zanna düştüğümden değil. 110 



110 - Hazreti Fatımet'üz-Zehrâ' selâmullahi aleyhâ Rasûl-i 
Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin doğumlarından kırk 
beş yıl sonra, bi'setlerinin beşinci senesi Cumâdel-âhırasının 
yirminci günü, Hadîcet'ül-Kübrâ (r.a) dan doğmuş-lardır. Hz. 
Rasûl (s.a.a), Cenab-ı Fâtıma'yı pek severler, geldiği zaman 
ayağa kalkarlar, elini öperlerdi. Sekiz yıl Mekke'de kaldılar; 
Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a), hicret buyurduktan sonra Ali (a.s), 
Fatümet'üz-Zehrâ'yı, kendi Annesi Esed kızı Fâtıma'yı, Ümmü 
Eymen'le Ebu-Vâkıd'i alıp Kabe'yi tavaf ettikten sonra Medine 
yolunda, Küba'da Rasul-i Ekrem'e (s.a.a), ulaştılar. Hicretin 
ikinci yılında Emir'ül-Müminin'le (a.s) evlendiler. Fâtıma (a.s), 
Medine'de on küsur yıl yaşadılar. 

Hazreti Emir'in (a.s) "Ümmetinden çektiklerimizi" diye 
başlayan sözleri hilâfet olayından sonraki hallere işarettir: 
Ebubekir'e biatten haberdar olan Ehlibeyt, başta, Emlr'ül- 
Mü'minin (a.s), olduğu halde biat etmemişlerdi; ashaptan da 
onlara uyanlar olmuştur. Abbas, FazI b. Abbas, Zübeyr b. 
Avvâm, Halid b. Sâid, Mıkdâd b. Esved, Selmân-ı Fârisi, Ebû- 
Zerr-i Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Berâ' b. Âzib, Ubeyy b. Kâ'b 
bunlardandı. Ebubekir-i Cevheri'nin "Sakife"sine göre bunlar, 
geceleyin toplandılar, hilâfet işinin yeniden ve muhacirlerle 
ansârın meşveretiyle halledilmesini istiyorlardı. Abâde b. 
Sâmit, Ebü'l-Heysem'it-Teyyihan ve Huzeyfe de bunlardandı (Bu 
rivayet İbn-i Ebi'l-Hadid'in şerhinin, 13. sahifesinde de geçer; 
tafsili de aynı cildin 74. sahifesindedir). 

Bundan önce Ebubekir'in, bir rivayette Mugıyra'nın 
tensibiyle Ebubekir ve Ömer, Ebu-Ubeyde ve Mugıyra'yla 
Abbas'ın evine gitmişler, Ehlibeytin, biatini istemişler, fakat 
Abbas, Ömer'e, "Rasûlullah bir ağaçtan ki biz, o ağacın dalları 
budaklarıyız, sizse o ağacın gölgesinde oturmaktasınız" 
demişti; böylece de iş bir sonuca varmıştı. 



Abbas b. Abdül-Müttalib, Utbe b. Ebi-Leheb, Selman-ı Fârisi, 
Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr, Mıkdâd b. Ubeydullah, 
Haşimoğulları'nın bir kısmı muhacir ve ansârdan bir topluluk H. 
Fâtıma'nın (a.s) evinde toplanmışlardı (Müsned, 1, 55, Tabarî, 
2, 466, İbn-i Esir, 2, 221, İbn-i Kesir, 5, 264, Sıfvet'üs - Safve, 1, 
97, İbn-i Ebi'l-Hadid, 1, 123, Suyûti'nin Târih'ul-Hulfâ'sında 
Ebubekir'e biat bahsinde, 45. İbn-i Hişam, 4, 336, Teysir'ül- 
Vusûl, 2, 41, E'r-Riyâd'un Nadıra, 1, 167. Târih'ul-Hamis, 1, 
188, EI-Ikd'-ül-Ferid, 3, 64, Târih-u Eb'il-Fidâ' 1, 156, İbn-i 
Şahne (Târîh'ul-Kâmil haşiyesinde), 112, Cevheri, İbn-i Ebîl 
Hadid'den rivayet yoluyla, 2, 130-134, Siret'ül-Halebiyye, 3, 
394,397). 

Ali ile ona uyup Ebubekir'e biat etmeyenler ve H. Fâtıma'- 
nın evinde toplananlar hakkında tarih, siyer, sihâh ve 
müsnedlerle edebî ve kelâmî kitaplardaki rivayetler tevatür 
haddine varmıştır. Ali, Ebubekir'e biat etmeyince Ebubekir, 
Ömer'e gidip Ali'yi nasıl olursa olsun getirmesini buyurdu. 
Ömer, Ali'nin yanına varınca aralarında tartışmalar oldu ve bir 
netice çıkmadı. Bunun üzerine Ömer, Halid b. Velid, 
Abdurrahman b. Avf, Sabit b. Şemmâs, Ziyad b. Lebid, 
Muhammed b. Mesleme, Selme b. Salim, Selme b. Eşlem, 
Üseyyid b. Hudayr, Zeyd b. Sabit, Hazreti Fâtıma'nın (a.s) evine 
yürüdüler. Ömer, eline bir meş'ale almıştı. İçerdekilerin 
dışarıya çıkmalarını söyledi. Hiç kimse çıkmayınca, Allah'a 
andolsun ki dedi, çıkmazsanız evi, içindekilerle beraber 
yakarım. Ömer'e, ey Ebâ-Hafs dendi, Fâtıma da bu evde, olsun 
dedi Ömer. Fâtıma, kapıda Ömer'le yüzyüze geldi ve ona, Ey 
Hattâboğlu dedi, evimde beni yakmaya mı geldin? Ömer, evet 
dedi, bu iş, babanın getirdiğini sağlamlaştırır. Rasûlullah'-ın hiç 
kimseyi senin kadar sevmediğini biliyorum, fakat bu, 
yapacağım işten beni alıkoyamaz (Tabarî, 3, 198-199, Cevherî, 
İbn-i Ebi'l-Hadid'den rivayetle, 1, 167, 2, 131-134, 6, 285, 293, 
17, ciltte, Kaadil-Kudât'ın cevâbında da bu toplumdan 
bahseder. Er-Riyâd'un-Nadıra, 1, 167, Târîh'ul- Hamîs 1, 188, 



İbn-i Şahne, 112. İbn-i Ebul-Hadid, 2, 134, El-Ikd'ül-Ferîd, 3, 64, 
Ebü'l-Fidâ, 1, 156, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 12, Ensâb'ül- 
Eşrâf, 1, 586, Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, Mürûc'uz-Zeheb, 2, 100). 

Ya'kubî, eve girdiklerini, Ali'nin kılıcının kırıldığını (2, 105), 
Tabarî, Zübeyr'in kınsız bir kılıçla çıkıp Ömer'e saldırdığını, 
ayağı kayıp kılıcının elinden düştüğünü, Ömer'le gelenlerin onu 
tuttuklarını bildirir (2, 443-444, 446, Mühibbüddin Tabarî: 
Riyâd'un-Nadıra, 167. Târih'ul-Hamîs, 1, 188, İbn-i Ebil'-Hadid, 
2, 122, 132, 134, 6, 2, Kenz'ül-Ummâl, 3, 128). Evin içinde 
Fâtıma, Ali, Hasan ve Huseyn'den başka kimse kalmadığı 
halde, evi içindekilerle beraber yakın demekteydi. Hazreti 
Fâtıma, kapı önüne gelmişti; karnına gelen bir sadme 
sonucunda altı aylık çocuğu Muhsin, düşmüştü; Fâtıma, 
evimden çıkmazsanız saçlarımı döker, Allah'a sığınır, sizi 
şikâyet ederim diyordu. Bunun üzerine eve girenler çıkıp gittiler 
(İbn-i Ebi'l-Hâdid, 2, 134, 6, 285-286, Ebubekir-i Cevherî, İbn-i 
Ebi'l Hadid'den naklen, Ya'kubi, 2, 105, Şehristânî. Milel u 
Nihal, İran basması, 1, 26, Londra, 40). Sakife'deki biatten 
sonra salı günü de biat devam etmişti. Ali gelip Ebubekir'e, 
bizimle müşaverede bulunmadın, hakkımıza riayet etmedin 
demiş, Ebubekir de, evet fakat fitneden, kargaşalıktan 
korktum diye mazeretini bildirmiştir (Murûc'uz-Zeheb, 1, 414, 
El-İmâmetu ve's-Siyâse, 1, 12-14). Ya'kubî, bir topluluğun Ali b. 
Ebû-Tâlib'e geldiğini, ona biat etmek istediğini, Ali'nin, yarın 
sabah başlarınızı tıraş edip (ölüme hazırlanıp) yanıma gelin 
buyurduğunu, fakat ertesi sabah ancak üç kişinin geldiğini 
söyler (2, 105, İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 4). Cevheri, İbn-i Ebi'l- 
Hadid'in rivayetiyle, bu olaylardan sonra Ali'nin, Fâtıma'yı bir 
merkebe bindirerek geceleyin ansârın kapılarını çalıp yardım 
istediğini, onların da Fâtıma'ya, Ebubekir'den önce bizden biat 
isteseydi onunla hiçbir kimseyi bir tutmazdık, onu kabul 
ederdik dediklerini, Ali'nin, bu söze karşılık, şaşılacak şey, 
demek Rasûlullah'ın cenazesini yıkanmadan, kefenlenmeden 
evinde bırakıp riyaset için savaşmaya kalkışmamı istiyordunuz 



dediğini, Fâtıma'nın, Ebü'l-Hasan gerekli vazifesini yaptı; onlar 
da yapacaklarını yaptılar, Allah bunu onlardan soracaktır 
buyurduğunu kaydeder (6, 28): El-İmâmet-u ve's-Siyâse'de de 
bu olay geçer (1, 12). Sonradan Muâviye, Hz. Ali'ye yazdığı bir 
mektupta, "Daha dün, evindeki kadınını geceleri bir merkebe 
bindiriyor, oğullarının ellerini tutuyor, kapıları çalıyor, halkı 
yardıma çağırıyordun, unutkan olsam bile Ebû-Süfyân'a, seni 
bu işe tahrik ettiği zaman söylediğin sözü unutmam; azim ve 
irâde sahibi kırk kişi bulsaydım hakkımı dilerdim demiştin" 
sözle-riyle bu olaya işaret etmiştir (İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 67, 
Kitâb-u Sıffin, 182); Sıffin savaşında da, Amr İbn'il-Âs, 
Muâviye'ye ayni şeyi hatırlatmıştı. 

Bu sıralarda "Fedek" hurmalığı da Hz. Fâtıma'dan zapte- 
dildi. H. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem, 
Hayber fethinden sonra kendi hisselerine düşen bu hurmalığı, 
17. sûrenin (İsra'), "Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını 
ver" mealindeki âyet-i kerîmesiyle 30. sûrenin (Rum), "Artık 
yakınlara, yoksula ve yolda kalana hakkını ver" mealindeki 38. 
âyet-i kerimesi hükmünce H. Fâtıma'ya (a.s) vermişlerdi. 
Ebubekir, bu hurmalığı miras saymış, "Biz peygamberlerin 
mirasımız yoktur, bıraktığımız şeyler sadakadır" mealindeki 
hadise dayanarak hurmalıkta çalışan adamları oradan 
çıkartmış, Fedek'i beytülmal hesabına zaptetmiştir. Hz. Ali'ye 
ve Fâtıma'ya, bilhassa kendilerine taalluk eden bir hususun, 
hele "En yakın akrabanı korkut, emirleri onlara bildir" 
mealindeki âyet-i kerime (26, Şuarâ', 214) varken 
bildirilmemesi mümkün değildi; çünkü Hz. Peygamber (s. a. a), 
vahyin tebliğinde emin ve sâdıktı. Ayrıca miras âyetlerinde Hz. 
Peygamber'in hasâisinden olarak böyle bir şey yoktu. Kur'an-ı 
Mecid'de de Zekeriyye Peygamber'in (a.s), kendine ve Ya'kub 
(a.s) soyuna vâris olacak bir evlat istemesi (19, Meryem, 5-6), 
Süleyman Peygamber'in (a.s) Dâvud Peygamber'e vâris 
olduğunun bildirilmesi (27, 16), Peygamberliğin miras yoluyla 
elde edilemeyişi, H. Ali ile Abbas'ın miras istemeleri bir yana 



dursun, Fedek, miras da değildi; H. Rasûl (s.a.a) , tarafından, 
hayatlarında verilmişti. Hz. Fatıma (a.s) halîfeye başvurdu, Ali, 
Ümmi Eymen ve Rebâh şehâdette bulundular; şehâdet-leri 
reddedildi; oysa Rasûlullah (s.a.a), Ali'nin dâima hak ve 
gerçekle beraber bulunduğunu, gerçekten ayrılmayacağını 
bildirmişlerdi (FedâM'ül-Hamse; 2, s. 108; Tirmizî, Müstedrek, 
Mecma'uz-Zevâid, Kenz'ül-Ummâl v.s.den naklen). Onuncu 
İmâm Aliyy'ün-Nakıy'nin (a.s) zilhiccenin on sekizinci günü, Hz. 
Ali'yi (a.s) ziyaretindeki sözlerinden anlaşıldığına göre İmâm 
Hasan ve İmam Huseyn de (a.s) şahitler arasındaydı (Hâcc 
Şeyh Abbâs-ı Kummi: Mefâtih'ul - Cinan Tehran-1340, s.37). H. 
Fâtıma, müracaatından bir netice alamayınca Ebubekir ve 
Ömer'e darılmış, vefatına dek onlarla konuşmamış, vefat 
etmeden de H. Ali'ye (a.s), geceleyin defnedilmesini, 
cenazesinde onların bulunmamasını vasiyet buyurmuştur 
(Fedek olayı için Buhârî'ye, 5, Farz'ul-Humüs bölümü, 7. 38, 
Müslim'e, 2, 72. 5, 151, 156, Müsned'e, 1, 69, Tabarî'ye, 3, 
202, El-İmâmetu ve's-Siyâse'ye bakınız; 14). 

Hz. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a), sonra kırk gün, üç ay, yahut 
sekiz ay yaşadıkları hakkında rivayet varsa da Ehlibeyt'-ten 
gelen rivayete göre yetmiş beş gün yaşamışlardır. Hz. Resul 
(s.a.a), Saferin yirmi sekizinde vefat etmişlerdir. Hz. Rasûl'ül 
(s.a.a) Rabiülevvelin on ikisinde vefat ettiği rivayetine 
nazaransa Cumâdelûlâ sonlarında, yahut meşhur rivayete göre 
Cumâdelâhıranın üçünde intikal eylemişlerdir. Yaşları on sekizi 
aşmıştı (muhtelif rivayetler için Muhammed Bâkır-ı Meclisi'nin 
"Bihâr'ul-Envâr"ına bakınız, 10, Tehran, 1384, s. 214-216). 

Burada, Fedek'in yıllar boyunca elden ele geçtiğini, bu 
hususta buyruk sahiplerinin tek bir reye uyamadıklarını da 
söylemek zorundayız: Osman, bu hurmalığı Mervan'a bağışladı. 
Muâviye, H. Ali'nin şehâdetinden sonra hurmalığı üçe bölmüş, 
bir kısmını Osman'ın oğluna, bir kısmını Mervan'a, bir kısmını 
da oğlu Yezid'e vermişti. Emevîlerden Ömer b. Abülazîz, Fâtıma 
evlâdına iade etmiş, Abbas oğullarının ilk halifesi Seffâh, 



217 



İMAMET HUSUSUNDA KUREYŞTEN ŞİKAYETİ 
TAZAMMUN EDEN SÖZLERİ 



Allah'ım, Kureyş'ten hakkımı senden istiyorum; 
onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullah'a 
olan yakınlı-ğımı inkâr etiler, elimdeki kabı baş aşağı 
çevirdiler; başka-sından fazla lâyık olduğum işte, 
hakkım olan mevki'de benimle kavgaya giriştiler. Hak 
alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; 
istersen açıklanarak öl dediler. 

Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir 
yardımcı var bana, ne bir yâr ve yaver. Onların tehlikeye 
düşmelerini reva görmedim. Gözlerime toz-toprak 
dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, 
elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla 
doğranmaktan çetin bulunan bu işe dayandım. 



İmam Hasan oğlu Hasan'ın oğlu Abdullah'a ait olduğuna 
hükmetmiş, Mansûr, İmam Hasan evlâdından almış, oğlu 
Mehdî, gene Fâtıma evlâdına vermiş, onun oğlu Mûsâ ve 
kardeşi Fedek'i temellük etmişler. Me'mun, hicrî 210 da gene 
Fâtıma evlâdına vermiş, bu hususta Medine âmeline emir 
göndermiş, Mütevekkil'se Me'mun'dan evvelki haline 
getirmiştir. 



•k ic ic 



ŞIKŞIKIYYE HUTBESİ 



Andolsun Allah'a ki filân, onu bir gömlek gibi 
giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle 
değirmen taşının mili gibiydim; hilâfet benim 
çevremde dönerdi; sel benden akardı; hiçbir kuş, 
uçtuğum yere uçamazdı. Hilâfetle arama bir perde 
çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; 
kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu 
kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine 
bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu 
kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu 
zulmette zahmet çeker. 111 

Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim 
ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; 
mirasımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, ona 
falana verip gitti 112 (sonra A'şâ'nın şu beytini okudular:) 



111 - Hutbenin baş tarafında geçen "filân"dan maksat 
birinci halife Ebubekir'dir. 

112 - Buradaki falan"da ikinci halife Ömer'dir. 



Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine 
düşmüşüm; 

Câbir'in kardeşi Hayyanla bulunduğum günle bu 
günüm kıyaslanır mı hiç? 113 

Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini 
bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine 
öbürünün geçmesini sağladı. 114 Bu iki kişi hilâfeti, 
devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, 
hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; 
sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni 



113 - A'şâ, Ebu-Basir Meymûn b. Kays'tır. Cahiliyye şâir- 
lerinden olan, sesi de gayet güzel bulunan bu zat, İmri'ül-Kays 
ve Nâbıga gibi ünlü şâirlerden sayılmıştır. Vakt-i Saadete 
erişmiş, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) methiyeler yazmış; onları, 
huzurunda okumaya giderken Ebu-Süyfan mâni' olmuş, 
avdetinde, Menfuha denen yerde deveden düşüp ölmüştür. 
Heyyan, boyunun ulusu olan bir zattı; İran sânıyla dostluğu 
vardı, A'şâ ile de dosttu; sohbet arkadaşıydı. Bâzı sebeplerle 
ondan uzaklaşmıştı; o münasebetle söylediği kasîdede bu 
beyit geçer. 

Emir'ül-Mümi'nin (a.s), bu beyti inşad ederek Hazreti Rasûl-i 
Ekrem (s.a.a) zamanındaki haliyle ondan sonraki haline işaret 
buyurmaktadır. 

114 - Ebubekir'in biatten sonra "Bırakın beni, ben sizin en 
hayırlınız değilim" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözü, "Sizin en 
hayırlınız olmadığım halde beni, başınıza getirdiniz; siz beni 
veliyy-i emr ettiniz" tarzında söylediği de rivayetler arasında-dır 
(Muhammed Abduh Şerhi, s.32, 3. not). Hz. Emir'i, Ebubekir'e 
götürdükleri zaman, Ömer, biat etmedikçe senden el çekmeyiz 
deyince Ömer'e, "İyi sağ bu sütü, yansı senin olacak; bugün 
onun faydası için düzüp koştuğun bir iş yarın sana dönecek" 
dediği rivayet edilmiştir. 



incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin 
sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş 
bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını 
çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini 
helak olma çukuruna götürür, atardı. Allah'ın bekasına 
andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; 
yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya 
yeldi-durdu. 115 Uzun bir zaman, çetin mihnetlere 



115 - Ömer'in, zâtı içtihatlarına işarettir. Meselâ, 9. sûrenin 
(Tevbe) 60. âyet-i kerîmesinde zekâtın, yoksullara, hiçbir varlığı 
olmayanlara, zekât toplayan memurlara, müellefet'ül-kulûb'a 
(gönülleri Müslümanlığa malla, servetle ısındırılmak 
istenenlere), kölelere, tutsaklara, borçlulara, yolda kalmışlara, 
Allah yolunda savaşanlara verilmesi buyrulmuşken, Ebubekir'in 
zamanında Ömer, artık müellefet'ül-kulûba vermeye lüzum 
kalmadı demiş, onlara zekât verdirmemişti. 8. sûrenin (Enfâl) 
41. âyet-i kerimesinde ganimetin beşte biri Allah yolunda 
sarfedilecek, Peygamber'e ve yakınlarına, yetimlerine, hiçbir 
şeyi olmayanlarına ve bu yolda savaşanlarına verilecekken bu 
payı kaldırmış, Mâlik b. Nüveyre'yi, Müslüman olduğu halde 
öldürten ve şer'i süresini beklemeden zevcesini alan Halid b. 
Velid'i, evvelce onun şiddetle aleyhinde bulunduğu halde, kendi 
zamanında bağışlamış, hac töreninden umreyi, törenden nisa 
tavafını kaldırmış, Müslim'in rivayetine göre kendi zamanında 
bile yapıla gelen muvakkat nikâhı yasak etmişti. Ezandan, 
"Hayye alâ hayr'il-amel-haydin en hayırlı işe" sözünü, halk 
ibâdete koyulur da savaşı boşlar diye okutmamış, bir kerede 
üç talak vermeyi, kadın boşamaktan halkı çekindirmek için 
caiz görmüş, sünnet ve nafile namazlarda cemâat olmadığı 
halde teravih namazını cemaatla kıldırmış, su bulunmadığı 
vakit teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiş, miras ve 
iddet meselelerinde içtihatlarda bulunmuştu. Daha bu çeşit 
birçok içtihatları olmuş, sabah ezanına "namaz uykudan 



düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; 
halifeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunların biriyim 
sanıldı. 

Allah'ım, sana sığınırım; ne de danışma 
topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, 
birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit 
kişilere katıldım ben? Fakat inerlerken onlarla indim; 
uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla 
beraber oldum. İçlerinden biri, hasedinden gerçekten 
saptı; öbürü, damadı olduğundan ona uydu, benden 
yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile 
çirkin. 116 



hayırlıdır" sözünü katmıştı (Ali kuşçı'nın "Şerh-u Tecrid"inde, 
"imamet" bahsinîn sonlarında; "En-Nass-u ve'l-İçtihâd"a da 
bakınız, 1383-1943, s. 199-220). Mâlik'in "El-Mu vatta" ı ve 
Zerkaanî'nin Şerhi, cüz' 1, s.25.Abdül-Huseyn Ahmed'il- 
Emini'nin "EI-Gadir-u fi'l-Kitâbı ve's-Sünneti ve'l-Edeb"inin 7. 
cüz'üne de bakınız; 2. basım, Tehran-1372, s.63-64). 

116 - Ömer yaralanınca vefat edeceğini anlayıp yanında- 
kilere Ebu-Ubeyde sağ olsaydı onu halife yapardım; Huzeyfe'nin 
kölesi Salim sağ olsaydı bu işi ona verirdim demiş, sonra yedi 
kişinin adını söylemiş, bunlardan Sâid b. Zeyd'i kendi soyundan 
olması dolayısıyla öbürlerine katmamış, Sa'd b. Ebi-Vakkas, 
Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali'den meydana 
gelen bir şûra kurulma-sını, şûraya Abdurrahman'ın riyaset 
etmesini söylemişti. Ancak bunlardan Sa'd'i serttir, 
Abdurrahman b. Avf'ı, bu ümmetin Karun'udur diye yerdi. 
Talha'nın kibirli, Zübeyr'in nekes olduğunu, Osman'ın boyunu 
sevdiğini, Ali'nin de halifeliğe haris bulunduğunu söyledi. Sonra 
Suheyb'e, üç gün halka namaz kıldırmasını emretti. Ebu- 
Talha'yı, elli kişiyle, şûra erkânının topladığı evi kuşatmaya 
memur edip bunların beşi birleşir, birisi ayrılırsa onun 



öldürülmesini, üçü birini üçü de başka birini tutarsa 
Abdurrahman'ın bulunduğu tarafın kabul edilmesini söyledi. 
Abdurrahman kendisini ve Sa'd'i bu işten ayırdı. Sa'd ise ona; 
Osman sana biat ederse üçüncü biat eden ben olurum; fakat 
Osman'ı tayin edersen Ali tarafını tutarım dedi. Nihayet 
Abdurrahman, Ali'ye, Ebubekir ve Ömer'in yolunu tutup 
tutmayacağını sordu. Ali, ben Allah'ın kitabı, Peygamber'in 
sünneti üzere ve kendi içtihadımla hareket ederim cevabını 
verdi. Aynı suali üç kere Osman'a sordu; Osman her üçüne de 
müspet cevap verince ona biat etti. Bir de şu var: 

Şûrada riyaset eden Abdurrahman'ın zevcesi ana tarafından 
Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman'ın 
amca oğullarındandı, ikisi de Zühre oğulları boyundandı; ayrıca 
Hazreti Emir'le de arası açıktı. Sa'd'in anası, Süfyan b. Ümeyye 
b. Abdüşşem'in kızıydı; Ali, bu boydan bir çoğunu savaşlarda 
öldürmüştü. Talha Teyim boyundandı; bu boyun Hâşim 
oğullarıyla arası açıktı. Nitekim sonradan, Osman'ın kanını 
almak bahanesiyle isyanı da, gizlediği fikri açığa vurdu. Zübeyr, 
Ebubekir'in hilâfetinden beri Ali'ye taraftar görünmekteydi, 
fakat halifeliğe özendiği sonraki isyanıyla meydana çıktı. 

Şûradan sonra Mikdâd b. Esved'in, Abdurrahman'a, 
"andolsun Allah'a ki Ali'yi terk ettin ama o, hak üzere hüküm 
veren ve gerçek olarak adalete riayet edenlerdendi" demiş, 
"Kureyş'e bakıyorum, en doğru söyleyen, en gerçek olarak 
hükmeden kişiyi bırakıyor" sözlerini de sözüne eklemişti. 
Abdurrahman, korkuyorum fitneye kapılmandan, Allah'tan 
çekin sözüyle Mikdâd'a cevap vermişti. Sonra Osman'ın 
zamanındaki ayaklanma sırasında Abdurrahman'a, bu, 
ellerinle hazırladığın şey demiş, o da, ben böyle sanmıyordum, 
fakat Allah'a and olsun, onunla konuşmayacağım artık demiş, 
sözünü de tutmuş, ölüm hastalığında kendisini dolaşmaya 
gelen Osman'dan yüzünü duvara çevirmiş, ona bir söz bile 
söylememişti (Muhammed Abduh Şerhi, s.34-35, 1. not). 



Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde 
ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini 
çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. 
Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; 
Allah malını ilk baharda devenin otları, çayırı-çimeni 
yiyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda 
onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp 
öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu 
hale getirdi; işini tamamladı gitti. 117 



117 - Osman, Abdüşşems oğlu Ümeyye oğlu Ebi'l-As'ın oğlu 
Affan'ın oğludur. Yetmiş beş, yetmiş altı, diğer rivayette 
seksen, yahut seksen sekiz yıl yaşamış, hicretin yirmi dördüncü 
yılında halifelik makamına gelmiş, on iki yıldan on iki, yahut 
sekiz gün eksik bir müddet hilafet makamında kalmış, hicretin 
otuz beşinci yılı zilhiccesinin on sekizinci günü öldürülmüştü. 
Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), Rukayye, sonra da Ümmü Külsûm adlı 
iki kızını aldığından Zü'n-Nûreyn, yâni iki nur sahibi diye 
anılmıştır. Kavmin üçüncüsünden maksatları Osman'dır. 

Osman, ana tarafından kardeşi Velîd b. Ukbe'yi Kûfe'ye 
tayin etmiş, beytülmâli, sıla-i rahimde bulunuyorum diye 
Ümeyye oğullarına pay etmiş, Hazreti Rasûl'ün (s.a.a) 
Medîne'den sürdüğü Hakem'i ve oğlu Mervan'ı Medine'ye 
getirtmiş, kızını Mervan'a vermiş beytülmâlden ona yüz bin 
dirhem verdiğinden başka Fedek'i de demlik etmiş, Hakem'e 
yüz bin, Abdullah b. Hâlid b. Üseyyid'e dört yüz bin dirhem 
ihsanda bulunmuş, diğer kızını Haris b. Hakem'e verip ona da 
beytülmâlden yüz bin dirhem bağışlamıştır. Ebu-Süfyân'a iki 
yüz bin dirhem vermiş, Medine yaylaklarını Ümeyye oğullarının 
hayvanlarına tahsîs edip Trablus'tan Tanca'ya dek bütün Afrika 
gelirini Abdullah b. Sa'd b. Ebi-Serh'a bağışla-mıştır. Bütün 
bunlar, Velid b. Ukbe'nin, Kûfe'de beytülmâli istediği gibi 
harcaması, şarap içtiği sabit olduğu halde kendisine had 
vurulmaması, Abdullah b. Mes'ud'un, Ammâr'ın dövülmesi, 



Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın 
boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir 
şey olmadı; her yıldan, birbiri ardınca çevreme 
üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasanla 
Hüseyn, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. 
Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandı-lar; 
bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı. 118 

bunlarla beraber Ebû-Zer'in ve diğer birçok sahâbinin 
sürülmesi, ehliyle buluşana, kendisinden inzal olmadıkça gusûl 
icâb etmediği hakkındaki fetvası, 46. sûrenin (Ahkaaf) 15. 
âyetinde hami müddetiyle çocuğun sütten kesilmesinin otuz 
ay, 2. sûrenin (Bakara) 233. âyetinde süt verme müddetinin 
tamamının iki yıl olduğu bildirilmesine göre hami müddetinin 
en azının altı ay olduğu anlaşıldığı halde evlendikten altı ay 
sonra çocuk doğuran bir kadını recmettirmesi, bayram 
namazını dört rek'at kıldırması, seferde namazları 
kasretmemesi, umreyi men etmesi, bayram hutbelerinin 
namazdan önce okunması gibi şeyler de ashabın, Osman 
aleyhine dönmesine sebep oldu. Başta Âişe, Abdurrahman b. 
Avf, Talha, Zübeyr olmak üzere bir çok kimseler, şiddetle 
aleyhinde bulunmaya başladılar. Sonunda isyan başladı ve 
Osman öldürüldü (Osman'ın icrââtı ve içtihatları için Şeyh 
Zebihullâh'ı Mahallâti'nin, ana kaynaklara dayanarak meydana 
getirdiği "Keşf'ül-bunyân der zindegânî-î Cenâb-ı Osman b. 
Affân" adlı kitabına bakınız, Tehran 1382, 430 sahife). 

118 - Osman'ın öldürülmesinden sonra kendilerine biat 
etmek hususunda halkın tehaccümünü anlatıyorlar. (9) Biatten 
dönenler anlamında "Nâkisin" denmiştir. Bu sözde, 48. sûrenin 
(Feth), "Şüphe yok ki seninle biatleşenler. ancak Allah'la 
biatleşmişlerdir; Allah'ın (kudret) eli, onların ellerinin 
üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedîr ve kim 
Allah'la ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir 
vardır" mealindeki 10. âyetine işaret vardır. "Ok yaydan fırlar 



gibi fırlayanlar" "Mârıkun" diye anılırlar; bunlara ait 4. bölüm 
olan "İçtimâî-İktisadi hutbelerinde, 26. hutbenin şerhindeki 
11. notta gereken izâhât verilmiştir. "İtaatten çıkanlar", 
"Kaasitûn" diye anılmıştır. Kur'ân-ı Mecid'-in 72. sûresinin 
(Cinn), "Ve gerçekten de bizden, Müslüman olanlar da var, 
doğruluk yoluna İtaatten sapıp zulmedenler de; artık kimler 
Müslüman olurlarsa onlardır doğruluk yolunu arayıp bulanlar. 
Fakat gerçekten sapıp zulmedenlere gelince, onlar da 
cehenneme odun olurlar" mealindeki 14-15. âyet-i 
kerimelerinde "İtaatten çıkanlar, sapıp zulmedenler", 
"Kaasitûn" diye anılmışlardır. "Müstedrek'üs-Sahihayn"de, 
Ömer'in zamanında, Ebû-Eyyüb'ül Ansâri'nin (r.a), Rasûlullah 
(s. a. a) Ali b. Ebû-Tâlib'e Nâkisin Kaasitûn ve Mârikin ile 
savaşmasını buyurdu" dediği rivayet edilmiştir. Buna dair 
"Müstedrek"te, "Tarihu Bağdad"-da, "Üsd'ül Gaabe"de, 
Suyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr'unda, Kenz'ül-Ummâl'de Mecma'uz- 
Zevâid'de, bundan başka daha on sekiz hadis vardır. 
"Kaasitûn" Muâviye ve ona uyanlardır (Fedâil'ül-Hamse, 2, 
s.358-363). 

Bu bahse son verirken şunu da söylememiz gerekir: 

Emir'ül-Müminin Ali (a.s), hilâfeti kendi hakkı olarak görü- 
yordu; fakat bu görüş Hz. Peygamber'in (s. a. a), tebliğine 
dayanıyordu; Peygamber'in tebliğiyse vahye istinâd 
etmekteydi; çünkü o, kendi dileğine göre söz söylemezdi (53, 
Necm, 3-4). Rasûlullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) kendilerine, Musa'ya 
Harun ne menziledeyse o menzilede olduğunu bildirmişler, 
ancak kendilerinden sonra peygamber gelme-yeceğini beyan 
buyurmuşlardı; onu kendilerine kardeş edinmişlerdi; 
zürriyetinin ondan geleceğini bildirmişlerdi; daha ilk 
tebliğlerinde onu kendilerinin veziri olarak tanıtmışlardı, 
halifemdir demişlerdi; kendileriyle aynı yaratılışta olduklarını, 
kendilerinden sonra her inananın velisi bulunduklarını 
söylemişlerdi; ona şovenin, kendilerine sövmüş olacağını 
bildirerek ileride olacakları anlatmışlardı; bütün bunlara 



ilâveten, Veda haccından avdet ederlerken, 5. sûre-i celilenin 
(Mâide) 67. âyet-i kerimesine ittibaen Cuhfe denen yerdeki 
Gadiru Humm'da ashabı toplayıp 33. sûrenin (Ahzâb) 6. âyet-i 
kerîmesini hatırlatarak, Müminler üzerindeki mutlak vilâyetini 
tasdik ettirdikten sonra Ali'yi Müminlere veliyy-i emr tayin 
buyurmuşlardı ve ashab, onu kutlamış, ona biat etmişti (Bütün 
medrekleriyle bu hadisler için "Fedâil'ül-Hamse'ye 1, s.299- 
406, merhum Âyetullah Abdül-Huseyn Şerefüddin'in "El 
Murâcaâf'ına, Necef 1383, s.202-222, Âyetullah Ahmed 
Emini'nin "El-Gadir" adlı muhalled kitabına ve "Hz. Muhammed 
ve İslâm" adlı eserimize bk. (Milliyet kültür kulübü yayınları, İst. 
1969 s.168-174). 

Bu hutbenin Şerif Radi tarafından uydurulduğunu söyle- 
yenlerde olmuştur. Ancak, Seyyid Radi, hicri 359 da (969-970) 
doğmuş, 406 Muharreminde (1015) Bağdad'da ebediyete 
intikal etmiştir. Halbuki ondan 176 yıl önce vefat eden Hafız 
Yahya b. Abdülhamid-i Himmânî, 246 da (860) vefat eden Ebu 
Câ'fer Ahmed b. Mehmed'ül-Barkî, 303'te vefat eden (915) 
Ebu-Aliyy'ül-Cubbâî, 312 de vefat eden (924) Ebü'l-Hasan Ali b. 
Furât, 317 de vefat eden (929) Ebü'l-Kaasım'ül-Belhî, 332 de 
vefat eden (943) Ebû-Ahmed Abdül'aziz'ül-Celûdiyy'il-Bışrî, 360 
da vefat eden (970) Hafız Süeyman b. Almed'üt-Taberânî, 381 
de vefat eden (991) Ebû-Ca'fer İbn-i Bâbıveyh'il Kummî, 382 de 
vefat eden (992) Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâ'il-Askerî, 412 
de vefat eden (1021) Ebû-Abdullah Mufid, 415'te vefat eden 
(1024) Kaadi Abdülcebbâr'ül-Mu'tezili, çeşitli yollarla 
kitaplarında bu hutbeyi anmışlar, yazmışlar, kendisinden sonra 
da "Lisân'ül-Arab" sahibi Ebü'l-Fadl Cemalüddin (711 H. 1311) 
ve Kaamûs sahibi Firûzâbadi'ye kadar (816-817 H. 1413- 
1414) on beş bilgin bu hutbeden bahsetmiştir (El-Gadîr, 7, 
ikinci basım, s. 82-85). Kaldı ki söz, üslûptan anlaşılır ve 
hutbenin üslûbu tamamıyla Emir'ül-Müminin'in (a.s) üslûbudur. 



Ama işi elimle aldıktan sonra bir bölük, biatten 
döndü; ahdini bozdu. Öbür bölük ok yaydan fırlar gibi 
fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itaatten çıktı; 
sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh 
Allah'ın "İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik 
ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve sonuç, 
çekinenleridir" buyurduğunu duymamışlardı (Kasas, 
83). Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, 
ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir 
şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara. 119 

Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, 
insanı yaratana, bu topluluk, biat için toplanmasaydı, 
Allah'ın, zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlumun aç 
kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman 
olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım; 
ümmetin sonuncusunu, ilkinin kâsesiyle suvarır 
giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyânızın 
değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir 
bence. 

(Demişlerdir ki: hutbelerinde söz, buraya gelince, 
Irak ili halkından biri kalktı, Hazrete bir kâğıt sundu. 
Hazret kâğıdı okumaya daldılar. Okuyup bitince İbn-i 
Abbas, Ey Müminler Emiri dedi, sözüne, bıraktığın 
yerden başlasan; Emir'ül-Müminin aleyhisselâm 
buyurdular ki:) 

Heyhat ey Abbas oğlu, bu, erkek devenin, esridiği 
zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye 
gitti. 120 



119 - 3, 14. 

120 - İbn-i Abbas, Vallahi demiştir, bu sözün yarım kalma- 



•k ic ic 



sına eseflendiğim gibi hiçbir söze eseflenmedim; Emir'ül- 
Müminin (a.s) ne olurdu, dilediği gibi söyleseydi. 



146 



ÖMER ZAMANI 



ÖMER, İRAN SEFERİNE BİZZAT GİTMEK İSTEDİĞİ 
ZAMAN, ONA BUYURDULAR Kİ: 



Bil ki bu işin üstünlüğü, ne çoklukladır, ne azlıkla. 
Bu, Allah'ın izhâr ettiği Allah dinidir; ordu da O'nun 
hazırladığı, O'nun yardım ettiği, O'nun ordusu. Böylece 
varacağı yere varmıştır; doğacağı gibi doğmuştur. 

Biz Allah'ın vaadine güvenmekteyiz; Allah da 
vaadini yerine getirir; ordusuna yardımcıdır. 

Buyruk sahibi, boncuk dizilen ipe benzer; boncuklar 
o ipliğe dizilir; onları, o iplik bir araya getirir. İplik 
koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır-gider; tam 
olarak asla dizilemezler. 



Arap bugün azlıksa da İslâm kuvvetiyle çokluktur, 
birbirini destekleyişte, birlikte üstündür. Sen değirmen 
taşının mili ol, savaş değirmenini Arap'la döndür; onları 
savaş ateşine sok, sen savaşa girme. Çünkü sen, 
buradan çıkarsan civardaki Araplar itaatten baş 
çekerler; ardına attığın şey, yöneldiğin şeyden daha 
önemli olur. 

Arap olmayanlar sana bakınca, bu derler, Arab'ın 
kökü; onu kestiniz söktünüz mü, esenliğe 
kavuşursunuz. Bu düşünce de sana daha fazla 
saldırmalarına, seni ortadan kaldırmaya çalışmalarına 
sebep olur. Onların önce gelmelerini istemiyorsun ya, 
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah senden ziyade 
istemez bunu; senin istemediğini defetmeye de gücü 
yeter O'nun. Sayılarının fazla olduğunu söylemene 
gelince: Biz bundan önce, sayımızın çokluğuyla değil, 
Allah'ın nusratına, yardımına güvenerek savaşırdık. 121 



•k ic ic 



121 - Ömer, Iran seferine bizzat katılmak istediği zaman 
Hazreti Ali (a.s) bunu doğru bulmamış, ona bu hususta 
yukarıdaki sözleri söylemiş, fikrinden caydırmıştı. 



134 



(Ömer Kayser'in bizzat savaşa geleceğini duyunca, 
kendisi de harbe katılmayı kurmuş, Emir'ül-Mümi-nin'le 
(a.s), bu hususta meşverette bulunmuştu. Hazret 
buyurdular ki:) 



Allah bu dîne mensup olanların ülkesini korumayı, 
Müslümanların ayıplarını örtmeyi vaad etmiştir. 
Müslümanlar azken, karşı koyacak güçleri yokken, 
kendilerini savunamazlarken Allah yardım etmiştir 
onlara; Allah daimî diridir, ölümden münezzehtir. 

Sen düşmana bizzat karşı durur, savaşa katılırsın, 
altol-duğun takdirde Müslümanlara, o uzak şehirlerde, 
o uzak sınırlarda sığınacak bir yer kalmaz; senden 
sonra sığınacakları birisini bulamazlar. Savaş görmüş, 
tecrübeli, yiğit birini kumandan tayin et, gönder. O'nun 
maiyetine de belâlara sabreden, savaşın çetinliklerine 
dayanan, öğüt tutan erler ver. Allah üstederse, dileğin 
meydana gelir; ama aksi bir şey olursa o vakit sen, 

Müslümanların sığınağı, güvenci olursun. 

* * * 



139 



OSMAN ZAMANI 



ÖMER'İN, HİLAFET İÇİN KURDUĞU ŞURADAKİ 
SÖZLERİ: 



Benden önce hiçbir kimse hak çağrısına koşmadı; 
yakınlığın gerektirdiği şeye uymadı; kerem yüzünden 
ona yardıma varmadı. Artık sözümü duyun, dediğimi 
belleyin. Görürsünüz bu iş (hilâfet) için kılıçlar 
çekilecektir; ahitlere hıyanet edilecektir; sonunda da 
bir kısmınız, sapıkların imâmı, bilgisiz kişilerin taraftarı 

olacaksınız. 

* * * 

74 



OSMAN'A BİATE KARAR VERİLECEĞİ ZAMANKİ 
SÖZLERh 



Mutlaka siz de bilirsiniz ki benim onda (hilafette) 
benden başkasından daha fazla hakkım var; ama 
andolsun Allah'a ki ben, Müslümanların işlerini düzene 
sokmak için onu teslîm ederim ve bu işte, ancak bana 



cevredilmiş olur, bunu yaparken de ecrini dileyerek, 
üstünlüğünü isteyerek yaparım; sizin, dünyânın süsünü- 
püsünü, özentisini-bezentisini istemenizdense 

çekinirim. 



•k Jc Jc 



164 



Halk, Osman aleyhine toplanıp onu, Hazreti Emir'e 
şikayet edince Hazret, Osman'ın yanma varıp ona 
buyurdu kî: 



Halk arkamda, beni, seninle aralarından sefir 
olarak sana gönderdiler. Andolsun Allah'a ki sana ne 
diyeyim, ne söyleyeyim, bilemiyorum. Bir şey 
bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin; bir yol yok ki sana 
göstermeye kalkayım da sen onu tanımayasın; sen de 
bizim bildiklerimizi biliyorsun. Bir şeyde, senden ileri 
geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim; bir şeyi 
gizlice haber almış değiliz ki onu sana tebliğ edelim. 
Bizim gördüğümüz gibi sen de gördün; bizim 
duyduğumuz gibi sen de duydun; bizim sohbet 
ettiğimiz gibi sen de, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna 
olsun, Rasûlullah'la sohbet ettin. Ebû-Kuhâfe oğluyla 
Hattâboğlu, senden daha doğru harekete, senden daha 
lâyık değillerdir; sen, yakınlık bakımından Rasulullah'a, 



Allah'ın salâtı O'na ve soyuna, daha yakınsın; onlar, 
ona dâmât olmadılar; sense bu şerefi elde ettin. 122 

Allah için, Allah için canına acı. Çünkü sen, 
andolsun Allah'a, körlükten göz açmıyorsun, 
bilgisizlikten dönüp bilgiye gelmiyorsun, oysa doğru 
yolu görmedesin de, adaleti bilmedesin de. Yollar açık 
elbet; din hükümleri de ayakta durmada. Bil ki Allah 
katında, Allah kullarının en üstünü, adalet sahibi 
imamdır; doğru yolu bulmuştur o, doğru yolu gösterir. 
Malûm olan yolu yordamı ayakta tutar; bilinmeyen 
bidati öldürür-gider. Yollar-yordamlar apaydındır, 
onların alâmetleri var. Bidatler de apaçıktır, onların da 
alâmetleri var. Allah katında insanların en kötüsü de 
zulmeden imamdır; yol sapıtır, halk da onunla yoldan 
sapar; uyulan yolu-yordamı öldürür, yok eder; 
bırakılmış bidati diriltirdiker. 

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, ben 
Rasûlullah'tan duydum, buyurdu ki: Kıyamet günü 
zulmeden imam, öyle bir halde getirilir ki yanında ne 
bir yardımcı vardır ona, ne bir özür dileyen; cehenneme 
atılır; orada değirmen döner gibi döner; sonra da 
cehennemin ta dibine bağlanır. 



122 - Osman'ın babası Affan, Abdu Menaf oğlu 
Abdüşems'in oğlu Umeyye'nin oğlu, Ebi'l-Âs'ın oğludur. 
Abdüşşems, Hâşim'in kardeşidir; Haşim'se Hz. Rasul-i Ekrem'in 
(s. a. a), babaları Abdullah'ın babası, Abdül-Muttalib'in babasıdır. 
Bu bakımdan soy yakınlığını anmakta-dırlar. Aynı zamanda, 
evvelce de zikredildiği gibi Osman, Rasûlullah'ın (s. a. a), 
damatlık şerefine de nail olmuştur. 



Allah için olsun, bu ümmetin öldürülecek imâmı 
olma. Çünkü bu ümmet içinde bir imam öldürülür ki 
onun yüzünden kıyamete kadar savaş sürer-gider, 
ümmete, işler şüpheli görünür; aralarında fitne dağılır, 
çoğalır, artık ümmet ne hakkı görür, ne batılı; ikisini de 
ayırt edemez olur; o fitneler içinde dalgalanıp durur 
halk; bocalayıp durur denmiştir. 

Yaşını-başını aldıktan , ömrün sona geldikten sonra 
Mervan'ın istediği yere sürüp götürdüğü bir mal haline 
gelme. 

(Osman, bu sözler üzerine, halkla görüş, onların 
şikâyet ettikleri şeyleri men etmem için bana bir 
müddet versinler dedi. Hazreti Emir (a.s), buyurdular 
ki:) 

Medine'de olan zulümler için mühlet istemeye 
hacet yok; fakat etrafta bulunanların haberi sana 
ulaşıncaya dek mühlet isteyeyim. 123 



123 - Bu sözleri Tabarî, Tarihinde, Belâzüri "Ensâb"ında, Ibn- 
i Esir "Kâmil"inde ve "Târih"inde zikreder (Keşf'ül-Bünyan'dan 
naklen, s.351). Başta Ümm'ül-Müminin Âişe (r.a) olmak üzere 
ashabın ileri gelenleri, Osman'ın hareketlerini, boyuna karşı 
gösterdiği sınırsız müsamahayı hoş görmüyor-lardı, aleyhinde 
bulunuyorlardı. Mâlik'ül-Eşter, Kûfe'den Kûfelilerle, Hukeym b. 
Cebelet'il-Abdi, Basra'dan yüz elli kişiyle Medine'ye hareket 
ettiler; Mısır'dan da dört yüz, bir rivayette beş yüz, hattâ yedi 
yüz, İbn-i Ebi'l-Hadid'in rivayetine göreyse, yolda katılanlarla iki 
bin kişiyi bulan bir topluluk Medine'ye yöneldi; Medine'de 
Osman'ın evini kuşatmaya baş-ladılar. Osman, Ömer'in oğlu 
Abdullah'ın tavsiyesi üzerine Hz. Ali'yi çağırdı; bu işe bir çare 
bulmasını rica etti. Hz. Ali, gelenlere nasihatte bulundu; Osman 
da, zulmeden valileri azledeceğine, yerlerine her taraf ehlinin 
istediğini tayin edeceğine dair yazı yazdı; gene Ali'nin 



135 



Osman'la aralarında bir ağız kavgası olmuş, 
Mugıyre b. Ahnes, Osman'a, sen onun İşini bana bırak 
demişti. Hazret ona buyurdular ki: 



Ey lanetlenmiş, hayırsız, köksüz, dalsız kişinin oğlu, 
ey kendinden de hayır gelmez, soyu da kesilir, üremez 



tavsiyesiyle minbere çıkıp özür diledi. Dönünce Mervan yaptığı 
hareketi şiddetle tenkit etti; bu sırada kapı önünde 
toplananlara da dışarı çıkıp kötü sözler söyledi. Halk, bunun 
üzerine ikinci defa Osman'ın evini kuşattılar. Tekrar Hz. Ali'ye 
müracaat edildi; Hz. Ali, Osman'a öğütler verdi. Osman, üç gün 
mühlet istedi; Hazret "Medine'de olanlar için mühlet istemeye 
hacet yok, fakat etrafta bulunanların haberi sana ulaşıncaya 
dek mühlet isteyeyim" buyurdular" buyurdular ve çıkıp halkı 
teskine çalıştılar; halk sükûnet buldu. Osman, bu müddet 
içinde Şam'dan, Basra'dan kendisine yardımcılar geleceğini 
umuyordu. Muâviye, Şamlılara, Basralılara, Mekkelilere 
Mısır'da Abdullah b. Sa'd Ebi-Serh'a mektuplar gönderdi. 
Muâviye'nin kılı bile kıpırdamadı; O, bir bahane bulabilmek ve 
Hz. Ali'yi töhmet altına almak için zâten böyle bir şeyi dört 
gözle bekliyordu. Mekkeliler de mektuba aldırış etmediler. 
Şamlıların bir kısmı, Yezid b. Esed'e gönderdiği mektup üzerine 
Medine'ye hareket etti; Basra ve Mısır'dan da imdatçılar 
harekete geçmişlerdi; fakat bunlar yoldayken Osman takdir 
edilen akıbete ulaşmıştı. 



kişinin oğlu, benim işimi sen mi bitireceksin? Allah'a 
andolsun ki Allah, yardımcısı sen olanı üstün etmez; 
senin kaldırdığın kişiyi ayakta tutmaz. Yıkıl git 
yanımızdan Allah seni ırağ etsin; dilediğin yere git; 
elinden geleni ardına koyma; dilediğin kötülüğü 

yapmaktan geri kalırsan Allah seni sağ komasın. 124 

* * * 



124 - Mugıyra b. Ahnes, Osman'ın taraftarlarındandı. 
Osman'ın evine girmek isteyenlere beş yüz kölesiyle karşı 
durmaya çalışıyordu; başları Mervan'dı. Mugıyra, Saîd b. Âs'la 
gelenlere saldırdı. Mervan da hücum edenler arasındaydı. 
Bedir'de, yahut Handak'ta bulunan, ondan sonraki gazvelerin 
hepsinde hazır olan Rıfâa b. Râfi'il-Ansârî, Mervan'ın boynuna 
bir kılıç vurdu; Mervan yere düştü; öldü sanıp bıraktı. Kadının 
biri alıp onu götürdü. Bu kılıç yarası yüzünden Mervan'ın boynu, 
ölünceye dek eğri kalmıştır. Mugıyra b. Ahnes de hücum 
edenlerle beraber saldırmıştı. Rıfâa, onu bir kılıçla dâr-ı 
mücâazata gönderdi. Osman'ın evine girilinceye dek o gün 
şiddetli bir savaş olmuştu ki o güne, "Ev günü" anlamına, 
"Yevm'üd-Dâr" dendi ve çetin savaşlar, o günkü savaşa 
benzetilir oldu (Keşf'ül-Bünyan; s.418 ve devamı Rıfâa için 
"Tenkıh'ul-Mukaal"e bakınız, 1, 432). 



130 



Osman, Ebûzer'i (r.a) Rebeze'ye sürdüğü zaman, onu 
uğurlarken buyurmuşlardır ki: 



Ey Ebuzer, sen Allah için öfkelendin, bu yüzden 
onun lütfünü umansın. Toplum, dünyaları için senden 
korktu; sense dininden dolayı onlardan korktun. 
Senden korktukları şeyi bırak ellerine; korktuğun şeyi 
al onlardan. Onlara men ettiğin şeye ne de düşkündür 
onlar. Seni men ettikleri şeyeyse hiç mi hiç meylin 
yoktur senin. Pek yakında bilir, anlarsın, kim kâr etmiş, 
kim daha ziyade hasede düşmüş. 

Gökler, yerler bir kula kapansa, fakat o kul, noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah'tan korkuyor, 
çekiniyorsa Allah ona bir kurtuluş, bir halâs oluş yolu 
açar; kurtarır onu (65, Talaak, 1). 

Seninle ancak hak eş-dost olur; senden ancak batıl 
kaçar. Onların dünyasını sevseydin seni severlerdi 
onlar; onların dünyasından kendine bir pay ayırsaydın 
emin olurlar, sana aman verirlerdi onlar. 125 



125 - Ebu-Zerri Gıfâri'nin ismi Cündeb b. Cunâde'dir. 
İslâm'dan önce Allah'ın birliğine inanmıştı; kendince namaz 
kılar, Allah'a kullukta bulunurdu. H. Peygamber (s. a. a), İslâm'ı 
tebliğe başlayınca Ebû-Zerr, Medine'ye gelmiş, Müslüman 
olmuştu. Dördüncü olarak Müslüman olandır. H. Peygamber 



(s. a. a) boyuna gitmesini; İslâm kuvvetlenince gelmesini 
buyurmuş, emre uyan Ebû-Zerr, hicreti duyunca Medine'ye 
gelmiştir. Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Allah bana dört kişiyi 
sevmemi emretti ve bana onları sevdiğini bildirdi; Ali 
onlardandır, öbürleri de Ebu-Zerr, Mikdâd ve Selman'dır" 
buyurmuşlar (Cami', 1, s. 57), gök yüzünde de, yeryüzünde de 
Ebû-Zerr'den daha doğru sözlü kimse bulunmadığını 
bildirmişlerdi (aynı, 2, s. 121). Rasûlullah (s.a.a), onu, 
zâhitliğinde Meryem oğlu İsâ Peygamber'e (a.s), benzetmişler, 
yalnız olarak gideceğini, yalnız olarak vefat edeceğini, tek 
başına ba'sedileceğini, cennetin üç kişiyi, Ali'yi, Ammâr'ı ve 
Ebû-Zerr'i özlediğini beyan buyurmuşlardır. Hz. Ali (a.s), 
"Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onların yüzünden rızıklanır, 
onların yüzünden yağmur yağar; Selmân-ı Fârsî, Ammâr, 
Mikdad, Ebû-Zerr ve Huzeyfe onlardandır" demişlerdir. 

Osman, Ebu-Zerr'i kendisini kınaması yüzünden dövdür- 
dükten sonra, daimî gözaltında bulundurabilmek için 
Muâviye'nin vali bulunduğu Şam'a göndermişti. Ebû-Zerr, 
Şam'da Muâviye'nin bir Kisrâ gibi yaşamasını kınamış, 9. 
sûrenin (Tövbe), "Ey İnsanlar, o bilginlerin, o rahiplerin çoğu, 
boş sebeplerle İnsanların mallarını yerler ve Allah yolundan 
men ederler halkı; altını, gümüşü biriktirip de Allah yolunda 
harcamayanları elemli bir azapla müjdele. O gün, cehennem, o 
altını, o gümüşü alevleyecek ve on-lar, cehennem ateşinde 
kızdırılacak, alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak, onlarla 
dağlanacaklar ve işte bun-lardır kendiniz için biriktirdikleriniz 
denecek, tadın biriktirdiklerinizin azabını" mealindeki 34-35. 
âyetlerini okumaya başlamıştır. Muâviye, Ebû-Zerr'in Şam'da, 
Mısır ve Irak'ta kalmasının doğru olmadığını bildirdi. Osman, 
Muâviye'ye, mektubumu alır almaz Ebû-Zerr'i, sert bir deveye 
bindirip, sert bir adamla Medine'ye gönder; onu getiren, 
devesini gece-gündüz sürsün. Ebu-Zerr, her şeyi unutup kendi 
derdine düşsün; yolda hiçbir yerde konaklatmasın onu 
mealinde bir mektup gönderdi. Ebû-Zerr'in baldırları 



çürümüştü. Medine'ye varıp Osman'ın yanına gidince Osman 
ona pek sert davrandı; onu yalancılıkla töhmetledi; Hz. Ali'ye 
de kötü sözler söyledi. Sonunda, Medine'den çıkıp Rebeze'ye 
gitmesini söyledi ve onu hiçbir kimsenin uğurlamamasını 
emretti. Hz. Ali, Akıyl, Abbas oğlu Abdullah, İmam Hasan ve 
İmam Huseyn'le Ammâr, Ebû-Zerr'i uğurladılar. Hz. Ali (a.s), 
Ebû-Zerr'i uğurlarken bu sözleri buyurdu. Akıyl, Ne diyeyim ey 
Eb-û-Zerr dedi, sen de bilirsin ki biz seni severiz, sen de bizi 
seversin. Allah'tan çekin, çünkü çekinmek, kurtuluştur; sabret, 
sabır büyüklüktür mealinde sözler söyledi. İmam Hasan, Amca 
dedi, bu toplumdan başına neler geldi, gördün; dünyayı bırak, 
ondan sonrasını um; Peygamberine, O, senden razı olduğu 
halde kavuş dedi. İmâm Huseyn ve Ammâr da bu mealde 
sözler söylediler. Ebû-Zerr, Ey Ehlibeyt-i Rahmet dedi, Allah 
rahmet etsin size; sizi görünce Rasûlullah'ı anmadayım, onu 
hatırlamadayım; Medine'de sizden başka eşim-dostum yok. 
Şam'da Muâviye'ye nasıl ağır geldimse Hicaz'da da Osman'a 
ağır geldim. Mısır ve Basra'da yerleşmemi de istemedi. Beni 
öyle bir yere yolluyor ki orada bana yardımcı olacak, benden 
kötülüğü giderecek, Allah'tan başka kimsem yok; ben de 
vAllahi Allah'tan başka bir enis istemiyorum; Allah benimle 
oldukça da hiçbir şeyden korkum yok buyurdu. Mervan, 
uğurlayanlara, halifenin buyruğunu tutmadıkları için söylendi; 
Hz. Ali şiddetle onu susturdu. Sonra Osman da Hz. Ali'ye ileri- 
geri laflar söyledi. Ebû-Zerr, hicretin otuz ikinci yılında 
Rebeze'de vefat etti. Namazını Abdullah b. Mes'ud kıldı. Ebû- 
Zerr, Hz. Peygamber'in (s. a. a), vefatlarından sonra Ali'ye 
mütâbaattan hiç ayrılmayan Selmân, Mikdâd ve Ammâr'ın 
dördüncüsüdür ve bunlara "Erkân-ı Erbaa" denir (Tenkih'ul- 
Makaal, 1, s. 234-236, Bihâr'ul-Envâr, 8, s. 29-386, Keşf'ül- 
Bünyân, s. 167-192, Molla Sâlihi Kazvini'nin Şerhi, 1, s. 459- 
461). 



240 



Osman, kuşatıldığı sırada Abdullah b. Abbas'ı Haz- 
rete göndermiş, halka adını unutturmak, hilâfet 
hususunda onu anmamalarını sağlamak için nesi 
varsa alıp Yenbu'a gitmesini istemişti; bundan önce de 
bu çeşit dileklerde bulunmuştu. Hazret buyurdular ki: 



Ey Abbas oğlu, Osman beni, tarlayı sulamak için su 
taşıyan deveye benzetmek istiyor; gideyim, geleyim. 
Git diye haber yolluyor; sonra haber geliyor, gel diyor; 
şimdi de gene git diye haber salıyor. Andolsun Allah'a 
ki aleyhine kalkışanları, suçlu olacağımdan korkacak 
bir dereceye dek yatıştırdım. 126 



•k Jc Jc 



126 - Halk, Hz. Ali'ye, Emir'ül-Müminin diye hitap ediyordu; 
Osman'sa o sırada evi kuşatılmış bir haldeydi. Abdullah b. 
Abbas'la, Hazretin Yenbu'a gitmesi için haber gönderdi. Hazret 
gittikten sonra, kendisine yardım etmesi için gelmesini reca 
etti. Hazret geldikten sonra tekrar gitmesini emretti. Bu söz, o 
münasebetle söylenmiştir (Muhammed Abduh Şerhi, 2. s.232- 
233, 1. not, Kazvinî Şerhi, 3. s.41). 



92 



KENDİ ZAMANLARI 
Hilâfetleri, Cemel savaşı ve Cemel'den sonra 

Osman'dan sonra kendilerine biat edilmek 
istenildiği zaman buyurdular ki: 



Beni bırakın da benden başkasını arayın, bulun; 
çünkü bir işe yönelmişiz ki türlü-türlü yönü var; çeşit- 
çeşit rengi var. Gönüller bu işte bir kararda duramaz; 
akıllar bu işi yüklenip dayanamaz. Tanyerini boydan 
boya, dolaylı kara bulut kaplamış; apaydın yol 
görünmez olmuş. 

Bilin ki istediğinizi kabul edersem, daha iyi 
bildiğime uyar giderim ben, 127 ne söyleyenin sözüne 



127 - "Daha iyi bildiğine uyar giderim ben" sözüyle, 39. 
sûrenin (Zümre) "Müjdele kullarımı kî sözü dinlerler de en 
güzeline uyarlar; onlar, öyle kişilerdir kî Allah, doğru yola sevk 
etmiştir onları ve onlardır aklı başında olanların, gerçeği 
anlayanların ta kendileri" mealindeki 17-18. âyet-i 



aldırış ederim, ne ayıplayanın sözüne kulak asarım. 
Ama beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum da 
umarım ki işinize kimi getirir, kendinize kimi buyruk 
sahibi yaparsanız, buyruğu sizden daha fazla dinlerim, 
emrine sizden fazla uyarım. Benim size vezîr olmam, 
sizin için, emir olmamdan daha hayırlıdır. 128 

kerîmelerine işaret vardır. 

128 - Emir'ül-Müminin'in (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a), 
ebediyete intikallerinden sonra kendisine verilmediği halde 
hilâfetin, kendi hakkı olduğunda direnmesi, kendine teklif 
edildiği zamansa kabul etmemeye çalışması, şaşılacak bir şey 
değildir. Kendisine hilâfet teklif edildiği zaman, Hz. Rasûl-i 
Ekrem'in (s.a.a), vefatlarından, yirmi beş yıl geçmişti. Bu 
müddet zarfında ülkeler alınmıştı, şehirler zaptedilmişti. İslâm, 
çeşitli düşüncelerle, çeşitli dinlerin kalıntılarıyla bulan-mıştı. 
Zenginlik, almış yürümüştü. Rey ve içtihatlar, temel inançlara 
kadar tesirini göstermişti. Osman'ın, Ümeyyeoğul-larına 
beytülmâlden ihsanı, o zamanın parasıyla yüz yirmi altı milyon 
yedi yüz yetmiş beş bin dirhemi tutmaktaydı (El-Gadîr, 5, 
s. 286); beytülmâl, istenildiği gibi sarfedilir olmuştu. Toplum 
şartlarının değişmesi, ahlâkı da değiştirmişti. Yoksul-lar zengin 
olmuşlar, köleler çoğalmışlardı. Saraylar kurul-muştu, tahtlar 
düzülmüştü. Perdeciler, kapıcılar, hizmet eden hadımağaları 
türemişti. Aba, kaba olmuş, yiyim, ihtiyaç halinden zevk 
merhalesine ulaşmıştı. 

Emir'ül-Müminin, İslâm'ın temel inançlarına sâdıktı; idaresi 
de öyle olacaktı; fakat buyurdukları gibi artık, "Gönüller bu işte 
bir kararda duramaz, akıllar bu işi yüklenip dayanamaz" bir 
hâle gelmişti; "Tanyerini boydan boya dolaylı kara bulut 
kaplamış, apaydın yol görünmez" olmuştu. Emir'ül-Müminin 
(a.s), bu yüzdendir ki hilâfeti kabul etmek istemiyordu; fakat 
kabul etmese de biliyordu ki hilâfet, halkın değil, Hakk'ın bir 
tevcihiydi; ama halk, artık kendi idaresine tâbi olacak halden 



15 



(Kendilerine biat edildikten iki gün sonra Osman'ın 
mukataa yoluyla verdiği araziyi, Allah'ın malından 
verdiği malları alıp beytülmâle vereceğim; çünkü kıde- 
mi olan hak hiçbir şeyle batıl olmaz buyurmuşlar ve 
demişlerdi ki:) 



Andolsun Allah'a ki, onların gelirleri yüzünden 
evlendikleri kadınlardan, satın aldıkları cariyelerden, 
temellük ettikleri arazîden ne bulursam, alıp 
beytülmâle geri vereceğim; çünkü adalette genişlik 
vardır. Adaletle iş görmekten âciz olan, cevirle iş 
görmede daha da âciz olur. 129 

jc jc ic 



126 



çıkmıştı; nitekim de öyle oldu. 

129 - Bunu İbn-i Abbas'tan Salih vasıtasiyle Kelbî, merfû 
olarak rivayet eder. Ömer'in zamanındaki mukataalara 
dokunmamışlar, Osman'ın mukataalarım iptal etmişlerdir. 



Halka müsâvî olarak pay üleştin I d İği, şeref 
sahiplerinin üst tutulmadığı hakkında söz edilince 
buyurmuş-lardır ki: 



Kendilerine buyruk yürütmeye memur olduğum 
topluma cefâ etmek için yardım mı isteyeyim, bunu 
mu emrediyorsunuz bana? Andosun Allah'a dünya, 
masallara dalıp hikâyeler söyledikçe, yıldız, gökte 
yıldızı izledikçe bu işe yaklaşmam bile. Bu mal benim 
olsaydı, gene de halka eşit olarak pay ederdim ; oysa 
ki, Allah'ın malı. 

(Sonra buyurdular ki:) Şunu bilin ki malı, hakkı 
olmayana vermek israfta haddi aşmaktır. 130 Bu da 
sahibini dünyada yüceltir, fakat âhirette alçaltır; halk 
arasında onu yüksek bir mevkie çıkarır; fakat Allah 
katında hor-hakir eder. Hiçbir kişi yoktur ki malını, hak 
etmeyen adama, lâyık olmayan kişiye versin de Allah, 
o mal sahibine, o malı veren kişiye karşı şükran 
duygusunu haram etmesin; o mala Sahip olanlar, 
sevgilerini, ondan başkasına vermesinler, ondan 

başkasını sevmesinler. 

* * * 



130 - "İsrafta haddi aşmak" sözüyle, 17. sûrenin (İsrâ), 
"Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri 
giderek boş yere, haksız yere malını saçıp dökme; gerçekten 
de malını boş yere saçıp savuranlar, israfta haddi aşanlar, 
şeytanlara kardeş olurlar ve şeytan, Rabbîne karşı nankördür" 
mealindeki 26-27. âyetlerine işaret vardır. 



232 



Hilâfetlerinin ilk günlerinde Abdullah b. Zem'a 131 
gelmiş, mal istemişti; Hazret buyurdular ki: 



Bu mal, ne senin, ne benim; Müslümanlar için 
ganimetlerden saklanmış bir mal. Onlar kılıçlarıyla 
bunu elde ettiler. Savaşta onlarla bulundun, onlarla 
beraber savaştıysan, onların payı kadar senin de payın 
var bu malda; yok, eğer onlarla beraber 
savaşmadıysan, onların, elleriyle derip devşir-dikleri 

şey başkalarının ağızlarına nasip olmaz. 

* * * 



30 



(Osman'ın ölümüne sebep olduğu söylenince 
buyur-muşlardır ki:) 



131 - Zem'a, Zemaa tarzında da söylenegelmiştir. Bu adam, 
Osman'ın emriyle Abdullah b. Mes'ûd'u (r.a) kavrayıp ayakları 
omuzlarının hizasına gelinceye dek kaldırarak yere vurmuştu 
da İbn-i Mes'ûd'un kaburgalarından biri kırılmıştı (Tenkih, 2, 
s.183). 



Emretseydim elbette katil olurdum; yok 
nehyetseydim elbette yardım etmiş bulunurdum. Yalnız 
ona kim yardım ettiyse diyemez ki, öyle bir kişi onu alt 
etti ki ben ondan hayırlıyım; onu alt eden de diyemez ki 
ona, benden hayırlı olan yardım etti. 132 Ben onun 
hakkında, iki tarafa da uyan bir söz söyleyeyim size: O, 
kendi reyiyle hareket etti; iyi etmedi. Siz de onun 
hakkında sabırsız davrandınız; iyi etmediniz. Kendi 
reyiyle hareket edenin hükmü de Allah'a ait, 

sabırsızlıkta bulunanın da. 

* * * 



22 



132 - Yâni, ona yardım edenlerden hiç biri, benden hayırlı 
olan ona yardım etmedi diyemeyeceği gibi, aleyhinde 
yürüyenlerden hiçbiri de benden hayırlı olan, ona yardım etti 
diyemez; ona yardım edenler, aleyhinde bulunanlardan hayırlı 
kişiler değillerdi; benimse her iki bölükle ilgim yok 
buyuruyorlar. Osman'a, sonuna dek verdiği öğütler malûmdur. 



(Aynı 

Duyun, bilin ki Şeytan, zulmü, çevri yurtlarına 
sokmak, batılı, olasıya çoğaltmak için taraftarlarını 
saldı; ordusunu her yandan derledi, topladı. Andolsun 
Allah'a ki benden bir kötülük görmediler; ama onlarla 
aramdaki işe dâir de doğru, insaflı bir söz etmediler. 
Gerçekten de onlar, terk ettikleri bir hakkı istemedeler; 
döktükleri bir kanı dilemedeler. O kanın dökülmesinde 
onlarla ortak olmuşsam, kendilerinin de onda payları 
var; yok, eğer o kanı onlar döktü-lerse, benden değil, 
kendilerinden istemeleri gerçeğe uyar; hakkımdaki en 
büyük delilleri, kendi aleyhlerinedir. Sütü kesilmiş 
anadan süt emmek istiyorlar; öldürülmüş bidati 
diriltiyorlar. 133 

A onmadık kişiler, çağıran kim, niye geleceğim 
ben? Onların aleyhindeki Allah'ın deliline, onları şâmil 
olan bilgisine razıyım ben. Baş çekerler, kabul 
etmezlerse kılıcın keskin yüzünü çeviririm onlara; bu 
da yeter batılı gidermek için, hakka yardım etmek için. 
Ne de şaşılacak şey ceng için bana haber yollamaları, 
savaşa hazırlanmamı söylemeleri. A anaları yaslarına 
batasıcalar, şimdiye dek kim korkuttu cenkle beni, kim 



133 - Öldürülmüş bidati diriltmek, kan dâvası gütmektir. Hz. 
Peygamber (s.a.a), Veda' Haccının Arefe hutbesinde, "Câhiliyye 
devrinde dökülmüş olan bütün kanlar geçmiş gitmiş, 
unutulmuştur. Bu kanların ilki, Abdül-Muttalib'in torunu Haris 
oğlu Rabîa'nın oğlunun kanıdır; ben ondan geçtim; kan 
davaları, câhiliyye gelenekleri ayaklarımın altındadır" buyur- 
muşlardır (Sahih-u Müslîm, İst. Mat. Âmire; 1329-1334 c.4, 
s.41). 



ürküttü savaştan beni? Gerçekten de Rabbime iyiden 
iyiye inanmışım ben; dînimde de hiç şüphem yok. 



•k Jc ic 



152 



Osman'ın ölümünden ve kendilerine biat edildikten 
sonra okudukları hutbe: 

Hamd Allah'a ki yarattıklarını, varlığına delil etmiş, 
yarattıklarının sonradan yaratılmış olmalarıyla ezelî 
bulunduğunu, yaratıklarının birbirlerine benzeyişiyle 
benzeri olmadığını bildirmiştir. Yapanla yapılanın, 
sınırlayanla sınırlananın, yetiştirip geliştirenle yetişip 
gelişenin ayrılışı yüzenden de onu duygular idrâk 
edemez; kudretini örtmeye çalışanlar, örtemez. Birdir, 
sayıdaki rakamla değil. Yaratıcıdır, hareketle, çalışıp 
yorulmakla değil. Duyandır, âletle değil, Her yerde 
hâzırdır, mekânla değil. Her şeyden münezzehtir, uzak 
olarak değil. Görünendir, fakat gözle görünmez. 
Gizlidir, fakat letafetinden değil. Her şeyden üstün 
olmakla her şeyden münezzehtir, fakat kahrı her şeye 
şâmildir. Her şeyden ayrıdır, fakat her şey ona karşı 
eğilmiştir, her şeyin onadır dönüşü. Kim onu över, 
vasfa kalkarsa sınırlamış olur; sınırlayan, onu sayıya 
sokmuş olur; sayıya sokan, onun ezelî olduğunu inkâr 
etmiş olur. Nasıldır diyen onu vasfa kalkışmıştır; 



nerededir diyen onu mekânda sanmıştır. Bilicidir, 
bilendir, bilinen yokken bile. Yetiştirip geliştirendir, 
yetişip gelişen yokken bile. Gücü yettiği yokken bile. 

(Aynı Hutbeden:) 

Gerçekten de bir yıldız doğdu; bir parıltı belirdi; bir 
iştir meydana çıktı; bir eğridir, doğruldu. Allah bir 
toplumun yerine başka bir toplumu getirdi; bir günün 
yerine başka bir gün belirdi. Susuzlar, kıtlığa düşenler 
nasıl o kıtlığın geçmesini, yağmurun yağmasını 
beklerlerse biz de zamanın geçmesini bekleyelim. 

Gerçekten de imamlar, halkına hüküm yürüten 
Allah kullarıdır; kullarına, onun adına hükmedenleridir. 
Cennete onları bilen ve onlar tarafından bilinen girer 
ancak; cehenneme de onları inkâr eden ve onlar 
tarafından inkâr edilen atılır ancak. 

Gerçekten de Allah size İslâm'ı verdi; 
Müslümanlıkla sizi arıtmak diledi. İslâm bir addır ki 
esenliği bildirir; bütün yücelikleri toplar. Allah sizi doğru 
yoluna seçti; bilinen bilgiye, bilinmeyen hükme ait 
hüccetlerini bildirdi. Onun eşsiz iyilikleri yok olup 
bitmez, şaşılacak güzellikleri tükenip yitmez. Ondadır 
bahar yağmurlarının lütufları, ondadır karanlıkların 
ışıkları. Hayırlar, ancak onun anahtarlarıyla açılabilir; 
karanlıklar ancak onun ışıklarıyla aydınlanabilir. Men 
edilecek şeyleri men etmiştir o; faydalanılacak yerleri 
açmıştır o. Ondadır şifâ bulacak kişinin şifâsı; ondadır 
başa varacak işi başaranın başarısı, edası. 

(Aynı hutbeden:) 

İsyan eden, Allah'tan bir mühlettir, bulur, bir 
müddet gaflet ehliyle düşüp kalkar, bir zaman 
suçlularla sabahlar; ama ne varacağı yere götürecek 



yolu vardır onun, ne dilediğine ulaştıracak kılavuzu. Bu 
çeşit kişilere sonunda yaptıklarının karşılığı gösterilir; 
gözlerinden gaflet perdeleri kaldırılır; ardlarına attıkları 
önlerine gelir; önlerine aldıkları ardlarında kaybolur 
gider. İstediklerini elde edişleri, bir fayda vermez 
onlara; dilediklerine erişmeleri bir kâr sağlamaz 
onlara, ben, sizi de, kendimi de bu derekeye 
düşmekten sakındırmadayım. Herkes kendisine faydalı 
işe koyulsun; çünkü gören, o kişidir ki duyar, düşünür; 
bakar, görür; ibretlerden faydalanır; sonra da apaçık 
olan doğru yola, aşağılık ve zarar veren yerlere 
düşmeden, sapıklığa sapmadan girer. 

Doğru yoldan sapanlara, sözü değiştirenlere, 
gerçekten korkanlara, bu yaptıkları şey, bu sapıklık, bu 
azgınlık fayda vermez; yardım etmez. 

Ey duyup işiten, sarhoşluğundan ayıl, gafletinden 
uyanmaya bak; şu acele edişini yavaşlat, biraz bırak. 
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ümmi 
Peygamberin dilinden sana gelen O'nun diliyle 
söylenen, kaçılmasına imkân olmayan, olacağı 
muhakkak bulunan şeyleri bir düşün. O hükümlere 
karşı durana, karşı durmaya bak; onu, razı olduğu şeye 
bırak. 

Övünmeni terk et, ululanmanı at; kabrini an. 
Varacağın yer orasıdır; ne yaparsan onu bulursun; ne 
ekersen onu biçersin; bu gün neyi hazırladınsa yarın 
onu elde edersin. Adım atacağın yeri hazırla, yarınki 
azığını bugünden tedarik et. Sakın sakın ey duyup 
işiten, çalış çalış ey gaflete düşen; "Hiçbir şey, her 
şeyden haberdâr olan gibi haber veremez sana."(35, 
Fâtır, 14). 



Allah'ın hüküm ve hikmetiyle dolu kitabında sevap 
vereceğini, azap edeceğini, razı olacağını, gazaba 
uğratacağını bildirdiği kesin hükümlerdendir ki insan, 
bu huylarla huylanmış olsa da tövbe etmeden Rabbine 
ulaşsa, istediği kadar çalışsın, didinsin, işlerini ihlâsla 
görmeye uğraşsın, ona hiçbir şey fayda vermez. O 
huylar da, kullukta Allah'a hiçbir şeyi, hiçbir varlığı 
ortak etmek, yahut birisini öldürmekle öfkesini 
yenmek, yahut birinin yaptığını söylemek, (Yapmadığı 
şeyleri söylemek), yahut muradına elde etmek için 
dininde bir bidat meydana getirmek, yahut insanlara 
karşı iki yüzlü görünmek, yahut da onlar arasında iki 
dilli olarak hareket etmektir. 

Aklını başına topla da bu sözleri duy; çünkü örnek, 
onun benzerine delâlet eder. Hayvanların işleri-güçleri 
karınlarını doyurmaya uğraşmaktır; yırtıcı canavarların 
işleri-güçleri, kendilerinden başkalarına düşmanlıkta 
bulunmaktır; kadınların kaygıları, dertleri, dünyâ 
ziynetiyle bezenmek, dünyâda bozgunculuk etmektir. 
İnananlarsa kendilerini aşağı, yok-yoksul görenlerdir; 
inananlarsa öğüt verenlerdir; inananlarsa korkanlardır. 



•k ic ic 



54 



Kendilerine biat edilirken halkın hâli hakkında 
buyurdular kî: 



Ayaklarının bağları çözülmüş, çobanları tarafından 
başı boş bırakılmış susuz develerin su başında 
biriktikleri gibi biriktiler; yanlarını birbirlerine sürterek 
saldırdılar; öylesine ki beni öldürecekler, yahut da 
bâzısı bâzısını gözümün önünde öldürecek sandım. Bu 
işin önünü ardını evirdim, çevirdim; dikkat edip baktım; 
uykularım dağıldı gitti. Sonunda da onlarla savaşmak, 
yahut da Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihî 
vesselem'e gelenleri inkâr etmek gerekti. Savaşa 
katlanmak azaba katlanmaktan daha ehven göründü 
bana; dünya ölümleri âhiret ölümlerinden daha yeğ 
geldi bana. 134 

* * * 

168 



Biatten sonra Osman'ı öldürenlerin 
cezalandırılmasını İsteyenlere buyurdular ki: 



Kardeşler, sizin bildiklerinizi ben bilmiyor değilim; 
fakat bu işi yapan toplum son derece kuvvetli; onlar 



134 - Bu sözlerin ilk hilâfetlerinde biati anlatmakla beraber 
son cümlelere nazaran Cemel ve Sıffin'den sonra söylendi-ğini 
sanıyoruz. 



bize hükmetmede; biz onlara hükmedemiyoruz; ne 
kuvvetim var ki? Bunlar bir toplum ki coştular, 
köpürdüler, kullarınız da onlarla beraber coştular, 
köpürdüler; çölde oturanlarınız da onlarla katıldılar; 
onlar da sizin aranızda; dilediklerini teklif ediyorlar 
size. Dilediğiniz bir şeyi yapmaya kendinizde bir güç- 
kuvvet görüyor musunuz? Bu iş, gerçekten de Câhiliyye 
işlerinden biri. Bu toplumun yardımcıları var. İnsanlar, 
bu iş için harekete getirildi mi, birkaç bölüğe 
ayrılmada: Bir bölüğü sizin gördüğünüzü görmede, öbür 
bölüğü görmediğinizi görmede; diğer bölüğüyse ne onu 
görmede, ne bunu görmede. 

İnsanlar kendine gelinceye, yatışıncaya, hak-hukuk 
kolaylıkla alınıncaya dek sabredin. Bana uyun, ne 
yapaca-ğıma bakın; kuvveti zayıflatacak, kudretli 
giderecek işi gevşetip aşağılaştıracak bir işe 
kalkmayın. Yakında bu işi, oluruna giderek bir hale- 
yola koyacağım; başa bir çare bulamazsam, artık son 
ilâç, yarayı dağlamaktır. 



•k jc ic 



136 



Ömer, Ebubekir'e biat bir ayak, bir oldu-bittiydi 
Allah Müslümanları korudu, bir daha öyle bir şeyi 
yapanı öldürün demişti; Emir (a. s), bunu hatırlatarak 
buyurdular ki: 



Bana biatiniz, bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti 
değildir. 135 Benim işimle sizin işiniz bir olamaz. Ben 
sizin itaatinizi Allah için istemekteyim; sizse benim size 
uymamı, nefisleriniz için istemektesiniz. Ey insanlar, 
nefislerinizin rağmine bana itaat edin, bu itaatle bana 
yardımda bulunun da Allah yolunda mazlumun hakkını 
zâlimden alayım; devenin burnuna takılan halka gibi 
zâlimin burnuna halka takayım, ona gem vurayım da 
istemese bile zorla gerçek olarak su içilecek yere 
çekeyim onu. 



•k ic ic 



16 



Hilâfetlerinin ilk zamanlarındaki bir Hutbeleri: 



135 - Ömer, Ebubekir'e biati bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti 
kabul ediyordu. "Birisi diyebilir ki Hattâboğlu Ömer ölünce de 
filan kişiye biat ederim; fakat hiç kimse bunu doğru düzen bir 
yol-yordam saymamalı; çünkü Ebubekir'e biat ayak 
sürçmesiydi; geldi çattı. Evet böyleydi bu; ama Allah insanları o 
sürçmeden korudu" demişti (Tabarî, İbn-i Esir ve İbn-i Kesir'de 
"Sakife" tafsilâtına bakınız). 

Hz. Emir (a.s), bu sözlerle Ömer'in sözlerini hatırlatmak- 
tadır. 



Haberiniz olsun ki ben sözümün eriyim; söylediğim 
sözü yerine getiririm. Önümüzdeki belâlardan ibret 
alan kişiyi, sakınmak, çekinmek, şüpheli şeylere 
uğramaktan alıkoyar. Bilin ki belânız gene döndü 
dolaştı; gelip çattı. Tıpkı Allah'ın, Peygamberini 
gönderdiği gün gibi; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna. O'nu 
gerçek olarak gönderene andolsun ki sınanma 
kalburunda alt-üst olacaksınız; kaynayan kazandaki 
yemek gibi kepçeyle ayrılacaksınız; birbirinizden 
kopacaksınız; sonunda en aşağınız, en yüce makama 
ağacak; en yüceniz, en aşağıya alçalacak. Herkesi 
geçenler, ileri gidenler, geri kalacaklar; geri kalmışlar 
ilerleyecekler, öne geçecekler. 

Andolsun Allah'a ki hiçbir sözü gizlemedim; hiçbir 
vakit yalan söylemedim; gerçekten de bu duraktan 
haber verilmişti bana; bugünü biliyordum ben. Bilin ki 
hatâlar, suçlar, serkeş, azgın atlara benzerler; o 
hatâları, o suçları işleyenlerdir, onlara binenler. 
Gemlerinden boşanırlar, üstlerindekilerle ateşe 
atılırlar. 

Bilin ki şüpheli şeylerden çekinmek, sahiplerine 
râm olan develere benzer, çekinenler de onlara 
binenlere; binenlerin ellerindedir yularları, onları 
cennete götürür giderler. 

Hak var, batıl var; ikisinin de ehli var. Batıl 
çoğalırsa şaşılmaz; eskiden de vardı; işlenir giderdi. 
Hak azalsa bile çoğalması umulur, fakat zayıflarsa 
kuvvetlenmesi zor olur. 

(Gene bu Hutbeden:) 

Cennetle Cehennem önünde olan kişi bir iştir eder, 
oyalanır gider, bir kısım halk tez olur, çalışır çabalar, 



kurtulur. Bir kısmı ağır davranır, yavaş gider, 
kurtulmayı umar, ister. Bir kısmıysa suçlara üşer, baş 
aşağı ateşe düşer. Sağ ve sol, azgınlık yollardır, ana 
cadde ortadan giden yoldur. yoldadır elimizde 
bulunan Kitap, o yoldadır Peygamberlik eserleri. 136 
yol, sünnetle varır giderir; yol, hayırlı bir sonuca erer. 

Dâvaya girişen helak olur; iftira eden mahrum 
kalır. Hakka yüz tutan, bilgisizler katında ölür gider. 
Kendi kaderini, derecesini bilmemek, bilgisizlik olarak 
adama yeter. Çekinme yüzünden hiçbir soyun-boyun 
kökü kurumaz; oraya ekin eken toplumun ekini susuz 
kalmaz. 

Evlerinize kapanın; aranızı uzlaştırın; tövbe gibi 
nimet var önünüzde. Hamdeden, ancak Rabbine 

hamdeder; kına-yansa ancak kendisini kınar. 

* * * 



136 - 35. surenin (Fâtır). 32. âyet-i kerimesinde, "Sonra 
kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık; derken 
onlardan nefsine zulmeden var ve onlardan ortalama hareket 
eden var ve onlardan, hayırlarda herkesten ileri giden var 
Allah'ın izniyle; işte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır" 
(Duyurulmaktadır. 56. sûre-i celilede (Vakıa), ileri geçenlerin 
Rablerine yaklaşanlar olduğu, öncekilerden çoğunun, sonra 
gelenlerden azının bölükten bulunacağı bildirilmekte, iyilere 
"Sağ taraf ehli", kötülereyse "Sol taraf ehli" adı verilmektedir 
(3-55). 



178 



Gene hilâfetlerinin ilk çağlarındaki bir hutbeleri: 



Onu hiçbir iş, başak bir işten alıkoymaz; hiçbir 
zaman, onu hâlden hâle düşürmez; hiçbir mekân onu 
kavrayamaz. Yağmur katrelerinin, gökteki yıldızların, 
yelin savurduğu tozların sayıları bile ondan gizli 
kalmaz; düz ve sert taşın üstünde yürüyen karıncanın 
yürüyüşünü bilir; karanlık gecede, küçücük karıncanın 
dinlendiğini görür. Ağaçlardan düşen yaprakları, bilgisi 
kavrar; gözlerin gizli bakışını görür, duyar. 137 

Şehâdet ederim ki Allah'tan başka yoktur tapacak, 
ona eşit bir varlık tanımaksızın, onda şüphe 
etmeksizin, dinini inkâr eylemeksizin, her varlığı 
yaratanın o olduğunu inkâra sapmaksızın; niyeti 
gerçek olan, özü tertemiz bulunan, yakini ihlâs üzere, 
tartılara ağır kişinin şahadetiyle. Ve şehâdet ederim ki 
Muhammed onun kuludur, halkından seçtiği, bildirdiği 



137 - "Gaybin anahtarları, onun katındadır, onları ancak o 
bilir; karada ve denizde ne varsa bilir. Bîr yaprak bile düşse bilir 
onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane yoktur ki, yaş 
ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta (ilminde) tespit 
edilmemiş olsun." (En'âm, 59) "O, hıyanetle gizlice bakışı da 
bilir, gönüllerde gizlenen şeyleri de." (Mümin, 19). 



gerçekleri anlatmak için ihtiyar ettiği, en yüce 
keremlerine, lütuflarına mazhar kıldığı, en büyük ve 
değerli elçilikleri için ıstıfâ eylediği peygamberidir; 
onunla hidâyet alâmetlerini açıklamıştır; eşi-örneği 
olmayan körlüğü onunla açmış, gidermiştir. 

Ey insanlar, gerçekten de dünyâ, ona ümit 
bağlayanları, ona güvenip dayananları aldatır; onu 
kendisine mal etmek, başkalarına vermemek 
isteyenleri dertlere uğratır; ona üst olmak isteyenleri 
alt eder. Andolsun Allah'a ki nimetle hoş bir halde 
yaşayanların nimeti, yaptıkları suçlar yüzünden geçer 
gider; çünkü Allah, kullarına zulmedici değildir. 138 
İnsanlar, onlara belâlar gelip çattığı, ellerindeki 
nimetler zeval bulduğu zaman rablerine, özleri doğru 
olarak sığınsalar, ellerinden yiten nimeti verirdi onlara; 
uğradıkları bozgunluğu düzene sokardı. 

Ben sizin hîdayetten mahrum bir devreye 
düşmenizden korkmadayım; öyle işler gelip geçti ki siz, 
o işlerde benden başkalarına, ben de övülmeyecek 
kişilere meylettiniz. Ama ellerinizden çıkan, tekrar 
sizlere verilirse kutlu kişilersiniz siz; bense ancak bu 
işle çalışmadayım; dilersem, Allah geçeni de bağışladı 
derim hani. 139 



138 - "Bu, ellerinizle hazırladığınızdan; gerçekten de Allah 
kullara zulmedici değildir." 3, Âl-i İmrân 182. Enfâl, 22. Hac, 
41. Fussilet, 50. Kaaf sûrelerinin 182, 51, 10, 46 ve 29. 
âyetleri de aynı mealdedir. 

139 - 5. sûre-i celilenin (Mâide) 95. âyet-i kerîmesine işaret 
edilmektedir. 



167 



Hilâfetlerinin ilk zamanlarındaki hutbelerinden 



Gerçekten de Allah doğru yolu gösteren kitabı 
indirdi; onda hayrı, şerri bildirdi. Hayır yolunu tutun, 
hidâyete erin; şer yönünden sapın, orta yoldan gidin. 

Farzları yerine getirin; onları edâ edin ki, o yüzden 
Allah sizi cennete sevk etsin. Allah haramı haram etti; 
bilinmez değil bunlar. Helâli helâl etti, kınanmaz onlar. 
Müslüman'ın hürmetini bütün hürmetlerden üstün etti; 
Müslümanların haklarını, yerli yerinde, ihlâs ve tevhid 
ile kuvvetlendirdi. Müslümanların haklarını, yerli 
yerinde, ihlâs ve tevhid ile kuvvetlendirdi. Müslüman, o 
kişidir ki Müslümanlar, onun dilinden, elinden 
esenlikte olsunlar, meğer ki bir hak dolayısıyla ona 
ceza gereksin. Vacip bir şey olmadıkça Müslüman'ı 
incitmek helâl değildir. 140 

Herkese gelip çatacak ve birer birer hepinize 
gelecek olan şeye hazırlanın ki o da ölümdür. İnsanlar, 
ölüm önünüzdedir, kıyametse ardınızda sizi âhirete 



140 - Müslüman, Müslümanların elinden, dilinden 
selâmette oldukları kişidir (Hadis, Cami', 2, s. 172). 
Müslümanların, elinden, dilinden selâmette oldukları kişi 
Müslüman'dır. Mümin de insanların, kendisinden canlarını, 
mallarını emin gördükleri adamdır (aynı sahife). 



doğru sürüp durmadadır. Tez olun da kervana erişin; 
çünkü önce gideniniz, sonda kalanı beklemektedir. 

Kulları, seherleri hususunda Allah'tan çekinin; 
çünkü yerlerden ve hayvanlardan bile sorumlusunuz: 
Allah'a itaat edin, ona isyan etmeyin; hayrı gördünüz 
mü onu kabul edin, şerri gördünüz mü yüz çevirin 

ondan. 141 

* * * 



Kendilerine muhalefette bulunanlar hakkında 
buyurdular ki: 



İşlerini başarmak için Şeytana başvurdular; onunla 
iş başardılar. Şeytan da ortak edindi kendisine onları; 
Şeytanla şerîk oldular. Gönüllerine kurulup oturdu 
Şeytan; yumurtasını koydu, civciv çıkardı; kucaklarında 
yetiştirdi, besledi, büyüttü yavrularını; onların gözleriyle 
baktı, gördü; dilleriyle söyledi, dedi. Onları sürçtürdü, 
kaydırdı; kötülüklerini bezedi, güzel gösterdi onlara, 
onları kötülüklere sevk etti, uydurdu. Şeytanın hükmü 



141 - Haksız yere bir serçeyi bile öldüren, kıyamet günü 
Allah tarafından soruya çekilir (Hadis, Cami', 2, s. 162). Ağaç 
keseni Allah tepesi üstü cehenneme atar (aynı, s. 164). 



altına girenin, onunla şerîk olanın işidir bu; batıl sözü 
onun diliyle söyler Şeytan. 



•k Jc ic 



6 



Talha ve Zübeyr'le savaşmasını söyleyenlere buyur- 
muşlardır ki: 



Andolsun Allah'a ki sırtlana benzemem ben, onun 
gibi uykuya dalmam ben. Sırtlan, taş vuruldukça 
uyuklar; bu vuruş uzadıkça uykuya dalar, sonunda da 
onu avlamak isteyen ona ulaşır; gözetleyen onu 
aldatır. 142 

Ben hakka yüz tutanlara yardım için ondan yüz 
çevirenlere, benim sözlerimi duydukları halde itaat 
etmeyip isyan edenlere, öleceğim güne dek yürür de 
yürürüm; vurur da vururum. 

Andolsun Allah'a ki Allah, Peygamberini, sallallahu 
aleyhi ve âlihî, katına aldığı zamandan bugüne, halkın 



142 - Sırtlanı avlamak için önce ininin ağzına gelip içeriye 
bir taş atarlar, bir ses meydana getirirler. Sırtlan uyanır, her 
yana bakınır, kimseyi göremez, tekrar uyuklamaya koyulur. 
Derken bir taş daha atarlar ve böylece sırtlan taş sesine alışır, 
aldırış etmemeye başlar, uykuya dalar. Bunun üzerine inin 
ağzını genişletirler, onu tutup bağlarlar. Bu sırada sırtlan, 
duyduğu sesleri evvelki sesler gibi sanır, uykusundan uyanmaz. 



bana biat ettikleri âna kadar, benim için hazırlanmış 
olan, bana ait bulunan hakkımdan zâten mahrum 
olmuştum; onu elde etmekten men edilmiştim. 



•k ic ic 



205 



Talha ve Zübeyr, biatten sonra kendileriyle 
meşverette bulunmadığını, yardımlarını dilemediğini 
söyledikleri zaman buyurmuşlardır ki: 



Azı hoş görmediniz, çoğu elde etmediniz. Söyleyin 
bana, hangi şey hakkınızdı onu size vermedim, yahut 
hangi şeyi size vermedim de kendime alıkoydum? 
Yahut hangi hak için Müslümanlardan biri bana baş 
vurdu da onu yerine getirmekten âciz kaldım; 
bilmedim; yahut da yanlış bir hüküm verdim? 

Andolsun Allah'a ki halifeliğe rağbetim yoktu; 
buyruk yürütmeye ihtiyâcım yoktu; siz beni bu işe 
çağırdınız; siz onu bana yüklediniz. Bu iş bana verilince 
de Allah'ın Kitabına uydum, bize ne emretmişse onu 
hükmettim; ona tâbi' oldum; Peygamberin bize sünnet 
olarak bıraktığına iktidâ ettim. Bu hususta ne sizin 
reyinize kapıldım, ne baş-kalarının dileklerine. Bir 
hükümde bilgisizliğe düşmedim; böyle bir şey olsaydı 
sizden de yüz çevirmezdim, başkala-rından da. 



Herkese eşit verişime, kimseyi kimseden üstün 
saymayışıma gelince; Bu, kendi reyimle, kendi 
hükmümle yaptığım bir iş, kendi dileğime uyup 
verdiğim bir hüküm değil ki. Ben de, siz de, Allah'ın 
salâtı ona ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın verdiği 
hükme uyuyoruz; Rasûlullah'ın verdiği bir hükümdür, 
şerîatın hükmüdür ki artık tamamlanmıştır; değişmesi 
mümkün değil. Allah'ın verdiği hükümde de size 
ihtiyacım olamaz. Bu hususta vAllahi ne benim, ne de 
sizin bir takdiriniz olabilir; Allah'ın emrine karşı sizin 
hatırınızı ele almaya kalkışamam; buna ne benim 
gücüm yeter, ne de siz razı olursunuz. Allah bizim de 
gönüllerimizi gerçeğe razı etsin, sizin de gönüllerinizi; 
bize de sabır ilham etsin, siz de. 

(Sonra buyurdular ki): 

Allah rahmet etsin o kişiye hakkı görür, ona yardım 
eder; çevri görür, onu reddeder; cevredene, zulmedene 
karşı da hakka yardımcı olur. 143 



143 - Hazreti Emir'ül-Müminin (a.s) biat edilince, beytülmâle 
Ammar'ı (r.a) memur etti ve hiçbir kimsenin başka bir 
kimseden üstün olmadığını bildirip herkese üç dînar vermesini 
emretti, bana da üç dînâr getir buyurdu. Ammâr, beytülmâle, 
Ebu'l-Heysem ve birkaç kişiyle gitti. Beytülmâlde üç yüz bin 
dînâr bulundu; yüz bin kişiye dağıtıldı; hiçbir kimsenin 
öbüründen üstün tutulmaması bâzılarına ağır geldi. Hattâ Sehl 
b. Huneyf bile, yâ Emir'el-Müminin, bu, dün benim kölemdi, 
bugün azad ettim onu; ona ne verdiysen bana da onu verdin 
dedi. Hz. Ali (a.s), evet buyurdu, sana ne kadar verdiysem ona 
da o kadar verdim. Talha, Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Said b. Âs 
ve Mervan'la Kureyş'ten bâzı kimseler de buna razı olmadılar; 
Velid b. Utbe de bunlardandı. Osman'ın verdiği gibi vermezsen, 



seni bırakır, Şam'a gider, Muaviye'ye katılırız dedi. Talha, 
Zübeyr ve Abdullah memurlara bunu siz mi yapıyorsunuz, 
Emir'ül-Müminin mi? diye sordular. Memurlar, biz dediler, onun 
emri olmadan bir şey yapamayız ki. Bunun üzerine Ali'yi 
aradılar. Güneş altında, tuttuğu bir işçiyle çalışmakta olduğunu 
gördüler. Hava çok sıcak, şuraya gidelim dediler, bir gölgeliği 
gösterdiler, Âli, peki dedi; gölgeliğe sığındılar; konuşmaya 
başladılar. Bizim Rasûlullâh'a yakınlığımız var, savaşlarda 
bulunduk; ne Ömer böyle verirdi, ne Osman. Sen bizi herkesle 
bir tutuyorsun dediler. Hz. Ali (a.s), benden önce mi Müslüman 
oldunuz diye sordu. Hayır dediler, sen ilk Müslüman olansın. 
Benden daha mı yakınsınız dedi; hayır dediler, onun senden 
daha yakını yok; fakat biz de ona uyduk, müşriklerle savaştık. 
Benim kadar mı savaştınız dedi. Hayır dediler, senin gibi 
savaşan yoktur. Bunun üzerine, Ali, andolsun Allah'a dedi, 
benimle işçim arasında bile bir fark gözetmem ben. Ertesi 
günü Talha'yla Zübeyr, mescitte bir bucağa oturdular; yanlarına 
Said b. Âs ve Zübeyr'in oğlu Abdullah da geldi; Ali'yi kınamaya 
koyuldular; bunlar, kendilerine verilen parayı da almamışlardı. 
Ammâr, yanlarına gidip öğüt vermek istedi. Zübeyr'in oğlu 
Abdullah, Ammâr'a ağır sözler söyledi. Ammâr, Âli'ye karşı 
bütün insanlar birleşseler, ben gene elimi ona veririm; şehâdet 
ederim ki, Peygamber'in, Allah'ın emriyle gönderildiği günden 
beri, ondan üstün tuttuğu kimseyi bilmiyorum dedi. Bu hâli 
duyan Âli, 17. hutbeyi minberde okudu; inip iki rek'at namaz 
kıldı. Ammâr'la Zübeyr'i ve Talha'yı çağırttı. Konuştular; her 
ikisi de, bizimle danışmadan bu işi yaptın dediler; bunun 
üzerine onlara bu sözleri söyledi; sonra da Yenbu'da malım var, 
isterseniz size onları vereyim buyurdu. Onu da kabul etmediler, 
Küfe ve Basra valiliklerini istediler. Âli, reyinize başvurmam 
gerekebilir; benimle kalmanız daha doğru buyurdu. Bu söz 
üzerine umre etmek üzere Mekke'ye gideceklerini söylediler; 
Hz. Ali (a.s), siz buyurdu; umre etmeyi değil, hıyanette 
bulunmayı kuruyorsunuz, biatten dönmeyin, Müslümanların 



8 



Zübeyr için söyledikleri: 



Sanıyor ki eliyle biat etti, gönlüyle etmedi. Oysa ki 
biat ettiğini ikrar etmekte, kalbiyle etmediğini söyleyip 
yaptığını inkâr eylemekte. Peki, öyleyse ya buna dâir 
bir hüccet göstersin, tanık getirsin; yahut da çıktığı, 
bozduğu biate gene dönsün. 

•k Jc Jc 



Cemel savaşından önce kendilerini tehdit edenler 
için söyledikleri: 



Gürlediler, çaktılar; bu ikisiyle beraber gene de 
korkuyla kalakaldılar. Bizse gürlemeyiz çakmadan; 
akmayız yağmadan. 



birliğini bozmayın. İkisi de dönmeyeceklerine dâir söz verip 
yanından ayrıldılar. 



•k ic ic 



31 



Cemel savaşından önce itaate davet için Zübeyr'e 
Abdullah b. Abbas'ı gönderirlerken buyurdular ki: 



Tahla'yla buluşma; buluşursan görürsün ki o, 
boynuzuyla süsmeye hazırlanmış bir boğadır sanki; 
serkeş bir bineğe binmiş; bana bu binek râm olmuş 
diyor. Sen Zübeyr'le buluş, görüş. Çünkü o, yaratılış 
bakımından daha yumuşaktır. De ki: Halanın oğlu 144 
diyor ki: Beni Hicaz'da tanıdın, Irak'ta inkâr ettin. Ne iş 

yüz gösterdi, ne gördün ki bu işi ettin? 

* * * 



137 



Cemel'den önce Talha ve Zübeyr hakkında 



144 - Zübeyr'in anası Safiyye, Ebû-Tâlib'in kız kardeşidir ve 
Hz. Alinin (a.s) halasıdır. 



Vallahi benden sâdır olan bir kötülük yüzünden 
inkâr etmezler beni; benimle aralarında olup biten bir 
haksızlık yüzünden de terk eylemediler beni. Onlar 
kendilerinin terk ettikleri hakkı dilemekteler; kendi 
döktükleri kanı istemekteler. O kanda, onlarla 
ortaksam, onların da payı var o kanda. O kanı benden 
önce onlar istemeye kalkışıyorlarsa o kanın 
sorumluluğu asıl onlardır. Onların adalete uygun olarak 
ilk yapmadıkları iş, kendi aleyhlerine hükmetmeleri 
olabilir. Benim görüşüm yerindedir, gerçektir; ne 
şüpheye düştüm; ne şüpheye düşürüldüm. Ne kimse 
benim hakkımda şüpheye düşebilir; ne ben kimseden 
şüphelenirim. Onlar, ancak isyan eden bir bölüktür ki o 
bölükte kin vardır, haset vardır; tuttukları yol şüpheli 
yoldur, kapkaranlıktır. 

Oysa ki iş apaçıktır; sapıklık meydandadır; bu 
hususta söylenecek söz de kalmamıştır. Allah'a 
andolsun, savaşta onların kanlarıyla bir havuz 
dolduracağım ki, buna gücüm de yeter; o havuzdan ne 
bir susuz su içip kanabilir, ne bir kimse o havuzdan 
tozsuz-topraksız bir yudum su elde edebilir. 

(Aynı hutbeden): 

Doğum ânı gelmiş kadınların çocuklarını 
beklemeleri gibi başıma üşüştünüz de biat diye 
bağrıştınız. Ben elimi yumup çektikçe siz tuttunuz, 
açtınız. Elim, sizinle savaşa girişti adetâ siz onu çekip 
durdunuz. 

Allah'ın, bu iki kişi, yakınlık bağlarını kestiler; bana 
zulmettiler; biatimi inkâr ettiler; halkı aleyhime 
kışkırttılar. Bağladıklarını sen çöz; düğümlediklerini 
sen gevşet; umdukları, yaptıkları şeydeki kötülüğü sen 



göster onlara. Savaştan önce tövbe etmelerini 
bekledim; nimeti hor gördüler, esenliği teptiler. 



•k ic Jc 



174 



Talha hakkındaki sözler: 



Bir kişiyim ben ki, kimse beni savaşla 
korkutamamıştır, vuruşla ürkütememiştir. Ben 
Rabbimin bana vaad ettiği yardımı beklemekteyim. 
Andolsun Allah'a ki O, Osman'ın kanını, korkusundan 
istemeye girişti; çünkü Osman'ın kanını dökenlerden 
sanılanlardandı O 145 . Toplumun içinde Osman'ın 



145 - "Istiâb" ve "Usd'ül-Gaabe"de, Talha'nın şiddetle 
Osman'ın aleyhinde bulunanlardan olduğu ve Cemel savaşında 
Mervan tarafından oklanıp öldürüldüğü bildirilmekte ve 
Mervan'ın, Talha'yı vurduktan sonra, bundan sonra artık 
Osman'ın kanını istemem ben dediği nakledilmektedir. İbn-i 
Ebil-Hadid, Talha'nın, Osman aleyhinde en ileri gidenlerden 
olduğunu, hattâ Osman'ın, ben buna nice ihsanlarda 
bulundum, altınlar, gümüşler verdim, oysa benim kanımı 
dökmeye çalışıyor; İlâhî, sen onu dileğine kavuşturma ve 
zulmünün cezasını ver dediğini, Yevm'üd-Dâr'da başını ve 
yüzünü ört-müş olarak Osman'ın evine ok attığını, topluma, 
komşula-rının damlarından aşmak suretiyle evine girmek için 
yol gösterdiğini bildirmektedir. Medâinî, "maktel-u Osman"da 
Talha'nın Osman'ın defnine üç gün mâni' olduğu, cenazeyi 
taşlattığı kayıtlıdır; Vâkidî de bunu bildirmektedir. Belâzürî, 
Osman'ın evine su götürmeye bile engel olduğunu, Hz. Ali'nin 



aleyhinde bulunanlar arasında ondan daha ileri giden 
yoktu. Onun için işi yanıltmak, halkı şüpheye düşürmek 
için bu işe kalkıştı. Vallahi Osman hakkında şu üç 
şeyden başka bir şey yapmaya hiç kimse için imkân 
kalmamıştı: 

Osman zâlimse, ki o, böyle sanıyordu; onunla 
savaşanlara katılmak, onlara yardım etmek gerekti; 
yahut ona yardım edenlerden ayrılmak, onları kendi 
hallerine bırakmak icâb ederdi. Yok, eğer mazlumsa 
ona saldıranları men etmek, Osman'ın mâzûr olduğunu 
ispat eylemek gerekirdi. Bu da değil de zâlim, yahut 
mazlum olduğunda şüphe ediliyorsa bir kenara 
çekilmek, bir şeye karışmamak, halkı onunla başbaşa 
bırakmak lâzım gelirdi. Oysa bu üç şeyden hiçbirini 
yapmadı; bir işe girişti ki yolu-yordamı bilinmez, 
yaptığına dâir bir özrü de kabul edilmez. 



•k ie ic 



buna pek öfkelenip birkaç tulum su yolladığını kaydeder ki "El- 
İmâmet-u ve's-Siyâse"de de bu, teyit edilir. Belâzürî, Tabarî, 
Müruc'üz-Zeheb, İbn-i Esir, El-İmâmet-u vs's-Siyâse, Zübeyr'in 
de Osman'ın ölümünü istediğini, hattâ oğlu Abdullah'ın, 
Osman'ı koruyanlardan olduğu söylendiği zaman, tek Osman'ı 
öldürsünler de oğlum da ölsün, ne çıkar dediğini söylerler 
(Keşf'ül-Bünyan'dan naklen; s.359-361). 



218 



Cemel savaşından önce Basra'ya gidenler 
hakkında 



Elimde, hükmümde olan Müslümanların 
beytülmâline, onun memurlarına, hepsi de bana itaat 
eden, bana biat etmiş bulunan şehir halkına musallat 
oldular. Onların birliğini bozdular, topluluklarını 
dağıttılar. Şiam'a saldırdılar; bir bölüğünü zulümle, 
hıyanetle öldürdüler; bir bölüğü, kılıçlarına karşı durdu, 

onlarla dövüştü; onlar da gerçeklikle Allah'a ulaştılar. 

* * * 

169 
Cemel savaşı için Basra'ya giderlerken 



Gerçekten de Allah, emreden Kitapla, ayakta duran 
bir emirle halkı doğru yola götüren Peygamber'i 
gönderdi; bunlara, ancak hidâyete uymayan karşı 
durur; bunlardan yüz çeviren, helak olur ancak. Din 



emirlerine benzetilen, fakat sonradan meydana konan 
şeylerse, Allah'ın koruduğu kişiden başkalarını helak 
eden şeylerdir muhakkak. Allah'ın kudretinde sizin 
işleriniz için suçtan kurtuluş vardır; usanmadan, 
kınanmadan; güçle değil, dileyerek ona itaat edin. Bu 
itaatte bulunmazsanız Allah, sizden İslâm kuvvetini 
alır, bunu sizden başkalarına verir; sonra da bu kudret 
bir daha söze dönmez. 

Bunlar, gerçekte de benim aleyhimde birbirlerine 
yar-dımcı oldular; sizin muhalefetinizden, sizin ayrılığa, 
aykırılığa düşmenizden korkmadıkça dayanacağım. 
Çünkü onlar, bu reyi başarırlarsa Müslümanların düzeni 
bozulur, kopar gider. Gerçekten de onlar, Allah'ın ihsan 
ettiğine hasetleri yüzünden, ancak dünyayı 
istemekteler, işleri tersine döndürmeyi dilemektedirler. 

Sizin bana karşı yapacağınız şey, yüce Allah'ın 
Kitabına, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Peygamber'in sünnetine uymak, bu hizmeti yerine 
getirmeye çalışmak, Peygamber'in yolunu-yordamını 
korumak, yüceltmektir. 



•k ic ic 



24 



Cemel'den Önce 



Ömrüm hakkı için, hakka karşı duranlara, azgınlığa 
ayak basanlara karşı savaşmaktan hiç çekinmem, hiç 
gem kasmam. Allah kulları, korkun, çekinin Allah'tan; 
Allah'a sığının mekrinden; size apaçık duran, apaydın 
olan yola düşün, gitmeniz gereken yöne yönelin. 
Hemencecik üstünlüğe eremezseniz, 146 ilerde erersiniz; 
Ali vaad ediyor bunu size; borçlu olsun size. 



•k Jc Jc 



33 



Cemel savaşından önce savaşa giderlerken Abbas- 
oğlu Abdullah, Zikaar'da, huzurlarına girmişti. Hazret, 
ayakkabısını tamir ediyordu. Abdullah diyor ki: Bana, 
"Bu ayakkabının değeri nedir" buyurdular. Değeri yok 
ki dedim. Buyurdular ki: Andolsun Allah'a ki: "Bu 
ayakkabı, size Emir olmaktan daha da sevgilidir bana; 
ancak gerçeği ayak üstünde durdurmak, batılı 
gidermek için bu Emirliği kabul ediyorum" Ondan 
sonra kalkıp minbere çıktılar, buyurdular ki: 



Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan 
Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemi 



146 - Hemencecik erilecek üstünlük, dünyadaki zafer, iler- 
de erilecek üstünlükse âhiret mükâfatıdır. 



gönderdiği vakit Araplar içinde ne bir kitap okuyan 
vardı; ne bir peygamberlik iddia eden. O, onları sürdü, 
yürüttü de her birini, lâyık olduğu yere koydu; kurtuluş 
yerine ulaştırdı; mızrakları dümdüz durdu; halleri 
düzeldi; ıstırapları yatıştı. Andolsun Allah'a ki ben, bu 
orduyu sürenlerdenim; onlarla savaştan yüz çevirip 
kaçtılar; bense ne âciz oldum, ne korktum; hâlâ da o 
çeşit gitmedeyim, o çeşit yürümedeyim, Mutlaka batılı 
deler, yararım da yanından, yöresinden hak çıkar, yüz 
gösterir. 

Kureyş'le ne işim var benim; andolsun Allah'a ki 
onlar kâfirdiler, savaştım onlarla; şimdi de 
sınanmalara düştüler, doğru yoldan şaştılar; gene 
savaşacağım onlarla: Dün onlarla görüşüp 
konuşmadaydım; nitekim bugün de görüşüp 
konuşmadayım onlarla. 



•k ie ic 



231 



VâkıdFnin "Kitâb'ül-Cemel"de zikrettiği gibi Basra'-ya 
giderlerken Zikaar'dakl hutbelerinde buyurdular ki: 



Emredildiği şeyi açıkladı, bildirdi; Rabbinin elçiliğini 
yaptı, hükümlerini tebliğ etti. Allah önceki toplulukların 
gediğini onunla onardı, ayrılığı onunla birleştirdi; 
gönülleri hırsla dolduran, kalplerde gizlenen kini 



alevleyen, yakan düşmanlıktan sonra yakınların arasını 
onunla uzlaştırdı. 



•k Jc ic 



170 



Basra'ya yaklaştıkları sırada, işin gerçeğini 
anlamak ve şüpheyi gidermek üzere Basralıların 
gönderdikleri birisi geldi. Bu zâtın adı Küleyb-i 
Cermi'ydî. Hazret ona, hak üzere olduğuna dâir bâzı 
sözler söyledi; sonra, biat et buyurdu. Adam, ben 
toplumun elçisiyim; onlara dönünceye dek bir şey 
yapamam dedi; Hazret buyurdular ki: 



Onların seni, yağmur yağan, ot biten, çayırı-çimeni 
bol olan bir yer aramak üzere gönderdiğini görüyor 
musun? Döner, onlara çayır çimeni filan yerde diye 
haber verirsen onlar da senin sözüne uymazlar, kurak 
bir yere yönelirlerse o vakit ne yaparsın? 

(Cermîdedi ki): 

Onları bırakır sulak, çayırlık, çimenlik yer neresiyse 
oraya giderim. Hazret buyurdular ki: 

Öyleyse uzat elini. 

Cermî dedi ki: Andolsun Allah'a, bana kesin delil 

gösterdikten sonra artık duramadım, ona biat ettim. 

* * * 



172 



Cemel Dolayısıyla 



Hamd Allah'a ki ne gök, göktekileri, ne yer, 
yerdekileri ondan gizleyebilir; her şey bilgisinde sabittir, 
hiçbir şey bilgisine perde olamaz; hiçbir şey bir sebeple 
ondan gizli kalamaz. 

(Bu hutbeden): 

Bana birisi, ey Ebâ-Tâlib oğlu dedi, sen bu işe 
gerçekten de pek sarılmışsın. Dedim ki: Siz, andolsun 
Allah'a benden fazla sarılmışsınız; benden fazla da 
uzaksınız ondan. Benimse hem ona ihtisasım var; hem 
de daha yakınım, daha lâyıkım, ona. Ben hakkımı 
aradım, istedim; size onunla benim arama girdiniz; 
engel oldunuz, ona karşı da benim yüzüme vurdunuz. 

Onu delille, orda bulunanların önünde hırpalayınca 
kendine geldi; bana ne cevap vereceğini bilmez bir 
hale düştü. 

Allah'ım, Kureyş'ten hakkımı al benim, onlara 
yardım edenlerden hakkımı al benim, bunu istiyorum, 
yardım diliyorum senden; çünkü onlar, yakınlığımı 
inkâr ettiler; pek büyük olan derecemi küçülttüler; 
bana ait olan işte, benimle kavgaya giriştiler. Sonra da 
dediler ki: Hakkı almak da var, vermek de. 147 



147 - Bu kısımda Emir'ül-Müminin (a.s), Hazreti Peygam- 



(Bu hutbede Cemel savaşına girişenleri anlatırken 
buyurdular ki): 

Bir halayığı satın alıp oradan oraya götürür gibi, 
Rasûlullâh'ın hürmetini hiçe saydılar, onu alıp Basra'ya 
yöneldiler; kendi kadınlarınıysa evlerinde sakladılar. 
Allah'ın salâtı On'a ve soyuna olsun Rasûlullâh'ın 
zevcesini kendileri için, başkaları için meydana attılar. 
Hem de ordu içinde ki onlar, bana biat etmişlerdi; hem 
de dileyerek, isteyerek; zorla değil. Basra'daki valime, 
Müslümanların mallarına memur olanlara, onlardan 
başkalarına saldırdılar; bir bölüğünü tutup öldürdüler, 
bir kısmını düzenle, zulümle ele geçirdiler. Öylesine 
zulmettiler ki, vallahi Müslümanlardan birini bile 
suçsuz olarak zulümle, zorla öldürselerdi, yalnız onu 
öldüreni değil, bütün o orduyu öldürmek vacip ve helâl 
olurda bana. Onlar, böyle bir zulümde bulundular; 
yaptıklarını da inkâr etmediler; ne dilleriyle bu zulme 
karşı durdular, ne elleriyle; bırak ki onlar, kendilerinin 
sayısınca Müslüman öldürdüler. 148 



ber'den (s.a.a) sonraki olayları anlatmaktadır. 

148 - Ümm'ül-Müminîn Âişe, Osman'ın şiddetle aleyhinde 
bulunanlardandı. Abdullah b. Mes'ud dövüldüğü, kaburga 
kemiği kırıldığı zaman Osman'a, Rasûlullâh'ın sahâbisine nasıl 
kötü sözler söylersin diye bağırmış ve Osman'ın emriyle 
mescitten çıkarılmıştı. Fakat o, Hz. Peygamber'in (s.a.a) 
ayakkabılarını, elbisesini halka gösteriyor, bunlar daha 
eskimeden, onun dinini yıprattı diyor, "Na'sel'i Allah öldürsün, 
öldürün Na'sel'i" diye halkı coşturuyordu. Na'sel, erkek sırtlan 
demekti; aynı zamanda Medine Yahudilerinden uzun sakallı 
birinin de adıydı; Hz. Âişe, Osman'a bu adı takmıştı (İbn-i Sa'd, 
5, Leiden basımı, 25; Ensab-ı Belâzürî, 5, s.70, 75, 91; el- 



11 



İmâmet-u ve's-Siyâse 1, s.267, 272; İbn-i Asâkir, 7, 319; İstiâb, 
Ebü'l-Fidâ'; Usd'ül-Gaabe ve İbn'ül-Esir). 

Osman'ın ölümünde Mekke'de bulunan Âişe, Medine'ye 
gelirken yolda, onun öldürüldüğünü Übeyd adlı birisinden 
duydu ve "Allah onu uzaklaştırsın; bu, kendi eliyle kendisine 
hazırladığı sonuç" dedi. Sonra Hz. Ali'nin halife olduğunu 
duyunca, keşke dedi; gökler yere inseydi de bunu duymasay- 
dım; Osman'ı zulümle öldürdüler; vAllahi onun kanını 
isteyeceğim. Ubeyd, bu sözü duyunca şaşırdı; ona Na'sel diyen 
sen değil miydin dedi. Ümm'ül-Müminin, evet ama o tövbe etti; 
gümüş gibi arındı; onu zulümle öldürdüler dedi. Ubeyd 
dayanamadı, bu iş senden başladı, seninle bu hâle geldi. Yel 
de senden esti, yağmur da senden yağdı; imâmın 
öldürülmesini sen emrettin bize; onu öldürürken sana uyduk; 
onu öldüren, bize bunu emredendir mealinde bir şiir okudu (El- 
Kâmil, 3,s.80). 

Âişe'nin kini, ifk olayıyla başlamıştı. Talha ve Zübeyr'e uyup 
Basra'ya giderken bir su kıyısındaki köpekler, bindiği deveye 
saldırıp ürümeye başladılar. Âişe, suyun adını sordu, Hav'eb 
dediler. Bu adı duyunca ağlamaya başladı, döndürün beni dedi. 
Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem ona Ali'ye 
karşı koyacağını, Hav'eb suyunun köpekleri üzerine 
ürüyeceğini, haksız kız kardeşinin ve Zübeyr'in oğlu Abdullah, 
kırk-elli şahit getirerek kılavuzun yanlış söylediğine şehâdet 
ettirdi; bir yandan da Ali'nin ordusu geliyor diye adamlar 
koşturdu. Bunun üzerine kafile Basra'ya yöneldi. 

Hz. Ali tarafından Basra valisi olan Osman b. Huneyf karşı 
koymak istedi; iki taraftan birçok kişi öldü; Osman hapsedildi. 



(Cemel savaşında, oğulları Muhammed b. Hanefiy- 
ye'ye bayrağı verince buyurdular ki): 



Dağlar yerinden deprense deprenme; sık dişini, 
başım gözüm Allah'a emanet de. Bas yere ayağını, 
direndikçe diren. Gözünü başka yerden yum, ordunun 
tâ sonuna dik. Bil ki yardım, noksan sıfatlardan 
münezzeh Allah'tandır ancak. 

* * * 



10 



Savaştan önce buyurmuşlardır ki: 



Bilin ki Şeytan, ordusunu toplamıştır; atlısını, 
yayasını yayına almıştır. Benimse görgüm, bilgim, 
gerçekten de benimledir; ne gerçeği örtüp şüpheye 
düştüm; ne gerçek örtündü benden, beni şüpheye 
düşürdü. Andolsun Allah'a ki suyunu çektiğim havuzu 
onlarla öylesine dolduracağım ki ne bir daha oradan 

çıkabilirler, ne bir daha oraya döne-bilirler. 

* * * 

12 



(Cemel savaşında üst gelince, yanındakilerden 
bâzı-ları keşke kardeşim de olsaydı, Allah'ın, seni 
düşmanlarına nasıl üst getirdiğini görseydi dediler; 
Hazret buyurdular ki:) 



Kardeşin bize taraftar mıydı, üst olmamızı ister 

miydi? 

(Soruya evet cevabını alınca buyurdular ki): 
Öyleyse o da bizimle beraberdi. Şu ordumuzda öyle 

kişiler vardır ki henüz babalarının bellerindedir onlar, 



analarının rahimlerinde. Zaman burundan gelen pıhtı 
gibi 149 onları ortaya atacak; iman onlarla kuvvet 
bulacak. 

•k ic ic 



73 



(Cemel savaşında Mervan esîr düşünce imam 
Hasan ve Huseyn aieyhimesselâm Emir'ül-Müminin 
aleyhls-selâm'a şefaatçi oldular, bırakılmasını rica 
ettiler ve Mervan, sana biat etsin dediler; bunun 
üzerine buyurdular ki): 



149 - Burundan gelen kan pıhtısı, kandan sonra gelir; bir 
işten sonra aynı işi yürütmek üzere, aynı yoldan gelenler, aynı 
töreyi yürütenler hakkında kullanılan bir atasözüdür. Aynı 
zamanda bu sözde, "Söz budur ancak, ameller niyetlere göre 
ölçülür; herkes, neyi niyet ederse o niyete göre hayır, yahut şer 
kazanır. Allah'a ve Rasûlüne göçmeye niyet eden göçerse, 
Allah'a ve Resulüne göçmüş olur; dünyâya göçmek, dünyayı 
elde etmek isteyen, onu elde eder; bir kadını nikâhlamayı niyet 
eden, ona erer; herkes niyet ettiğini bulur" (Cami', 1, s. 2-3) ve 
"Ali'nin Şiası'dır kurtulanlar, onlardır muratlarına erenler" 
meâllerindeki hadislere işaret vardır (Künûz'ul-Hakaak, 2, 
s.94). 



Osman'ın öldürülmesinden sonra bana biat 

etmemiş miydi? Onun biatine ihtiyacım yok, Yahudi 

elidir onun eli; bana eliyle biat ederse düzeniyle 

gadreder. Köpeğin burnunu yalaması kadar bir müddet 

beylik sürecek, dört keçinin babası olacak, ümmet, 

onun ve evlâdının yüzünden kızıl ölüme uğrayacak. 150 

* * * 

148 



(Cemel savaşında Talha ve Zübeyr hakkında buyur- 
dular ki): 



O iki kişinin her biri, bir işi uhdesine almak, 
öbüründen kapıp kendisine mal etmek ister; bir ipe 
sarılıp, bir sebebe yapışıp Allah yoluna gitmeyi istemez. 
Her biri, dostuna kin güder durur; pek yakında da o kin 
belirir, görülür. Vallahi onlardan biri, bu işi elde etse 
öbürünün canını alır; O, bunu helak etmeye kasteder. 
Âsîler ayaklandılar; soru-suâl isteyenler, sevap 



150 - Mervan'ın halifeliği dört ay on gün sürmüştü. Dört oğlu 
vardı. Birincisi Abdülmelik'di ki halifeliğe geçti. İkincisi 
Abdülaziz'di, Mısır valisi oldu. Üçüncüsü Irak valisi olan Beşir, 
dördüncüsü de Cezire valisi Muhammed'di. Bu dört kişinin, 
Abdülmelik'in oğulları Yezid, Süleyman, Velid ve Hişâm'a işaret 
olduğunu da söyleyenler olmuştur ki dördü de halifelik 
makamına gelmiştir. 



dileyenler nerede kaldılar? Dileyenlere yol-yordam 
meydanda; gerçekle batıl ortada. Ama her sapığın bir 
bahanesi var; her ahdinden dönenin bir şüphesi. 
Andolsun Allah'a ki ben, ölüm haberini veren kişiyi 
duyup feryat edene benzemem; ağlayanın yanına varıp 
ona uyana dönmem. 



•k ic ic 



13 



(Cemel savaşından sonra Basralıları toplayıp 
namaz kıldırdılar; sonra Allah'a ham-ü sena ve 
Rasûiüne ve soyuna salavât ihdâ ederek buyurdular 
ki): 



Siz bir kadının ordusu oldunuz; bir hayvana 
uydunuz. Bağırdı, koştunuz, öldürüldü, korkup 
kaçtınız. 151 Huylarınız kötülük, suyunuz tuzlu ve acı. 
Aranızda oturan suça batmıştır; sizden ayrılan, 
Rabbinin rahmetine ermiştir. 

Mescidinize bakıyorum da görüyorum sanki; sular 
üstünde bir gemi gibi; Allah, üstünden azap olarak 



151 - Kadından maksatları, Aişe'dir; onu, "Asker" adını 
taktıkları kızıl donlu bir deveye bindirmişlerdi ve en şiddetli 
savaş, devenin çevresinde oluyordu. 



yağmur yağdırmada; altından dalgalar köpürüp 
coşmada; içinde kim varsa gark olup gitmede. 152 

(Bir başka rivayette): 

Andolsun Allah'a ki bu şehriniz gark olacak; hattâ 
ben şehrin mescidini görüyorum: Denizde bir gemiye 
dönmüş; yahut denizin ortasında yüzen bir kuş olmuş. 



•k ic ic 



152 - Basra'yı bir kere, Abbasoğulları'ndan EI-Kaadir-billâh 
zamanında (381-422 H. 991-1031), bir kere de El-Kaaim bi- 
emrillâh zamanında (422-467 H. 1031-1074) su bastı; bütün 
şehir sulara gark oldu; ancak yüksek bir yerde bulunan cami, 
suyun ortasında kaldı. Bu su basma keyfiyeti, Fars denizinin 
kabarıp coşmasından ve dağlardan sel gelmesi yüzünden oldu. 
Şimdiki Basra, bir başka yere kuruldu. Rivayet ederler ki bu 
sözlerden sonra, maksadım öğüt almanızdır buyurup 
gönüllerini almışlardır. 



156 



(Basralılara savaşı hikâye yollu öğüt vererek 
buyurdular ki): 



Bu fitnelerde gücü yeten, kendisini üstün ve ulu 
Allah'a versin, ona bağlansın. Bana itaat ederseniz, ben 
sizin yükünüzü yüklenmişimdir; Allah izin verirse 
cennet yoluna götürürüm sizi; isterse o yol çetin 
meşakkatlerle dolu olsun, tadı acı bulunsun. Ama o 
kadın, kadınların reyine sahiptir; gönlündeki kin, 
boyuna kaynayıp duran bir kazan gibi kaynamaktadır. 
Bana yaptıklarını, bir başkasına yapması teklîf edilse 
de yapmaz, böyle olmakla beraber gene de ben ona, 
bundan önceki saygım gibi saygı beslerim; sorusuysa 
yüce Allah'a aittir. 

(Bu hutbeden): 

İman yolu apaçıktır, apaydındır. îmanla temiz işler 
anlaşılır; temiz işler de îmâna delâlet eder. İmanla ilim 
mâmur olur; ilimle ölümden korkulur, ölümle dünya 
biter; dünyada âhiret kazanılır. Halkın durağı değildir 
kıyamet; kıyametten sonra koşup durur halk, varacağı 
yere varır nihayet. 



(Gene hu hutbeden): 

Halk kıyamet arasına çıkar, oradan da sonu nereye 
varacaksa ağar. Her yerin ehli var, yeri değiştirilmez, 
varılan yerden göçülmez. Gerçekten iyiliği buyurmak, 
kötülüğe engel olmak, Allah huylarından iki huydur ki 
bunlar, ne kimseye ecelini yaklaştırır, ne kimsenin 
rızkını azaltır. 

Allah'ın Kitabına sarılın; sağlam ip, apaçık ışık, 
fayda veren şifâ, susuzları kandıran su odur. Odur 
yaşayana temizlik veren, odur sarılana kurtuluş ihsan 
eden. Eğrilmez ki düzeltilmeye muhtaç olsun; eğilmez 
ki halkı yorsun. Dillerde çok okunmaktan, kulaklarla 
çok dinlenmekten yıpranmaz. Onunla söz söyleyen 
doğru söyler, onunla amel eden yürür gider, öne geçer. 

(Birisi kalkıp, ey Emir'el-Müminin, bize fitneden 
haber ver; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasû- 
lullâh'a bunu sordun mu dedi. Hazret buyurdular ki): 

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından 
"Elif Lam Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de 
öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar" âyeti inince 
(29; Ankebût, 1-2) bildim ki Rasûlullah aramızdayken 
fitne inmez bize. Yâ Rasûlallah dedim. Allah Teâla'nın 
sana haber verdiği bu fitne nedir, Buyurdu ki: 

Ya Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, 
Yâ Rasûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan 
şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana 
bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan 
sonra nasip olacak sana buyurmuştun; bu mudur 
fitne? Rasûlullah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit 
nasıl sabredeceksin? Ben Yâ Rasûlallah dedim, bu 
durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, 



şükredilecek bir durak. Rasûlullah, Yâ Ali buyurdu, 
kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, 
dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; 
rahmetini dileyecekler, fakat azabından emin 
olacaklar, bize azap etmez diyecekler. Haramını, 
yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl 
sayacaklar; içkiye nebiz adını takıp helâl bilecekler, 
rüşvete hediye, faize alış-veriş adını takacaklar. Ben, 
Yâ Rasûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim 
onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü 
sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: 
sınanmaya düşmüş say. 



•k ic ic 



14 



(Basralılar hakkında buyurmuşlardır ki): 



Yeriniz suya yakın, gökten uzak. Akıllarınız az, 
tedbirleriniz bozuk. Her ok atan size atar; her yiyen sizi 

yutar, her saldıran sizi paralar. 

* * * 

102 



(Basralılara): 



O gün, öyle bir gündür ki Allah, evvel gelenleri de, 
sonra gelenleri de soru için, yaptıklarının karşılığını 
vermek için toplar; herkes alçalmıştır, herkes 
ayaktadır, beklemektedir. Ter, ağızlarına gem 
vurmuştur; yer, onlarla beraber titremektedir. Halkın 
en iyi halde olanı, ayağını basacak yer bulanı, kendine 
rahat bir alan elde edenidir. 

(Bu hutbeden): 

Fitneler, gece karanlığı gibi her yanı kaplar, hiç 
kimse ona karşı duramaz, hiçbir bayrak ona karşı 
çıkamaz. O fitneler, gemlerini azıya almış, palanları 
vurulmuş, koşup gelirler; onları sürenler, sürüp 
getirirler. O fitneleri getirenlerin belâları çetindir; 
silâhları azdır. Onlarla, ancak ululananlara karşı hor 
görünen, yeryüzünde bilinmeyen, tanınmayan, fakat 
gökte tanınan bir topluluk, Allah yolunda savaşır. 

Yazık sana ey Basra, o fitneler gelip çatınca, yazık 
sana Allah'ın gazabından gelen o ordudan ki ne tozları 
belirir onların, ne sesleri duyulur. Yakın zamanda 
sende oturanlar ey Basra, kızıl ölüme çatarlar; 

kararmış, gövermiş açlığa uğrarlar. 

* * * 



26 



(Sıffin savaşından önce) 



Gerçekten de Allah, Muhammed'i sallallahu aleyhi 
ve âlihi vesellem, âlemleri korkutmak, indirdiği 
hükümleri emin olarak korumak üzere gönderdi. Ey 
Arap toplumu, o zaman siz, en kötü bir yol-yordam 
tutmuştunuz; en kötü bir yeri yurt edinmiştiniz. Sarp 
taşlar, kayalar vardı yanı-nızda, yörenizde; zehirli 
yılanlar vardı çevrenizde. Bulanık sular içmedeydiniz; 
kötü yemekler yemedeydiniz; birbirinizin kanını 
döküyordunuz; yakınlık bile gözetmiyordunuz. Aranızda 
putlar dikilmişti, tapıyordunuz; suçlar işliyordunuz, 
çekinmiyordunuz. 

(Bu hutbeden): 

Gördüm ki Ehlibeytimden yardımcım yok, onları 
ölüme sürmedim; çerçöpe karşı gözümü yumdum; 
boğazıma oturan şerbeti yuttum; öfkemi yendim; 
zakkumdan da acı olan o mihnete dayandım. 

(Bu hutbede Amr b. Âs hakkında buyurmuşlardır 
ki:) 

O, biatine karşılık bir para almayı şart koşmadıkça 
biat etmedi; fakat ne o biat edenin eli üstün olur; ne 
biat eden rezillikten kurtulur. 153 



153 - Amr, Muâviye'ye, kendisine Mısır'a vali tayinini şart 
koşarak biat etmiştir; ona işaret buyuruyorlar. 



Artık savaş için hazırlanın; savaşa gerekli olan 
şeyleri derleyip toplamaya bakın; çünkü ateşi 

yalımdandı artık, ışığı yüceldi artık. 

* * * 



43 



(Cerir b. Abdullah'ı Muâvîye'ye gönderdikten ve 
onun gelmemesinden sonra savaşa hazırlandıkları 
sırada buyurdular kk) 



Cerir Şam'da, onların yanında; fakat belli beyan bir 
haber elde edememiş; ona bir vakit tayin etmiştim; 
ondan sonra da orda kalması, ya aldanmasına delâlet 
eder, ya isyanına. Bu yüzdendir ki Şamlılarla savaşa 
hazırlanmaktayım. Ama reyim, acele etmemenizdir; 
hazırlanmanız için sizi zorlamıyorum; yalnız şu 
muhakkak ki ben, bu işin gözüne, burnuna vurdum; 
ardına önünü evirip çevirerek baktım; bu işe iyice 
dikkat ettim; bu hususta iyiden iyiye düşündüm 
taşındım; sonunda şu karara vardım: 

Benim için ya bunlarla savaşmak var, ya 
Muhammed'e, sallallahu aleyhi ve âlihi, kâfir olmak 
var. Gerçekten de önce halkın başında bir Emir vardı; 
olmayacak şeyler yaptı; halkın ağzını açtırdı; sözler 



söylenmesine sebep oldu, dediler, söylediler; kızdılar, 
köpürdüler; onu ortadan kaldırdılar. 154 



154 - Muâviye, Cerir b. Abdullah'a hüsn-i kabul göstermiş, 
fakat kesin bir cevap vermemişti. Hazreti Emir (a.s) dört ay 
kadar bekledikten sonra Cerir'e, kesin bir cevap alması 
hakkında mektup gönderdiler. Muâviye, Amr b. Âs'la danıştı. 
Amr, Mısır hükümetinin kaydi hayat şartıyla kendisine 
verilmesini şart koştuktan sonra Osman'ın kanlı gömleğinin 
mescitte teşhirini, Osman'ı, Ali'nin öldürttüğüne halkı 
kandırma-sını tavsiye etti. Bir yandan da Ömer'in oğlu 
Abdullah'ı, Sa'd b. Ebi-Vakkas'ı, Mahammed b. Selme'yi isyana 
teşvike başladı. Medineliler, gönderdiği mektuba, Muâviye'nin, 
tulekaadan, yâni Mekke'nin fethinde bağışlanıp azad 
edilenlerden olduğunu, bu yüzden de hilâfete lâyık olmadığını 
bildirmek suretiyle cevap verdiler. İsyana teşvik için çağrılan 
Abâde b. Sâmit'se, Muâviy'eyle Amr otururlarken gelmiş, 
ikisinin arasına oturmuştu. Muâviye, Osman'ın şehâdetinden 
bahsedip Abâdeyi kendi tarafına imâle için sözler söylerken 
Abâde, neden aranıza girdim, anladınız mı dedi. Muâviye, 
neden deyince Abâde, siz dedi, Tebük gazasından gelirken 
yanyana yürüyordunuz; Hz. Rasûl (s.a.a) bunların ikisini bir 
arada gördünüz mü, aralarını ayırın; çünkü bunlar, ebediyen 
hayır üzere birleşmezler buyurmuştu; onun için aranıza girdim. 

Cerir dört ay kadar bekledikten sonra Kûfe'ye gelip 
Muâviye'nin savaşa hazırlandığını bildirdi. Mâlik'ül-Eşter, vaktin 
ziyanına sebep olduğundan Cerir'e çıkıştı; O da Fırat kıyısındaki 
Karsisâ şehrine gitti; sonradan da Muâviye'ye iltihak etti; fakat 
savaşa katılmadı. Hz. Emir, bu zâtın Kûfe'deki evini yıktırmıştı. 
Hicretin elli birinci, yahut elli dördüncü yılında ölen Cerir b. 
Abdullah, Hz. Rasûl'ül (s.a.a) vefatından kırk gün önce 
Müslüman olmuştu (Tenkih, 1, s. 210; Fetret'ül-İslâm, s. 107- 
111). 



46 



(Şam'a hareket ederken buyurmuşlardı ki:) 



Allah'ım, sana sığınırım yolculuğun 

meşakkatinden, dönüşün kederinden, mihnetinden; 
ehlimizde, malımızda, kötülükler görmekten. Allah'ım, 
sensin yolculukta yoldaşımız; ehlimizi bıraktığımız; 
hem bizimle olan, hem ehlimizle bulunan, senden 
başka kimse olamaz; çünkü ehlimiz arasında 
bıraktığımız kişi bizimle yola düşemez; alıp beraber 

götürdüğümüzse, ehlimizle kalamaz. 

* * * 



48 



Sıffîn'e giderlerken Nuhayle'de buyurmuşlardı ki: 



Hamd Allah'a gece gelip çattıkça, karanlığı 
bastıkça. Hamd Allah'a bir yıldız göründükçe, battıkça . 
Hamd Allah'a ki nimeti, ihsanı eksilmez, bir şey 
karşılığında lütfetmez. 



Bundan sonra şunu bildireyim ki öncülerimi 
gönderdim; emrim kendilerine gelinceye dek Fırat 
kıyısını bırakmamalarını emrettim. Şu suyu zaptedip 
oraları korumak, sizden olup Dicle kıyılarında yurt 
edinmiş azlık bir topluluğu sizinle beraber düşmana 
saldırtmak, onları size yardımcı etmek istedim. 

•k Jc Jc 



51 



Siffin'de Muâviye'nin Ordusu Fırat'ı Zaptedip Su 
Vermeyince Buyurdular ki: 

Bunlar sizden savaşı tatmak, sizin elinizden savaş 
aşını yiyip kanmak istiyorlar; doyurun onları. Ya 
aşağılığa razı olun, şerefsizliği göze alın; yahut kılıçları 
kanlarla sulayın da suya kavuşun, içip kanın. 
Kahrolarak, alçalarak yaşamanızdadır ölüm; 
kahrederek, yücelerek ölmenizdedir dirim. 

Duyun, bilin ki Muâviye, bir bölük azgınla gelmiş; 
işi, gerçeği onlardan gizlemiş; onların göğüslerini ölüm 

oklarına amaç etmiş. 

* * * 



75 



Muâviye, Osman'ın kanına girmekle töhmetlediği 
zaman buyurdular ki: 



Acaba Ümeyyeoğulları'nın, benim ahvâlimi 
bilmeleri, kendilerini bana iftirada bulunmaktan 
alıkoymaz mı ki? Acaba ilk îmâm eden oluşum, dinde 
üstün bulunuşum, cahillerin bana töhmette 
bulunanlarına engel olamaz mı ki? Allah'ın onlara öğüt 
verişi, benim dilimle söylediğim söz-lerden çok daha 
üstündür, çok daha yerindedir. Ben, ok gibi dinden 
fırlayıp çıkanlara delil getirmedeydim; şüphe edenlere 
düşman olmaktayım. Gizli kalan şüpheli işler, Allah'ın 
kitabına arzedilir; gönüllerde gizlenen şeyler yüzünden 

de kullara ceza verilir. 

* * * 



77 



Gene aynı mealde: 



Gerçekten de Umeyyeoğulları, Muhammed 
sallallahu aleyhi ve âlihî'nin mîrasını bana, devenin 
sütünü zaman zaman, azar azar sağdıkları gibi bölük 
pörçük vermede. Andolsun Allah'a, sağ kalırsam onları 
ben de kasabın, yere düşen, toza toprağa bulanan 



ciğeri, bağırsağı yere vurup arıttığı gibi yere vurup 

arıtacağım. 

* * * 

101 



(Sıffîn'den önce bir hutbeleri:) 



Evveldir, her evvelden önce; âhırdır, her âhırdan 
sonra. Evvel oluşu, ondan önce bir varlığın 
bulunmamasını, âhır oluşu, ondan sonra bir varlığın 
olmamasını icâb ettirmiştir. İçteki dışa, gönüldeki dile 
uygun olarak şehâdet ederim ki ondan başka mâbud 
yoktur. 

Ey insanlar, benim hakkımda ihtilâfa düşmeniz sizi 
cürme sokmasın; bana karşı isyana kalkışmanız, sizi 
perişan etmesin, benden duyduğunuz sözlere karşı 
birbirinize bakışmayın. Tohumu yer içinle yarana, 
insanları yaratana andolsun, size söylediğim sözler 
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ümmî 
Peygamber'den duyduğum sözlerdir; onları söyleyen, 
onları tebliğ eden yalan söylememiştir; işiten de 
bilgisizliğe düşmemiştir. 

Sanki ben apaçık görüyorum: Alabildiğine doğru 
yoldan sapan, Şam'dan seslenmede; Kufe'nin dışında 
da bayraklarını dikmede. Ağzını açtı mı o, ağzındaki 



gem çekilmede, gerilmede; yeryüzüne adımlarını sert 
sert basmada; savaş dalgaları köpürüp coşmada; 
günler, asık suratını göstermede; geceler kötü huyunu, 
cefâsını belirtmede. Ektiği tohum çıktı mı, dizlerine dek 
boy atıyor; esrikliği, ağzından köpükler saçıyor, kılıçları 
parıldamaya başlıyor. Çok çetin fitne bayrakları 
beliriyor; kapkaranlık gece gibi gelip çatıyor; 
dalgalanan deniz gibi köpürüp kabarıyor. 

Küfe'yi nice kasırgalar tozutup savuracak, nice 
yıldırım-lar yakıp kavuracak; oradan nice helak edici 
yeller esip geçecek. Az bir zamanda göçüp gidenler, 
göçüp gidenleri boylayacak; ayakta duran insanlar, 
ekinler gibi biçilecek; biçilenler, ayaklar altında ezilip 

gidecek. 

* * * 



98 



(Ümeyyoğulları hakkında:) 



Andolsun Allah'a ki Ümeyyeoğulları, Allah'ın hiçbir 
haramını helâl saymadan, hiçbir dînî bağı çözmeden 
bırakmazlar bu işi. Taşla, kerpiçle yapılmış bir ev, 
ovaya kurulmuş bir çadır kalmaz ki zulümleri, oraya 
girmemiş olsun; hiçbir yurt bulunmaz ki onların çevrine 
karşı koysun da yıkılmadan dursun. Bir dereceye dek ki 
iki çeşit ağlayan belirir: Biri dînine ağlar, biri dünyâsına 
ağlar. Bir dereceye dek ki içinizden birisi, onların 
birinden, ancak kölenin, sahibinden alabildiği kadar öç 
alabilir; onu gördü mü buyruğuna uyar; görmezse 
aleyhinde sözler söyler. Bir dereceye dek ki o fitne 
çağında en büyük derde uğrayanınız, Allah'a en güzel 
zanda bulunanınız olur. Allah sizi, o çağda derde 
uğratmazsa, düştüğünüz belâya dayanın, derde 
uğratırsa sabredin; "Çünkü son, Allah'tan 
çekinenlerindir." (7, A'râf, 128). 

•k ic ic 



104 



(Sıffin'den önce bir hutbeleri:) 



Ondan sonra noksan sıfatlardan arı olan Allah, 
Allah'ın salatı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'i 
gönderdi. Arap milletinde ne bir kitap okuyan vardı; ne 
peygamberlik dâvasına kalkan, ne kendisine vahiy 
geldiğini söyleyen. Kendisine itaat edenlerle beraber, 
ona isyan edenlerle savaştı. Kendilerine ölüm çağı 
gelip çatmadan onları, kurtuluş yoluna sürdü. 
Kendisine bir hayır gelmeyecek olan, helak olup 
gidenden başkaları, yolda kalırlar, hasrete düşerlerse, 
yorulur da yoldan kalırlarsa onların başlarında durdu; 
sonunda onları da varacakları yere aldı, götürdü; 
böylece de sonunda onlara kurtuluş yollarını gösterdi; 
lâyık oldukları yerlere yerleştirdi. Derken savaş 
değirmenleri dönmeye başladı; eğrilmiş mızraklar 
düzeldi. Andolsun Allah'a, o ordunun arındaydım ben, 
onları sürdüm, götürdüm, ilerlettim ben. Derken o 
toplum, sapıklığa sırt çevirdi; bir kısmı şehit oldu; 
öbürleriyse düzene girdi, hidâyet yoluna yöneldi. Ne 
zaafa düştüm; ne korktum, ürktüm. Ne hainlik ettim; 
ne de yorulup kaldım. 

Andolsun Allah'a, batılın böğrünü deşeceğim de 

oradan gerçeği çıkaracağım. 

* * * 



105 



(Diğer bîr hutbelerinden:) 



Sonunda, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Muhammed'i ümmetine tanık olarak, müjdeleyici, 
korkutucu olarak gönderdi Allah. Çocukluğunda halkın 
en hayırlısıydı; olgunluk çağında en soylusu. Huy 
bakımından temizlerin de en temiziydi; hayırlılık 
bakımından cömertliği umulanların da en cömerdiydi. 

Sizesye henüz dünyanın lezzetleri tatlı gelmemişti; 
onun memelerinden süt emmeye başlamamıştınız; 
ancak ondan sonra bu tadı aldınız, bu zevki buldunuz. 
Dünyâyı, yuları kimsenin elinde olmayan, o yana, bu 
yana sallanıp duran, palanı oynayan bir deve hâlinde 
elde ettiniz; ama onun, haramı, bâzılarına dikensiz 
sedir ağaçları gibi geldi; helâliyse sanki hiç olmayan 
uzak bir şey gibi göründü. Andolsun Allah'a, onu, sayılı 
günlerin sonuna dek, kaba gölgelik bir yer gibi 
gördünüz. Yeryüzü, sizin için sahipsizdi; ellerinizi 
uzattınız; ona sahip olanların elleriyse çekilmişti; size 
bir zarar vermez olmuştu. Kılıçlarınız onlara musallatı; 
onların kılıçlarıysa size karşı kınlarına girmişti. 

Ama bilin ki her kanın bir isteyicisi, bir öç alıcısı, 
her hakkın bir dileyicisi vardır. Bizim kanımızı isteyiş, 
öcümüzü alışsa, insanın kendi hakkında hüküm 



vermesine benzer; hâkime hacet yoktur; tanığa da 
ihtiyaç olmaz; o kanı isteyen Allah'tır; onun dilediği, 
onu acze düşüremez; ondan kaçan da, onun kahrından 
kurtulamaz. Ey Ümeyyeoğulları, andolsun Allah'a, az bir 
zaman sonra bu devleti, başkalarının ellerinde görür, 
tanırsınız; düşmanlarınızı yurtlarınıza konmuş 
bulursunuz. 

İyice bilin ki iyi gören göz, hayrı gören, işlerin 
düzenlenmesine bakan gözdür. İyice bilin ki en iyi 
işiten, en iyi duyan kulak, öğüdü işiten, onu duyup 
kabul eden kulaktır. 

Ey insanlar, ışığınızı, öğüt veren, öğüt tutan kişinin 
ışığından yakın; suyu bulanık olmayan arı-duru 
kaynaktan alın. 

Allah kulları, kendi bilgisizliğinize güvenmeyin; 
isteklerinizin peşine düşmeyin. Böyle bir durağa gelip 
konaklayan, selden yıkılmak üzere olan bir uçurumun 
kıyısında konaklamış demektir. Helak uçurumunun 
tam önündedir. Bir düşünceden bir düşünceye saparak 
yerden yere yeler durur. Yapılması gerekmeyen şeye 
yapışır; yakınlaşmaması gereken şeyi yakınlaştırır. 

Allah için olsun, Allah için, sizden derdi, elemi 
gidermeyecek kişiye, size gerekli olanı, kendi dileğiyle 
kırıp döken kişiye şikâyette bulunmayın. 

İmâma vacip olan, Rabbinin buyruğunu 
bildirmektir: Onlar da, buyruğu altındakilere öğüt 
vermek, bu hususta çalışıp çabalamak, Peygamberin 
sünnetini yürütmek, suçluların cezalarını vermek, 
müstahak olanlara haklarını üleştirmektir. 

Bilgi elde etmeye çalışın, çimeni solmadan, ehli 
hayattayken, dünyadan gitmeden. Kötüleri kötülükten 



men edin; siz de kötülükte bulunmayın; çünkü siz, 
kötüleri kötülükten nehyetmeye memursunuz. Fakat 

kendiniz de kötülük etmemek şartıyla. 

* * * 



106 



(Sıffîn'den önce bir hutbelerinden:) 



Hamdolsun Allah'a ki İslâm dinini koydu; ona 
uyanlara o dîni kolaylaştırdı; karşı durmak isteyenlere 
rağmen İslâm'ın esaslarını üstün etti. Ona yapışana, o 
dîni eminlik, kabul edene esenlik, hükümlerini 
söyleyenlere delil ve buhran, onunla pençeleşmeye 
kalkışanlara tanık, onunla nurlanmak isteyenlere ışık 
kıldı. İslâm'ı, akıl edenlere anlayış, onunla düşünüp 
tedbîre kalkışanlara biliş, doğru yolun alâmetini 
arayanlara alâmet ve nişan, işe girişmek isteyenlere 
can gözü ve beyan, öğüt almak isteyenlere ibret, 
gerçekleyenlere kurtuluş ve kudret, Tann'ya 
dayananlara güvenç, işini ona ısmarlayanlara rahat, 
huzur ve îman, sabredenlere kalkan kıldı. İslâm, bir 
dindir ki tutulacak yolları apaydındır; gidilecek belleri 
apaçıktır. Delilleri yücedir, herkes görür, ana yoları 
ışıklıdır, herkes bilir; ışıkları aydınlatıcıdır, herkes 
nurlanır. Dolaşılacak meydanı geniştir, büyüktür. 



Varılacak yeri yücedir; orada koşuya girişenleri kavrar, 
içine alır; ödülü özenilecek değerli ödüldür; koşuya 
girenleriyse yüce atlılardır; Apaydın yolu 
gerçeklemektir; yolunun nişanları iyi işler işlemektir; 
varılacak yeri, kötülükten ölmektir; imtihan ve 
müsabaka yeri dünyadır; koşuya girişenlerin toplantı 
yeri kıyamettir; kazanılan ödülse cennettir. 

(Bu hutbede Hazreti Peygamber'i, Sallallahu aleyhi 
ve âlihi anlatırken buyurdular ki:) 

Hidâyete eriş ateşini yalımlandırdı dileyenlere; 
nişaneleri aydınlattı, gösterdi şaşırıp kalanlara. İlâhî 
emniyete ulaşmış eminindir; buyruklarını bildirir. Ceza 
gününde tanığındır; ümmetine tanıklıkta bulunur. 
Müminlere nimet olarak gönderdiğin nimettir; gerçek 
üzere yolladığın şerîat sahibi Peygamberdir; âlemlere 
rahmettir. 155 Allah'ım, adlinden onun nasîbini ona 
ikram et, fazlından ona fazlasıyla hayırlar ver, in'âm et. 
Allah'ım, onun kurduğu yapıyı, yapı yapanların 
yapılarından daha yüce kıl; katından ona rahmetler ver; 
indinde menzilini, derecesini yücelt; cennette ona yüce 
dereceler, üstünlükler ver. Bizi de hor-hakir etmeyerek, 
nedamete düşürmeyerek, doğru yoldan ayrılmamış 
olarak, ahdinden döndürmeyerek, sapıklığa düşmeden, 
kimseyi saptırmadan, fitnelere düşürmeden ona 
uyanlarla hasret. 

(Seyyid Radi der ki: Bu hutbe, bu tarzda da rivayet 
edildiği için tekrar aldık.) 

(Aynı hutbede ashabına buyururlar ki:) 



155 -Enbiyâ', 107. 



Allah size lütuflarda bulundu, yüceltti sizi, öyle bir 
yüceliğe erdiniz ki halayıklarınız bile yüce tanındı; 
komşularınız bile size karışmayı, sizden olmayı 
dilemeye koyuldu. Onlara, soy-boy bakımından bir 
yüceliğiniz olmadığı, onlara karşı bir lütufta 
bulunmadığınız hâlde sizi yüce tanımaktalar. Onlara 
karşı bir kudretiniz, onlara buyruk yürütmeye bir 
yetkiniz olmadığı halde sizden korkuyorlar. Ama siz 
Allah'ın ahitlerinin bozulduğunu görüyor-sunuz da 
kızmıyorsunuz; fakat babalarınızın ahitlerinin 
bozulmasından öfkeleniyorsunuz. 

Allah'ın emirleri size arzedilirdi; sizin vâsıtanızla 
icra olunurdu; size müracaat kılınırdı. Yerlerinize 
zâlimleri geçirdiniz; iplerinizi onların ellerine verdiniz: 
Allah'ın buyruklarını onların ellerine teslîm ettiniz; 
onlarsa şüphelerle amel etmedeler; şehvetlerine uyup 
gitmedeler. Allah'a andolsun ki bunlar, sizi dağıtırlarsa, 
onlardan kurtulmak için her biriniz bir yıldız altına 
dağılsanız bile gene de Allah sizi, onların uğrayacakları 
günden daha beter bir günde toplayacaktır elbet. 



•k ic ic 



84 



(Amr b. Âs hakkında buyurmuşlardır ki:) 



Şaşarım Nâbıga'nın oğluna; Şamlılara beni, alay 
eder, eğlenir gider bir kişi olarak tanıtırmış, ben alay 



edermişim; oyunlara, eğlenceye dalarmışım. 
Olmayacak bir söz söyle-miştir, söylemiştir de günaha 
girmiştir; sözlerin kötüsü yalandır: Oysa söz eder, yalan 
söyler; söz verir, sözünden döner, kendisinden bir şey 
istenir, nekeslik eder, vermez; fakat kendisi ister, 
direndikçe direnir, istemekten vazgeçmez. Ahdine 
hıyanet eder; yakınlığa riâyet etmez, arayı keser 
gider. 156 

Savaşta, kılıçlar işe girişmeden önce halkı kışkırtır; 
emirler verir; kılıçlar çekildi mi en büyük hîlesi budur: 
Ardını döner, ayıp yerini gösterir. 157 



156 - Nâbıga, Amr'ın anasının adıdır. Bu hanım, bir gece 
Ebû-Leheb, Ümeyye, Ebû-Süfyan ve Âs b. Vâil'le buluşmuş, 
çocuk doğunca bunların her biri benim oğlumdur iddiasına 
girişmiş, sonunda Nâbıgıyı hakem yapmışlar, kendisine Âs 
baktığı için ondan olduğunu söylemiş, bu suretle Amr b. Âs 
diye anılmıştır; fakat Amr, Ebû-Süfyân'a daha fazla benzerdi 
(Meşâhir'ün-Nisâ'dan naklen Fetret'ül İslâm, s.77, 5. not.) 

157 - Sıffîn savaşında H. Emir (a.s), Muâviye'ye kendisiyle 
savaşmasını teklif etmiş, ikimizden biri ortadan kalkarsa iş 
biter, kan dökülmesinin önüne geçilir buyurmuştu. Amr, Âli 
doğru söylüyor, namusunu korumak için karşısına çık dedi. 
Muâviye, sen benim namusumu korumuyor, mevkiimi 
istiyorsun, sen çık dedi ve çıkmazsa onunla barışmayacağına 
da yemin etti. Amr, bunun üzerine çıkmak zorunda kaldı ve 
meydanda, "Ey Küfeliler, ey fitneciler, size bunu haber 
veriyorum ama Ebü'l-Hasan'ı görmüyorum" mealinde bir beyit 
okudu. Emir'ül-Mü'minin aleyhisselâm meydana çıkıp "Evet, 
Ebü'l-Huseyn de benim, bunu bil, Ebü'l-Hasan da. İşte 
karşındayım" mealinde bir beyit okuyup Amr'a hücum etti. 
Amr, yere düşünce, ardını açtı; Hazreti Emir bunun üzerine geri 
döndü (Nûr'ül-Ebsâr ve El-Kâmil'den naklen Fetret'ül-İslâm, 



Bilin ki andolsun Allah'a, gerçekten de ölümü anış, 
beni oyundan, eğlenceden alıkor; gerçekten de âhireti 
unutuş, onu doğru söz söylemekten alıkor; gerçekten 
de o, Muâviye'ye de, kendisine bir bağışta bulunmasını, 
dinini terk etmesine karşılık bir bayağı rüşvet 
vermesini şart koşarak biat etti. 158 



•k ic ic 



138 



(Sıffin'den önce fitne ve savaşlara dâir buyurdular 
ki:) 



İnsanlar, hidâyeti bırakıp hevâ ve heveslerine 
uyunca, Kur'ân'ı kendi reylerine uydurunca imâm, hevâ 
ve hevesi giderir; yerine hidâyeti getirir; halkın reylerini, 
yorumlarını boşlar; Kur'an'ın hükmünü icraya başlar. 

(Aynı hutbeden:) 

Sonunda savaş diz boyu yücelir; dişlerini gösterir; 
dokuz aylık gebe kadınlar gibi memeleri dolar; verdiği 
süt önce tatlı gelir, fakat sonu acıdır. 



s.133 ve aynı sahifenin 1 ve 2. notlan). 

158 - Amr Muâviye'ye, kendisine kaydı hayat şartıyla Mısır 
eyâletinin emaretinin verilmesini istemiş, bunun üzerine biat 
etmişti. 



Bilin ki yarın, bilmediğiniz, ummadığınız olaylar 
gelip çatacak; o yarın da uzak değil; tez gelecek. 
Buyruk sahibi, onların kötülük yapanlarını soruya 
çekecek. Yeryüzü, ciğerinde ne varsa dışarı atacak; 
altınını gümüşünü, mâdenini ona sunacak, O da adalet 
neymiş, adaletle hükmetmek nasılmış, size 
gösterecek; kitabın, sünnetin ölmüş hükümlerini 
diriltecek. 

(Aynı hutbeden:) 

Sanki görüyorum onu, Şam'dan seslenmede; 
bayraklarıyla Küfe civarını birbirine katmada. Sütü 
sağılmak istenen kızgın deve gibi onlara saldıracak; 
yeryüzünü başlarla dolduracak. Ağzını açması sert 
olacak; yere pek pek ayak basacak; upuzak yerlere 
kastedecek; büyük bir kudretle yürüyüp gidecek, 
saldırıp vuracak. Andolsun Allah'a ki yeryüzünün 
dolaylarında sizden, gözden kalan sürme gibi pek 
azınız kalacak. Bu, böylece sürüp gidecek; aklını yitiren 
Arab'ın aklı başına gelinceye dek. 

O halde hükmü baki olan yola-yordama uyun; 
apaçık dinin hükümlerine tâbi olan; peygamberlikten 
kalmış olan, size de yakın bulunan ahde, Peygamber'in 
Ehlibeytine sarılın. Bilin ki Şeytan, uymanız, peşinde 
düşmeniz için, avcının tuzağına düşürmek kastıyla 
tuzağa varan yollardaki engelleri kaldırdığı gibi 
yollarınızdan engelleri kaldırmadadır; yolları size 

kolaylaştırmadadır. 

* * * 



144 



Sıffin'den Önce: 



Vahyi için seçtiği peygamberlerini yolladı; onları, 
yarat-tıklarına delil kıldı; onlarla halkın, kendisine karşı 
özürler getirmesi yolunu bağladı; kullarını gerçek bir 
dille gerçek yola çağırdı. 

Bilin ki Allah, gerçekten de halka tekliflerini 
açıkladı; onun gizlediklerinin bilinmemesi, 
gönüllerindeki sırların duyulmaması gibi bir yol 
tutmadı; kulların hangisi en iyi işte bulunacak, bunun, 
kullarca da bilinmesini irâde etti; böylece de iyiliğe 
karşı iyi mükâfatı, kötülüğe karşı da kötü mücâzâtı 
takdir eyledi. 159 

Nerede o kişiler ki bizden -Ehl-i Beyt'ten- ayrı olarak 
kendilerini bilgide üstün sayarlar, hem de yalan olarak, 
bize zulmederek bu zanna kapılırlar? Oysa ki Allah 
bizim derecemizi yüceltmiştir, onlarıysa alçaltmıştır. 
Bize ihsan etmiştir, onlaraysa vermemiştir. Bizi 
haremine almıştır, onlarıysa oradan çıkarmıştır. 
Hidâyet bizimle istenebilir, körlük bizimle giderilebilir. 
Bilin ki imamlar Kureyş'tendir; Kureyş'in de Hâşim 



159 - "Öyle bir mâbuddur ki yaratmıştır ölümü ve dirimi, 
hanginiz daha iyi işte bulunacak, sınamak için sizi ve odur 
üstün olan ve suçları örten." (67, Mülk, 2). 



soyuna verilmiştir imamlık; başkalarıyla düzene 
girmez. 160 

(Aynı hutbeden:) 

Diğerleriyse tez elde edilen dünyâyı seçtiler, 
sonradan elde edilecek âhireti geriye attılar. 161 Arı-duru 
suyu bırak-tılar, pis ve bos bulanık suyu içtiler. Sanki 
onların kötüsünü görmedeyim: Nehyedilen şeye eş 
olmuş, onunla ülfet etmiş, ona uymuş. Saçı başı 
onunla ağarmış; huyu huşu onun rengine boyanmış. 
Ondan sonra da ağzı köpürürken, dalgalarla coşan 
denizde boğulmaktan ürkerek, yahut da kuru otun 
ateşe düşüp yanmasından, kavrulmasından perva 
etmeyerek halkın zararına, kötülüğüne yüz tutmuş. 



160 - Hz. Rasûl-i Ekrem'in, sallallahu aleyhi ve âlihi ve 
sellem, kendilerinden sonra on iki halifesi bulunacağı, bunların 
hepsinin Kureyş'ten olacağı, Buharî, Müslim, Tirmizî, Müsned 
ve Kenz'ül-Ummâl hadislerindendir. Yenâbî-ül-Mevedde'de, 
Câbir b. Sümre'nin rivayeti, hepsinin de Hâşimî olacağıdır; 
Hafız Ebu-Nuaym, "Hılye"sinde, Hz. Rasûl'ün (s. a. a), kim benim 
yaşayışımla yaşamak, öldüğüm gibi ölmek, Rabbimin adn 
cennetinde yerleşmek dilerse benden sonra Ali'yi sevsin, onun 
vilâyetini kabul etsin; onu sevene dost olsun, benden sonra 
İmamlara uysun; çünkü onlar benim Ehlibeytimdir, benim 
toprağımdan yaratılmışlardır, onlara anlayış ve bilgi 
rizkedilmiştir; ümmetimden olup da onların üstünlüğünü 
yalanlayanlara yazıklar olsun; onlar, benim onlarla olan 
yakınlığımı inkâr ederler; şefaatime da nail olmazlar 
buyurduğunu İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir (Fedâil'ül-Hamse, 
2, s. 23-26). 

161 - "Hayır, siz geçip gideni seversiniz ve âhireti 
bırakırsınız." (75, Kıyâme, 20-21). 



Nerede hidâyet ışıklarıyla aydınlanan akıllar, takva 
alâmetlerini canla başla gören gözler? Nerede Allah'a 
bağışlanmış olan, Allah'ın tâatine bağlanmış bulunan 
gönüller? 

O yol yitirmişler bu dünyânın malına üşüştüler, 
birbirleriyle haram elde etmek için dövüştüler. 
Cennetin, cehennemin alâmetleri gözlerinden 
kaldırıldı; cennetten yüz çevirdiler, amelleriyle 
cehenneme yüz tuttular. Rableri çağırdı onları, onlar 
yüzlerini döndürdüler; şeytan çağırdı onları; icabet 
ettiler, ona döndüler. 

* * * 

200 



Muâviye hakkında 



Andolsun Allah'a ki Muâviye, benden daha akıllı, 
benden daha dahî değildir; fakat o gadretmede, kötü 
işler işlemededir. Gadrin kötülüğü olmasaydı ben de 
halkın en dâhisî olurdum. Fakat her gadirde bir zulüm 
vardır, her zulümde bir küfür mevcuttur. Gadredenin bir 
bayrağı olur ki kıyamet gününde onunla tanınır, 
bilinir. 162 



162 - "Her gadredenin bir bayrağı vardır; kıyamet günü 
onunla tanınır, bilinir." (Hadis, Cami', 2, s. 104). 



Andolsun Allah'a ki ben gadirden gaflette değilim. 
Onların zulmünü onlardan yeğ bilirim; fakat göz 
yumarım, kimse beni, çetin işlerde bile kötülüğe 
götüremez; direnir, dayanırım. 



•k ie ie 



171 



(Sıffin'e giderlerken) 



Ey yüceltilmiş göğün, yayılmış, durulmuş 
yeryüzünün Rabbi olan Allah'ım, yeri, geceyle 
gündüzün gelip konduğu, göğü, güneşle ayın akıp 
gittiği, dönüp giden yıldızların gelip geçtiği yer yaptın, 
boyuna sana, kulluk eden meleklerini konakladın. Ey 
yeryüzünün Rabbi, yeri, uçan, otlayan, görünen, 
görünmeyen nice canlıların konağı, karar yeri kıldın; ey 
yeryüzünü destekleyen, halka dayanak olan dağları 
yaratan Rabbim bizi düşmana üst edersen 
cevretmekten, cefâda bulunmaktan koru, hak üzere 
dayandır bizi. Onları bize üst edersen şehâdet nasip et 
bize, fitneden sakla, bekle bizi. 

Çetin işler gelip çatınca eşini dostunu koruyanlar, 
koruyuculardan sayılanlar nerede? Karşı durmamak bir 



ayıptı, ardınıza attınız; şehâdet ve cennetse önünüzde, 
ona yönel-diniz. 



•k ic ic 



206 



(Savaşırlarken ashabından bâzılarının Şamlılara 
sövdüklerini duyunca buyurdular ki:) 



Sizin sövücü kişiler olmanızdan hoşlanmam, bu iş 
kötü gelir bana. Onların yaptıklarını söylediniz, hallerini 
andınız mı en doğru olarak söyleyeceğiniz, özür 
bakımından da geçerli olarak diyeceğiniz söz şu olmalı; 
onları söveceğiniz yerde deyin ki: 

Allah'ım, onların da canlarını koru, bizim de 
canlarımızı koru. Onlarla aramızı uzlaştır; onları 
sapıklıklarından kurtar, hidâyete ulaştır; böylece de 
bilmeyen, hakkı tanısın, sapıklıkta direnen, ondan 
vazgeçsin, ayrılsın. 



•k ic ic 



55 



(Sıffin'de henüz ashabına savaşa izin vermedikleri 
sırada buyurdular ki:) 



Ama bütün bunlar, ölümden kaçınmak yüzünden 
mi diyorsunuz? Andolsun Allah'a, ölüme gitmeme, 
yahut ölümün bana gelip çatmasına aldırış bile etmem 
ben. Ama Şamlılar hakkında bir şüphe mi var 
diyorsunuz; gene andolsun Allah'a ki savaşı birgün bile 
geciktirmem, ancak onların bir bölüğünün bana 
katılarak doğru yolu bulması, benim ışığımla gözlerinin 
ışıyıp gerçeği görmeleri içindir. Bu onları sapık bir 
haldelerken öldürmemden daha yeğdir bence, daha da 
sevimlidir hattâ; isterlerse tekrar suçlarına dönsünler. 



•k Jc Jc 



216 



(Sıffin'de okudukları hutbe:) 



(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât-ü 
selâmâdan) Sonra gerçekten de Allah beni, buyruk 
sahibi etmekle üzerinizde hakkım olduğunu takdir 
etmiştir. Fakat benim, sizin üzerinizde hakkım olduğu 



gibi sizin de benim üstümde hakkınız var. Hak, 
söylenip övülmede her şeyden kolaydır, fakat insafla 
amel edilmede en güçtür. Hiç kimsenin bir kimse 
üstünde hakkı yoktur ki onun da öbürü üstünde bir 
hakkı olmasın; birinin başkası üzerinde hakkı olsun da 
o kimse üzerinde başkasının hakkı bulunmasın, 
herkesten ve her işten müstağnî olan, kullarına karşı 
sonsuz gücü-kuvvetli olup takdirini adaletle icra eden, 
noksan sıfatlardan münezzeh Allah, kudreti ve adaleti 
dolayısıyla bundan müstesnadır; ona karşı hiç kimse 
hak dâvasına kalkışamaz. Kullarının ona ibâdet 
etmesini, insanıyla, lütfüyle mükâfatlarını kat kat 
arttırmayı takdir etmiştir; bu, onun kullara vacip ettiği 
hakkıdır. 

Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, 
bâzı insanlar için bâzısına kendi haklarından bir 
kısmını vacip etmiş, çeşitli derecelerle de o hakları eşit 
kılmıştır. Bâzı hakları, öbür haklar karşılığında öyle 
vacip etmiştir ki onlar yapılmadıkça öbürleri de 
yapılamaz. Allah haklarının en büyüğü, buyruk 
sahibinin, buyruğu altındakilere, buyruğu altında 
olanların da buyruk sahibine terettüp eden haktır. Bu 
bir farzdır ki Allah herkese farz etmiştir bunu. Halkın 
düzene girmesine, dinlerin üstün olmasını vesile 
kılmıştır bunu. Halk, ancak buyruk sahiplerinin düzgün 
olmalarıyla düzene girer; buyruk sahipleri de ancak 
buyruğa uyanların doğruluğuyla yücelir, kurtuluşa erer. 
Halk, kendisine emredenin hakkını edâ ederse, halka 
emreden de emrettiklerine haklarını verirse aralarında 
gerçek, üstün olur; din yolları düzelir; adalet yerine 
gelir; yollar-yordamlar halk arasında yürür-gider. 



Bununla da zaman düzelir, devletin bakası umulur, 
düşmanların ümitleri ye'se döner. 

Ama buyruk altında bulunanlar, buyruk sahibine 
itaat etmezlerse, yahut buyruk sahibi, buyruğu 
altındakilere zulmederse, o vakit söz çeşit-çeşit olur; 
birlik, düzenlik bozulur; zulüm alâmetleri belirir; 
dindeki hükümler değişir; sünnetler yürürlükten kalkar. 
Artık işler, hevâ ve hevesle görülür; hükümler kalkar, 
tutulmaz olur; insanlar bozgunluğa düşer; ellerinden 
attıkları, riâyet etmedikleri pek büyük haktan bile 
korkmazlar; işledikleri pek büyük batıldan bile 
çekinmezler. İşte o vakit iyiler alçalırlar, hor-hakir 
olurlar, kötüler yücelirler, üstün kesilirler; Allah'ın 
azapları da pek büyük bir tarzda kullara yönelir. 

Böyle bir hâlde birbirinize öğüt vermeniz, iyi bir 
tarzda birbirinize yardım etmeniz gerektir. Birisi, 
Allah'ın razılığını elde etmeyi ne kadar dilerse dilesin, 
ne kadar kullukta bulunursa bulunsun, elinden geldiği 
kadar öğüt vermeye çalışmazsa, kullara vacip olan bu 
Allah hakkını yerine getirmezse, halkın arasında 
doğruluğun hüküm sürmesine yardım etmezse, Allah'ın 
rızasını elde edemez. Dinde yüce de olsa, üstün de 
bulunsa herkese Allah haklarının edasına yardım 
etmek vaciptir. Halkın gözüne küçük görünen, 
kendisine önem verilmeyen kişiye de bu hususta 
yardımda bulunmak, buna çalışmak, büyük sanılana 
vacip olduğu gibi vaciptir. 

(Bu sırada ashabından biri kalktı, Allah'a hamd-ü 
sena ettikten, kullarına nimetlerini andıktan sonra, sen 
dedi, bizim emirimizsin, biz sana tâbiiz. Allah bizi 
seninle horluktan kurtardı, belâdan emin etti. Emret, 



buyruğuna uyalım; ne yolu seçersen o yola varalım. 
Sözün, gerçeğin ta kendisidir; hükmün tam yerindedir. 
Hiçbir işte sana karşı durmayı doğru bulmayız; hiç 
kimsenin bilgisini, senin bilginle ölçmeyiz. Katımızda 
derecen büyüktür; merteben yücedir. Hazret buyurdular 
kiO 

Özünde Allah'ın ululuğunu duyan, kalbinde bu 
ululuk yer eden kişiye, Allah'tan başka her şey küçük 
görünür; Allah'ın ululuğunu bilip ululanmayan kişiye 
Allah'ın lütfü da, ihsanı da pek büyük olur. Çünkü 
Allah'ın nimetlerini büyük gören kişiye Allah, daha da 
fazla nimetler verir. Buyruk sahiplerinin iyilerce en 
aşağı sayılan hâli, övünmeye kalkışmaları, kendilerini 
beğenmeleri, kibirliliklerini gösteren durumlara 
düşmeleri, bu çeşit hareketlere kalkmalarıdır. 

Beni, övülmeyi seven, isteyen biri sanmanızdan 
nefret ederim; övülmeyi hiç mi, hiç istemem. Şükürler 
olsun Allah'a ki böyle bir kişi değilim ben. Hattâ böyle 
olsam bile gene de Allah'ın ululuğu karşısında 
vazgeçer giderim bu huydan; çünkü Allah, ululuğa, 
yüceliğe fazlasıyla lâyıktır. Nice kişiler vardır ki işi bir 
işe koyuldular mı, övülmeyi isterler; fakat böyle bir kişi 
değilim ben. Allah'a itaatimden, sizi idarede iyi 
hareketimden dolayı övmeyin beni. Daha nice huylar 
var, daha nice gerçek işler var; onları yapmaya 
mecburum ben. Övgüden hoşlanan kişilere söylenen 
sözleri söylemeyin bana, aksine, öfkeli kişileri 
öfkelendirecek sözler söyleyin bana; çekinmeyin 
benden; o çeşit sözleri gizlemeyin benden, 
yaltaklanmakla, dille rüşvet vermekle uzaklaşmayın 
benden. Sanmayın ki doğru bir söz söylerseniz ağır 



gelir bana; kendisine doğru söz ağır gelen kişi, adaletle 
hüküm yürütemez. Doğruyu söylemekten, adalete uyup 
benimle danışmaktan çekinmeyin. Çünkü hatâya da 
düşebilirim; emin değilim bundan; ancak Allah lütfeder 
de korursa o başka. Çünkü 0, bana benden daha 
ziyade sahiptir. Siz de kullarsınız, ben de bir kulum 
Rabbe; ondan başka da Rab yok; odur sahibimiz; bizse, 
bize sahip değiliz. Bilmiyorduk, kurtardı bilgisizlikten 
bizi; körlükten kurtardı, açtı gözlerimizi. 



•k ic ic 



89 



(Bâzı ashabına hitapları:) 



Onu (Hz. Muhammed'i s.a.a), peygamberlerin 
gönderil-mediği, ümmetlerin uykuları uzayıp gittiği, 
fitnelerin belirip göründüğü, işlerin darmadağın olduğu, 
savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi; Dünyanın ışığı 
görünmez olmuştu; aldatışı açığa çıkmıştı, ondan 
kaçınılmaz olmuştu; o çağda, yaprağı sararmıştı; 
yemişinden ümit kesilmişti; suyu çekilmişti; hidâyet 
bayrakları yıpranmıştı; azgınlık bayrakları görünmüştü, 
dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmişti; onu dileyenin 
yüzüne suratını asmıştı; meyvesi fitneydi; yemeği leşti, 
pisti; bedenine giydiği elbisesi korkuydu; üst giyimi 
kılıçtı. 

İbret alın Allah kulları, babalarınızın, kardeşlerinizin 
rehin oldukları, soruya çekildikleri hâli anın. Ömrüm 
hakkı için zamanları ne size uzak, ne onlara ırak. 
Sizinle onlar arasında yüzyıllar, uzun zamanlar 
geçmedi. Bu gün, onların bellerinde bulunduğunuz 
zamandan uzak değilsiniz siz. Allah'a andolsun ki 
Peygamberin onlara buyurduğu şeyleri bugün, ben 
söylemekteyim size. Onların kulakları dün nasıl 
duyduysa sizin kulaklarınız da bugün öylece duymakta. 
O zaman onların gözleri nelere açıldıysa, neler 



gördüyse, gönülleri ne hallere düştüyse, bugün size de 
aynı şeyler görünmede, aynı haller gelmede. Onların 
gördüklerini görüyorsunuz, duyduklarını duyuyorsunuz. 
Vallahi onlardan sonra, onların bilmedikleri bir şeyi 
görmüyorsunuz; onların mahrum oldukları bir şeye 
ermiyorsunuz. Size belâ, öylesine indi, öylesine gelip 
çattı ki, sanki yuları çözülmüş esrik bir deve, yükü de 
yeğin. Aldananlar gibi aldatmasın sizi; çünkü bir 

gölgedir o ki uzayıp gider; sayılı günlerce devam eder. 

* * * 



123 



(Savaş usûlünü anlatırlarken buyurdular ki:) 



Sizden kim olursa olsun, biriniz, düşmanla 
karşılaşınca, kendisinde bir güç, bir yüreklilik duyar, 
kardeşlerinden birinin zayıflığını, güçsüzlüğünü 
görürse, kendisine ihsan edilen, bununla da üstün bir 
hâle gelen kişi, yiğitlikle düşmanı kendisinden defeder 
gibi kardeşinden de defetmeli; Allah dilerse, 
zamanında, ondan da bu çeşit bir zaafı, tıpkı bunun 
gibi defeder. 

Gerçekten de ölüm, öyle bir isteklidir ki ne oturan, 
onun pençesinden kurtulur; ne korkan, onu acze 
düşürür. Ölümün en şereflisi de öldürülmektir. Ebû- 
Taliboğlu Ali'nin canı, kudret elinde olana andolsun ki 



kılıçla bin kere vurulup yaralanmak, yatakta ölmekten 
yeğdir bana. 

Ama ben sizde bir bozgun havasının estiğini 
görüyorum; oysa kurtuluş, kendini kalp kuvvetiyle 
derde, belâya atan kişinindir. Helak olmaksa, zayıf bir 
yürekle geriye dönenindir. 

Zırhlıları öne alın, zırhsızları arka saflara dizin. 
Dişleri-nizi sıkın; çünkü savaşta direnmek, insanın 
başından kılıcı uzaklaştırır. Mızrak vururken, yahut size 
mızrak vurulacağı vakit, yerine göre eğilin; yakut 
boyunuzu yüceltin; bu çeşit mızrak vurmak, daha 
tesirlidir. Her yana bakınmayın; bakınmamak, bir yana 
gözünü dikmek, göz yummamak, yürekteki gücü 
kuvveti çoğaltır. Susun; susmak, temkinli olmak, 
insandan korkuyu uzlaştırır. Bayrağı, diktiğiniz yerden 
başka bir yere nakletmeyin; çevresini de boş 
bırakmayın; aynı zamanda bayrağı herkese de 
vermeyin; onu ancak içinizdeki yiğitlerin, sizden ayıbı 
gideren ad-san sahiplerinin ellerine verin. Uğradıkları 
çetin işlere sabreden kişiler, sağa sola, öne arda 
seğirtip savaşın, bayrağı koruyan erler, bayrağın 
ardında kalıp düşmanın eline düşmesine sebep 
olmayan kişilerdir. Yahut ilerisine geçip muhafazasız 
kalmasına meydan vermeyen erlerdir. 

Savaşta düşmanla yüz yüze gelince ona saldırmak, 
zayıf kardeşine yardım etmek gerekir. Düşmanı 
başıboş bırakıp kendi saf arkadaşının yanına gelmek 
de doğru değildir. O vakit düşman, önünde kimseyi 
görmez ve senin saf arkadaşına saldırır. Onun işini 
bitirdi mi, bu sefer sana hücum eder. Andolsun Allah'a 
ki dünya kılıcından kaçan, âhiret kılıcından 



kurtulamaz. Siz Arab'ın ileri gelenlerisiniz, 
büyüklerisiniz, savaştan kaçmak, Allah'ın gazabına 
uğramaya, aşağılık bir hale düşmeye sebep olur ve 
buysa, ebedî bir ayıptır, daimî bir ayıp. Kaçan ömrünü 
uzatamaz; kaçmak, adamla ecel gününün arasına girip 
ecele engel olamaz. Allah'a giden kişi, suya kavuşmuş 
susuza benzer ve cennet, mızrakların gölgeleri 
altındadır. Bugün iş belli olur; haberler apaçık duyulur, 
andolsun Allah'a, düşmanlar, şehirlerini ne kadar 
özlüyorlarsa ben, onlarla karşılaşmayı, o kadar; hattâ 
ondan da fazla özlüyorum. 

Allah'ım, gerçeği kabul etmezlerse, batılda 
direnirlerse sen topluluklarını dağıt, aralarına ayrılık 
düşür; yaptıkları suçlara karşılık, sen helak et onları. 
Çünkü onlar, birbiri ardınca vurulan mızraklarla can 
vermeden, kafa tasları kılıçlarla ikiye bölünmeden, 
kemikleri kırılmadan, kolları, ayakları kesilmeden 
yerlerinden kıpırdamazlar; bölük-bölük askerler, 
onlarla yüz yüze geldikçe, yedeklerinde atlar bulunan 
ve develere binmiş olan askerler onlarla 
savaşmadıkça, birbiri ardınca gelen ordular şehirlerini 
almadıkça, atlar, nallarıyla yaylalarını çiğnemedikçe 
inatlarından vazgeçmezler. 



•k ic ic 



66 



(Gene savaş esnasında buyurdular ki:) 



Ey Müslümanlar, Allah korkusuna bürünün, iman 
kuvvetine sarılın; dişlerinizi sıkın, çünkü direniş, 
başlarınızdan kılıçları defeder. Zırhlarınızı giyinin, hiçbir 
yeriniz açık kalmasın; kılıçlarınızı sıyırmadan önce, 
kınlarındayken oynatın. Gözlerinizin ucuyla, şiddetle 
bakın; sağa sola mızrak vurup saldırın; adımlarınızı ileri 
atarak kılıçlarınızı vurun. 

Bilin ki siz Allah'ın yardımına mazharsınız; 
Rasûlullah'ın amcasının oğluyla berabersiniz. Dönüp 
dönüp hücum edin, kaçmaktan utanın; çünkü o, 
suyunuzca sürecek bir utançtır. Ardından da soru günü 
azap vardır. Canla başla savaşın, savaşmaktan 
hoşlanın, ölüme gülerek, sevinerek koşun. Şu 
çoğunluğa saldırın, şu kurulmuş çadıra yürüyün; çünkü 
Şeytan ordadır; fırsat bulursa elini uzatıp tutmak, güce 
gelirse adımını atıp kaçmak üzeredir. Ercesine yürüyün 
ki gerçeğin direği karanlıktan kurtulup belirsin; "Allah 
sizinledir ve yaptıklarınızın sevabı, hiç 
azaltılmamaktadır." (47, Muhammed s.a.a, 35). 

•k ic ic 



107 



(Savaş sırasında:) 



Dönüp dolaştığınızı, saflarınızda geri kaldığınızı, o 
aşa-ğılık zâlimlerin, o Şam ovasında çergeler kurup 
göçenlerin hücumlarının sizi sürdüğünü, geri 
döndürdüğünü gözle-rimle gördüm; oysa siz Arab'ın en 
ileri gidenlerisiniz, en önde yürüyenlerisiniz; başta 
beyinsiniz, yüzde burunsunuz; yüce yüce dağlarsınız. 

Sonunda onları, sizi sürdükleri gibi sürdüğünüzü, 
sizi yerlerinizden püskürttükleri gibi sizin de onları 
püskürttüğünüzü, önden gelenlerini, ok, kılıç ve 
mızraklarla sonda kalanlarına kattığınızı, susuz 
develeri havuz kıyılarından, yayıldıkları yerlerden 
kaçırdığınız gibi kaçırdığınızı gördüm de dertten sesler 
çıkaran, elemden coşup kabaran göğsüm, gönlüm 
yatıştı, esenliğe kavuştu. 



•k ic ic 



207 



(Sıffin savaşında İmâm Hasan aleyh isselâ mı n 
savaşa katıldığını görünce buyurdular ki.) 



Şu genci tutun, belimi kırmasın benim. Çünkü bu 
ikisinin (Hasan ve Huseyn aleyhimesselâm) ölmelerini, 
Rasûlullah'ın soyunun kesilmesini istemem; bana pek 
ağır gelir bu. 

* * * 

212 



(Ashabı Şamlılarla savaşta zaaf gösterince 
buyurdular ki:) 



Allah'ım, kullarından hangi kul, bizim çevre, zulme 
dayanmayan, adaletin ta kendisi olan, dinde, dünyada 
bozgunculuğa sebep olmayan, hem dîni, hem dünyâyı 
düzene sokan sözlerimizi duydu da duyduktan sonra 
kabul etmedi, senin dînine yardım etmediyse, senin 



dînini üstün etmekten çekindiyse, ey tanıkların ulusu, 
senin ona tanık olmanı, onun aleyhinde yeryüzünde ve 
göklerinde bulunanların hepsinin de tanıklık etmesini 
dileriz. 

Sen de ona artık yardım etme, etmezsin de; onu 
günahıyla azaplandır, azaplandırırsın da. 



•k ic ic 



173 



(Sıffin'den sonra, Nehrivan'dan önce) 



(Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi) Vahyinin 
emini, peygamberlerinin sonuncusu, rahmetinin 
müjdecisi, azabının korkutucusudur. 

Ey insanlar, gerçekten de ben bu işe, insanların en 
lâyığı, Allah'ın bu hususta emirlerini en iyi bileniyim. 
Birisi, bu hususta münazaaya kalkışır, fitneyi 
uyandırırsa onun, ya hakkı kabulü dilenir, yahut da 
onunla savaşa girişilir. Ömrüm hakkı için imamet, 
bütün insanların bir araya gelip rey vermeleriyle 
olmayacağı gibi zâten de buna imkân yoktur. Ancak bu 
işe ehil olanlar, orada bulunmayanlar hakkında rey 
yürütebilirler; bundan sonra da o toplulukta 



bulunanların bu reyden dönmeleri, bulunmayanın da 
başka birini seçmesi mümkün olamaz. 

Bilin ki ben, iki çeşit adamla savaşmadayım: Birisi, 
kendi hakkı olmayan şeyi iddia etmekte; öbürü, 
kendisine gerekeni yapmamakta. Allah kulları, 
Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim size; çünkü bu 
çekinmek, insanlara tavsiye edilecek en hayırlı şeydir; 
Allah katında da işlerin, sonu bakımından en 
hayırl ısıdır. 

Sizinle kıble ehli arasında savaş kapısı açıldı. Bu 
bayrağı gerçek duraklarda görüşe sahip olan, can gözü 
açık ve bilgili bulunan kişiler taşıyabilirler. Size 
buyurulanı yapın; yapma denenden çekinin. Bir iş sizce 
iyi anlaşılmadan ona koşmayın; çünkü başkalarının 
inkâr ettikleri şeyleri de düzüp koşmak gerekiyor bize. 
Bilin ki elde etmeyi dilediğiniz şu dünyâ, bâzı kere sizi 
öfkelendirir, bâzı kere hoşnut eder; fakat ne sizin 
evinizdir, ne konaklama yeriniz; siz onun için, orda 
kalmak için yaratılmadığınız gibi oraya da davet 
edilmediniz. Bilin ki o, size baki değildir; siz de orada 
baki olamazsınız. O, sizi aldatır ama çekindirir de. 
Çekindirmesine bakın da aldanmayın ona; 
korkutmasına bakın da tamah etmeyin ona. Orada, 
davet edildiğiniz yere hazırlanmaya bakın; 
gönüllerinizden dünyâ sevgisini atın. Ellerinizden, ona 
ait bir şey alınırsa hiçbiriniz, halayıklar gibi ağlayıp 
sızlanmaya kalkmasın. Allah'ın nimetinin, hakkınızda 
tamamlanması için Allah'a itaat ederek sabırlı olun. 
Kitabının buyruklarını korumanız emredilmiştir size, 
onları korumaya çalışın. Bilin ki dîninizi koruduktan 
sonra dünyânızdan bir şey yitirmeniz, size zarar 



vermez. Bilin ki dîninizi yitirirseniz, dünyânıza ait bir şey 
korumanız, size fayda etmez. Allah kalplerinizi ve 
kalplerimizi hakka yöneltsin; bize de, size de sabrı 

ilham eylesin. 

* * * 



40 



(Haricîlerin, hüküm ancak Allah'ındır demelerini 
duyunca buyurdular kk) 



Doğru bir söz; fakat onunla batıl murat edilmede. 
Evet, gerçekten de hüküm ancak Allah'ın; ama bunlar, 
emri ancak Allah verir diyorlar; oysa ki insanlara iyi, 
yahut kötü, mutlaka bir emir sahibi gerektir. İnanan, 
onun buyruğu altında işe koyulur; kâfir, onun sayesinde 
faydalar bulur; Allah, takdir ettiği zamanı onunla 
yürütür. Mallar, ganimetler, o yüzden toplanır; yollar, o 
yüzden emin olur; zayıfın hakkı, kuvvetliden onunla 
alınır da iyi kişi huzura erer; kötüden görmez zarar. 

(Bir rivayette de Hâricilerin sözlerini duyunca 
buyurmuşlardır ki:) 

Ben de sizin aranızda, sizin hakkınızdaki Allah 
hükmünü beklemekteyim. 

(Sonra buyurmuşlardır ki:) 



İyi bir emir sayesinde temiz kişi işe koyulur; kötü 
emir yüzünden de kötü kişi fayda bulur; zamanı 

bitinceye, ölümü yetinceye dek bu böyle sürer gider. 

* * * 



208 



Hüküm kabul etmesini zorladıkları zaman 
buyurdular ki: 



Ey insanlar, sizi savaşın zayıflatmasını istediğimi 
sanıp durmadasınız; oysa ki savaş, sizi zayıf düşürürse 
düşmanı sizden ziyade zayıf düşürür. 

Fakat ne çâre; dün buyruk vermedeydim, bugün 
buyruk altına girdim. Dün nehyediyordum sizi, bugün 
siz beni nehyediyorsunuz. Yaşamayı seviyorsunuz; ben 

de istemediğiniz şeye sizi zorlayamam. 

* * * 

121 



(Ashabından birisi kalkıp, bizi hakem tayin 
etmekten men ettin, sonra da hakemlerin hükmüne 
uymamızı söyledin; bilmiyoruz, bu iki işten hangisi 



daha doğru deyince Hazreti Emir aleyhisselâm, elini 
eline vurup buyurdular ki:) 



Gönlündeki ahdi terk edenin cezasıdır bu. Size 
emrettiğim şey, Allah'a andolsun ki, istemediğiniz şeye 
sizi sevk etmek içindi; fakat Allah onda hayır takdir 
etmişti. Emrine uysaydınız doğru yolu bulurdunuz, 
eğrilseydiniz sizi doğrulturdum; baş çekseydiniz sizi 
düzene sokardım; bu da en doğru bir şeydi. Fakat bu işi 
kiminle yapayım, kime güveneyim? Ben sizi tedâvî 
etmek istiyorum, sizse derdimsiniz benim. Ayağındaki 
dikeni, dikenle çıkarmak isteyen kişiye benziyorum; 
ama o da biliyor ki diken, dikene meyletmede. 
Allah'ım, hekimler bile bu dertlilerin dermanından 
usandı; bu derin kuyudan su çekenler bıktı, dermandan 
kaldı. 

Nerede o topluluk ki İslâm'a davet edildiler de 
kabul eylediler; Kur'ân'ı okudular da hükümlerini 
kuvvetlendirdiler; savaşa yürütüldüler de yürüdüler; süt 
emer çocuklarını bile bırakıp atıldılar; kılıçlarını, 
kınlarından sıyırıp saldırdılar? Bölük bölük, müşriklerle 
savaşarak yeryüzünün çevrelerini tuttular; bir kısmı 
şehit oldu, bir kısmı kurtuldu. Yaşayışa önem 
vermediklerinden, kalanlar müjdelenmediler; ölüme 
aldırmadıklarından ölenler yüzünden kalanlara 
başsağlığı verilmedi bile. Onların gözleri ağlamaktan 
dünyâyı seçmez olmuştu; fazla oruçtan karınları 



çökmüştü; duâ etmekten dudakları kurumuştu; 

uykusuzluktan renkleri sararmıştı; yüzlerine Tann'dan 

korkanların, ona karşı alçalanların tozu toprağı 

konmuştu. Onlardı benim kardeşlerim; fakat gittiler; 

artık benim, onlara kavuşmak susuzluğuna uğramam 

gerek; onların ayrılığından elimi dişlemem gerek. 

Bilin ki Şeytan, sapıklık yollarını kolay gösteriyor 

size; düğüm düğüm çözerek dîninizi almak, birlik 

topluluk yerine sizi ayrılığa salmak istiyor sizi. Onun 

vesveselerinden, onun afsunundan yüz çevirin; size 

verenin, öğüdünü armağan edenin sözlerini tutun; ona 

bağlanın, ona uyun. 

* * * 

122 



(Hâriciler, hakem kabulünü İnkârda ısrar 
ederlerken toplandıkları ordugâha gidip buyurdular ki:) 



Hepiniz de Sıffin'de bizimle beraber değil miydiniz? 
(İçimizde bulunan da var, bulunmayan da denince) İki 
bölüğe ayrılın; Sıffin'de bulunanlar bir yana gitsin, orda 
dursun; bulunmayanlar da bir tarafa gelip toplansın da 
hepsine diyeceğimi diyeyim (buyurdu. Sıffin'de 
bulunanlarla bulunmayanlar ayrılınca hepsine) Susun 
da sözlerimi dinleyin, yüreklerinizi sözlerime verin; 
sizden tanıklık istediğim vakit de herkes bildiğini, 
bildiği gibi söylesin (diye münâdîye nida ettirdi. Sonra 



onlara uzun bir hutbe okudu ki bu sözler, o 
hutbedendir:) 

Onlar Mushafları mızraklara bağlayıp yücelttikleri 
zaman, hîleyle, düzenle, bunlar da bizim kardeşlerimiz, 
bunlar da dindaşlarımız. Bize baş vuruyorlar, geçmiş 
suçlarını bağışlamamızı diliyorlar. Noksan sıfatlardan 
arı olan Allah'ın Kitabına sığınarak savaştan kurtulmak 
istiyorlar. Dileklerini kabul etmemiz, onları bu dertten 
kurtarmamız doğrudur diyenler siz değil miydiniz? 

Size, bu bir iştir ki dedim, görünüşte îman, fakat 
içyüzde düşmanlık ve isyan. Evveli rahmet, fakat sonu 
nedamet, Yolunuza yürüyün, dişlerinizi sıkın, savaşa 
devam edin. Uyulursa adamı sapıklığa götürecek, 
uyulmazsa hor-hakir bir halde kalakalacak kişinin 
çağrısına aldırmayın. Fakat siz dinlemediniz; siz kabul 
etmediniz bunu. Ben kabul etseydim uymam gerekirdi; 
fakat Allah, bunun suçunu yüklemedi bana; Kur'ân 
benimledir elbet; ona inanalı ayrılmadım ondan ben. 

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlallah'la 
beraber olduğumuz demlerde öldürülmek, babaların, 
oğulların, kardeşlerin, yakınların arasında döner 
dururdu; ama musibetlerde, bütün çetin olaylarda 
bizim ancak inancımız artardı; gerçek üzere geçer 
giderdik; buyruğa uyarak, yaraların sızısına dayanırdık. 

Şimdiyse Müslüman olduğunuz hâlde İslâm'a giren 
sapıklık ve batıl şüphe ve te'vil yüzünden 
kardeşlerimizle savaşmadayız; Allah'ın aramızdaki 
ayrılığı gidereceğini, bizi uzlaştıracağını umduğumuz 
şeye yapışmaya, ondan başkasını elden atmaya 
çalışmadayız. 



•k Jc ic 



238 



Hakemeyn Hakkında: 



Aşağılık kaba kişilerdir; bayağı huylu kullardır. Her 
yandan toplanmışlar, her kötülüğe bulanmışlar. Din 
hükümlerini öğrenip edep kaidelerine uymaları, 
belleyip yola gelmeleri gerekli olan, buyruk altına 
girmeleri, başlarına buyruk bırakılmamaları icâb eden 
kişilerdir. Ne Muhacirlerdendir onlar, ne Ansâr'dan; ne 
de daha önce Medîne'de yerleşenlerdir. 

Bilin ki onlar, toplumun içinden kendilerince 
sevilen, istenen en yakın kişiyi seçtiler. Sizse 
istemediğiniz, sevmediğiniz en yakın kişiyi seçtiniz. 
Abdullah bin Kays'in dün dediklerini hatırlayın; diyordu 
ki: Bu bir fitnedir, Müslümanlar arasında hakla batıl 
belli değildir; yaylarınızın zırhlarını kesin; kılıçlarınızı 
kınlarına sokun. 163 



163 -Abdullah ibn-i kays, Ebu-Mûsâ'l-Aş'arî'dir. Daha Cemel 
savaşından önce halka, haklı kimdir, haksız kim, bilen yok; 
onun için Ali'nin dâvetine uymayın, ona uyup savaşa girişmeyin 
diyordu. Bu zat, Osman zamanında Basra vâlisiydi. Emlr'ül- 
Müminin (a.s),onu azletmişti. Bu yüzden de Emir'ül-Mü'minin'e 
kin beslemekteydi. Hâriciler, bilhassa bu zâtın hakem olmasını 
istediler, ısrar ettiler; Hazreti Emir'in tayin etmek istediği 
Abdullah b. Abbas'ı kabul etmediler. 



Doğru söylüyorduysa zorlanmadan gitmekte 
yanıldı; yalan söylüyorduysa töhmet altına girdi. Amr 
ibn'il-Âs'a karşı Abbas oğlu Abdullah'ı gönderin; 
fırsattan faydalanın; İslâm'ın elinde olan uzak şehirleri 
kaplayın, kavrayın, koruyun. Görmüyor musunuz ki 
şehirlerinizde savaşıyorlar; onları elde etmeyi 
umuyorlar. 



•k Jc Jc 



125 



(Hâriciler hakem kabul etmesini, sonradan kınayın- 
ca buyurdular ki:) 



Biz insanları hakem yapmadık, Kur'ân'ı hakem 
tâyîn ettik. Kur'ân, iki yaprak arasındaki kitaptır; dille 
söylemez; çaresiz onu okuyup anlatacak biri gerek. 
Onunla söz söyleyenler, insanlardır. Şamlılar bizden, 
Kur'ân'ı hakem tayin etmemizi istediler. Yüce Allah'ın 
kitabından yüz çevirecek kişiler değiliz biz ve noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah, "Bir şeyde 
anlaşmazlığa düştünüz mü, Allah'a, Peygamber'e 



Ebû-Mûsâ'l-Aş'arî, Muaviye'ye uyup Hz. Emir'e, Hâşâ, lanet 
edenlerden ve Hz. Emir tarafından lanet edilenlerdendir. 
Hicretin kırk dördüncü yılında ölmüştü (Tenkihe, 2, s. 203). 



başvurun" buyurmuştur (4, Nisa', 59). Allah'a 
başvurmak, Kitabıyla hükmetmemizdir; Peygamberin 
sünnetine başvurmak, onun hükmüne, onun sünnetine 
uymamızdır. Allah'ın Kitabıyla gerçek olarak 
hükmedilecekse biz, onunla hükmetmeye herkesten 
daha ziyade layığız; Allah'ın Rasûlü'nün sünnetine 
uyularak hükme varılacaksa biz, insanlar arasında 
onunla hükmetmeye en fazla hakkı olanlarız, ona ehil 
bulunanlarız. 

Ama neden hakeme razı olarak mühlet verdin 
derseniz cevabım şudur: Bilgisiz de gerçeği bilsin, 
öğrensin, bilgi sahibi de bilgisini büsbütün arttırsın; 
bunu istedim, bunu diledim; Allah belki bu uzlaşmayla 
bu ümmetin arasını bulur, düzeltir, bu zaman içinde 
biraz soluk almasını sağlar, gerçek aydınlanır, sapıklık 
ortadan kalkar dedim. 

Gerçekten de Allah katında insanların en yücesi, 
gerçek, onun elde edeceği şeyi azaltsa, onu derde, 
gussaya salsa, batıl ona fayda verse, elde edeceğini 
çoğaltsa bile gerçeğe uyanı, onunla amel edenidir. 

Neden şaşkına dönüyorsunuz, neden bu fitne 
nereden geldi size, düşünmüyorsunuz? Gerçeğe 
uymakta şaşırıp kalan, onu bir türlü görmeyen, zulme 
sarılan, ondan ayrılmayan, kitabın hükmünü 
anlamayan, doğru yoldan çıkıp sapan topluluğa karşı 
yürümeye hazırlanın. Fakat siz, ne güvenilir, ne 
dayanılır kişilersiniz, ne yoldaşlık edilecek dostlar. 
Savaş ateşini yalımlayacak ne kötü kişilersiniz siz, Yuf 
olsun size; dertlere düştüm, belâlara uğradım sizinle. 
Birgün savaşa çağırıyorum sizi; birgün gönlümdeki 
dertleri söylüyorum size, danışıyorum sizinle; fakat ne 



çağırdığım zaman doğru özlü, vefalı kişilersiniz siz, ne 
sır söylenecek, güvenilecek kardeşler. 



•k Jc ic 



127 



(Hâricilere karşı buyurmuşlardı ki:) 



Tutalım, benim yanıldığımı, doğru yoldan saptığımı 
sandınız; benim bu hareketim yüzünden neden bütün 
Muhammed ümmetini de sapık sayıyorsunuz? Neden 
benim yanılmam yüzünden onları da yanılmış biliyor, 
benim suçum yüzünden onları da kâfir sanıyorsunuz? 

Kılıçlarınız omuzlarınızda; onları suçsuzlara 
sallıyorsu-nuz; suçluları suçsuzlara katıyorsunuz. Oysa 
siz de bilirsiniz ki; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Rasûlullah evli olarak zina edeni recm etmiş, sonra 
ona namaz kılmıştır, mirasını da, miras düşenlerine 
vermiştir. Adam öldüreni öldürtmüş, mirasını ehline 
pay etmiştir. Hırsızlık edenin elini kestirmiş, evli 
olmadığı halde zina edeni dövdürmüş fakat sonra 
Müslümanların haklarından onlara düşen hakkı da 
kendilerine teslîm eylemiştir; onlar da Müslüman 
kadınları nikahlamışlar, onlarla evlenmişlerdir. 

Demek ki, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Rasûlullah onlara, suçlarının cezalarını vermiş, Allah'ın 
hükmünü tatbik etmiş, fakat Müslümanlıkta haklarını 



onlardan men etmemiş, adlarını Müslümanlıktan 
çıkarmamıştır. Sizse insanların en kötülerisiniz; 
Şeytanın azgınlığa, isyana sevk ettiği, şaşkın bir halde 
sapıklığa sürdüğü kişilersiniz. 

Yakındır, benim yüzümden iki bölük helak olur 
gider: Bir bölüğü, beni fazlasıyla sevendir; sevgi, gerçek 
olmayan inanca yürütür onu; öbürü, bana buğuz 
edendir; buğuz, gerçek olmayan yola salar onu. 
İnsanların hayırlıları, hak-kımda ne ileri gidenleridir, ne 
geri kalanları. Onlar, orta yolu seçerler. Bu yolu seçin; 
Müslümanların çoğunluğunun inancına sahip olun; 
çünkü Allah'ın (Kudret) eli, topluluktadır. Sakının 
ayrılıktan; insanlardan ayrılan, Şeytana kul olur; 
sürüden ayrılan koyunun kurda lokma olması gibi. 

Bilin, duyun; onların bu inancını güden kişiyi, 
imamemin altında bile olsa, öldürün. 

Tayin edilen iki hakem, Kur'ân'ın dirilttiğini 
diriltmek, Kur'ân'ın öldürdüğünü öldürmek için tâyîn 
edilmişti; onların bir araya gelmeleri ayrılığı yok etmek 
içindi. Kur'ân, bizi onlara uymayı çekerse uyacaktık 
onlara; Kur'ân bize uymayı emrederse, onlara değil, 
bize uyacaktınız. Sizi kötü bir işe salmadım; işlerinize 
ait bir hususta aldatmadım; şüphelere düşürmedim. 
Seçtiğiniz iki kişiyi, Kur'ân'ın hükmünden 
çıkmamalarını şart koşarak tâyîn etmiştik, 
göndermiştik. Onlarsa gerçeği, göz göre göre terk 
ettiler; cevr olduğunu bile bile kendi kendilerine 
uydular; cefâ yoluna gittiler. Oysa ki hükümde adaleti, 
gerçeğe uymalarını, kendi kötü reylerine uymamalarını 
şart koşmuştuk önceden. 



•k Jc ic 



19 



(Kufe'de, minberde hutbe okurlarken ve hakemlere 
ait beyanda bulunurlarken birisi, önce bizi bundan men 
etmiştin, sonra da bunu kabul ettin; bilmeyiz hangisi 
daha gerçek dedi. Hazret, elini alnına vurarak, biati 
bozan toplumun cezasıdır bu buyurdu. Kays oğlu Eş'as, 
Ey Emir'el-Mü'minin, bu söz, senin lehine değil, 
aleyhinedir deyince de ona hitap ederek buyurdular ki:) 



Hangisi aleyhimde, hangisi lehimde, ne bilirsin 
sen? Allah'ın ve lanet edenlerin laneti sana ey çulha 
oğlu çulha, ey kâfir oğlu münafık. Andolsun Allah'a ki 
O, seni iki kere tutsak etti; bir keresinde kâfirdin, bir 
keresinde Müslüman. İkisinden de ne malın kurtardı 
seni, ne soyun-sopun, ne devletin, ne şerefin, izzetin. 
Kavmini kılıca götüren, onları ölüme sevk eden kişiye, 
en yakınının düşman olması, en uzak olanınsa ondan 
emin bulunması, yerindedir, gerçektir. 164 



164 - Bu sözde, 2. sûrenin (Bakara) 159. âyetine işaret 
vardır. Bu âyet-i kerîmede "İndirdiğimiz apaçık delilleri, 
bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kur'an'da tama-mıyla 
anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince: Allah da onlara 
linet eder, lanet edenler de" buyurulmaktadır. Eş'as, Emir'ül- 
Müminin'in (a.s) ashabı arasında, sahabe içindeki münafıkların 
başı Abdullah ibn-i Ebi-Ubeyy ibn-i Selûl'e benzerdi. 



184 



Hakem tayininde H. Emir'e (a.s) muhalefet edip Abdullah 
ibn-i Abbas, yahut Malik'ül-Eşter'in tayin edilmemesine, Ebu- 
Mûsâ'l Aş'arînin tayinine sebep olanların başındaydı; sonradan 
Hâricilere katıldı. Câhiliyye devrinde, babasının öldürül-mesi 
yüzünden, öldüren kabileye karşı savaşa girişmiş, savaşta 
kendisine yardım eden iki kişi öldürülmüş, kendi de tutsak 
olmuş, ağır bir fidyeyle kurtulmuştu. İslâm devrinde, birinci 
halifenin zamanında dinden dönenlerin bir kısmı, üzerlerine 
ordu sevk edildiği zaman bu adama sığınmıştı. Eş'as, beni 
padişah tanırsanız size yardım ederim dedi, bunun üzerine 
kendisine taç giydirmişler, padişahlığını kabul etmişlerdi. 
Kendisi de dinden dönerek onların başına geçmiş, fakat 
savaşta, onlara hıyanet ederek sığındıkları kalenin fethine 
yardımda bulunmuştu. Kavminden sekiz yüz kişi öldürülmüş, 
kendisi de tutsak olarak Ebubekir'e gönderil-mişti. Ebubekir, 
Eş'as'ı bağışlamış, kardeşi Ümmü Ferve'yi ona vermişti. Eş'as, 
bu hareketleri yüzünden hem Müslümanlar, hem müşrikler 
tarafından kınanırdı. Kavminin kadınları ona, "Örf'in-Nâr" adını 
takmışlardı. Araplarda birisi, bu çeşit bir hıyanette bulunursa, 
yüksek bir tepeye ateş yakarlar, münâdilere o adamın hâin 
olduğunu ilân ettirirlerdi. Bu söz, gadreden, hainlikte bulunan 
anlamına gelirdi ve bu gelenekle, ona inananın, kendisine 
ateşe atacağın anlatılmış olurdu. Eş'as, Hz. Emir'ül-Müminin'in 
(a.s) şehâdetinde de katillerine yardım etmiştir. Hz. Emir'in 
şehâdetinden kırk gün sonra dar-ı mücâzâta gitmiştir. İmam 
Hasan Aleyhisselâm'ı Muâviye'nin gönderdiği zehirle zehirleyen 
zevcesi Cu'de, Eş'as'ın kızıydı (Tenkih, 1, s. 149, Muhammed 
Abduh şerhi, s. 56-57, 1-4 notlar, kazvinî, 1, s.95-96). 



Haricî şâirlerinden Burç b. Müshir'it-Tâînin "Hüküm 
ancak Allah'ındır" dediğini duydukları vakit ona 
buyurdular kî: 



Sus bre ön dişleri düşmüş adam, Allah 
çirkinleştirsin seni; Andolsun Allah'a ki hak açığa 
çıktığı zaman arıktın sen, hor hakirdin sen; sesin bile 
çıkmazdı; çıksa bile duyulmazdı, o söze uyulmazdı. 
Ama batıl nâra atınca erkek keçinin boynuzu gibi 

hemencecik fırladın da başı aştın, söz etmeye düştün. 

* * * 



44 



(Maskala b. Hubayrat'iş-Şeybânî, kaçıp Muâviye'ye 
gittiği zaman buyurdular ki:) 



Allah Maskala'yı çirkinleştirsin, rezil etsin, cezasını 
versin. Uluların işini yapmıştı, aşağılık kişilerin kaçışı 
gibi kaçtı. Onu övecek kişiye fırsat vermeden susturdu 
onu; yaptığını söyleyecek kişiyi gerçeklemedi, pusturdu 



onu. Kaçmasaydı kolayına gelini alırdık ondan, kalanı 
için de mal-mülk sahibi olmasını beklerdik onun. 165 

181 



(Kufelilerden olup Haricîlere katılmak isteyen ve 
kendisinden korkan bir bölüğün ahvalini anlamak için 
ashabından birini göndermişti. Dönüp gelince, emin 
olup yatıştılar mı, yoksa kötü bir düşünceye kapılıp 



165 - Ardşir-i Hurra'da Hazreti Emir'in âmili olan Maskala, 
Sıffin'de Emir'ül-Müminin'le (a.s) beraber olup sonradan 
Hâricilere katılarak Medayin'e giden Harrit b. Râşid'in-Nâcî 
üzerine iki bin altıyla gönderilmişti. Arkadan yollanan 
müfrezelerle de kuvvet bulan Maskala, onlarla savaştı. Harrit 
ve ona uyanların çoğu öldürüldü. Önce Hıristiyanken sonra 
Müslüman olan, sonra da dinden dönen beş yüz bin erkek ve 
kadın tutsak oldu. Yolda bunlar, Maskala'ya sızlandılar. 
Maskala bunları beş yüz dirheme satın aldı. Kufe'ye gelince iki 
yüz, yahut yüz bin dirhemini beytülmâle verdi; geri kalanını 
vermedi, Şam'a kaçtı. Kardeşi Nuaym b. Hubayra, Hazretin 
ashabının ileri gelenlerindendi. Maskala'yı hicveden şiirinde, 

Muhammed'den sonra insanların en hayırlısından ayrıldın 

Az bir mal için; o da mutlaka eriyip gidecek. 

beytini söylemişti. Hazret, Maskala'nın evini aratmış, yeri 
kazdırmış, yerde gömülü silahlar bulunmuştu (Harrit için 
Tenkih'in 1. cildine; s. 397, Maskala için 2. cildinin 219. 
sahifesine, Nehc'ül Belâga Şerhi'ne, s.94-95; 95, 1. nok, 
Kazvinîye bakınız; 1, s. 171- 172). 



gittiler mi diye sordu. Gelen kişi, Yâ Emir'el-Müminin 
gittiler deyince buyurdular ki:) 



Uzaklaşıp helak olsunlar, Semud kavminin helak 
olduğu gibi. 166 Ama mızraklar onlara uzandı, kılıçlar 
tepelerine indi mi, yaptıklarına pişman olurlar. Bugün, 
onları bozgunluğa düşüren Şeytan, yarın, onlardan 
olmadığını söyler, onları kendi hâllerine bırakır gider. 167 
Doğru yoldan sapmaları, azgınlığa, körlüğe uymaları, 
gerçekten ayrılmaları, sapıklık çölüne düşüp serkeşlik 

etmeleri, belâ olarak yeter onlara. 

* * * 



58 



(Hakemeyn'den sonra 
Hâricilere buyurdular ki:) 



Nehrivan'da toplanan 



166 - "Sanki yurtlarında hiç yaşamamışlar, hiç 
oturmamışlardı. Bilin ki uzaklık Medyen ehline, nitekim Semûd 
da öyle uzaklaşıp gitti." (10, Hûd a. s., 95). 

167 - "Şeytan gibi; hani kâfir ol der de insana, kâfir oldu mu 
da şüphe yok ki der, ben senden tamamıyla uzağım; şüphe yok 
ki ben; âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım; derken ikisinin de 
sonları şu olur; Şüphe yok kî ikisi de ebedî olarak ateşe girerler 
ve budur zulmedenlerin cezası." (59, Haşr, 16-17) 



Kasırga kökünüzü silip süpürsün; sizden söz 
söyleyen bir tek kişi bile kalmasın, gitsin. Allah'a 
inancımdan, Râsulullah'la, sallallahu aleyhi ve âlihi, 
uyup onunla beraber savaşımdan sonra kâfir 
olduğuma mı şehâdet edeyim? Böyle bir şey yaparsam 
sapıklığa düşmüş olurum; doğru yoldan şaşmış 
olurum. Yıkılın gidin en kötü yere; topuklarınız üstünde 
dönün gerisin geriye. Bilin ki benden sonra sizi 
kaplayan bir alçalışa düşeceksiniz: keskin kılıca 
uğrayacaksınız; zâlimler mallarınızı alacak; bu, size 
yapılıp duran bir âdet olacak. 



•k Jc ic 



59 



(Nehrivan'a Hâricilerle savaşa giderlerken 
buyurdular ki:) 



Öldürülecekleri yer, suyun bu yüzü; andolsun 
Allah'a, onlardan on kişi kurtulmaz; sizden de on kişi 
helak olmaz. 168 

* * * 

60 



(Hâricilerle savaş bittikten sonra, Yâ Emir'el- 
Müminin bu kavim tamamıyla öldürüldü denince 
buyurdular ki:) 



Olamaz; vAllahi onlar daha babalarının 
bellerindeler, analarının rahimlerindeler. Onlardan biri, 
bir dal gibi taş gösterdi mi, kesilir, öldürülür; 

sonuncuları hırsızlığa başlar, adam soymaya koyulur. 

* * * 



168 - Hâricilerle savaşa giderlerken birisi, nehri geçtiklerini 
söylemişti; bir başkası da bu sözü teyid etmişti; onun üzerine 
bu sözleri buyurdular. Asker arasından bir genç, bu sözü 
duyunca, gaybî bildiğini iddia ediyor; varayım da göreyim, nehri 
geçmişlerse dönüp mızrağı gözüne saplayayım düşüncesine 
kapılmıştı. Nehrivan'a varıp suyu geçmediklerini görünce 
Hazrete giderek içinden geçeni bildirdi; bağışlanmasını diledi. 
Hazret, Allah bütün suçları bağışlar, istiğfar et buyurdular. 
Savaşta Hâricilerden dokuz kişi kurtulmuştu; Hazretin 
ashabından da sekiz kişi şehit olmuştu (Muhamed Abduh 
Şerhi, s. 107; 1. not; Kazvini, 1, 197-199). 



61 



(Hâricilerle savaştıktan sonra buyurdular ki:) 



Benden sonra Hâricileri öldürmeyin; gerçeği dileyip 

hata eden, batılı dileyip elde edene benzemez. 169 

* * * 

NEHRİVAN'DAN SONRA 
56 



Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Rasûlullah'la 
beraberdik, babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi, 
amcalarımızı öldürüyorduk. Bu, doğru yolda yürüyerek, 
mihnetlere sabrederek, düşmanla savaşa sarılarak 
ancak inancımızı arttırmada; teslimiyetimizi 
çoğaltmadaydık. Gerçekten de bizim her birimiz, 
düşmanımızdan birine saldırmada, iki esrik deve gibi 



169 - Batılı, batıl olduğunu bildiği halde ısrar ederek 
zulümle ona nail olan, Sıffin ehlidir. 



boğuşmada, dövüşmedeydik. Dövüşenlerin ikisi de 
birbirinin canına susamıştı. Kim, ömrüne ölümü 
sunacak, hangisi hangisini ölümle suvaracak, onu 
gözetmedeydi; ona bakmadaydı. Kimi olurdu, biz 
düşmanımıza üst olurduk, kimi de düşmanımız bize üs 
olurdu. Allah, doğruluğumuzu görünce düşmanımızı 
alçalttı; bize yardım etti; sonra Müslümanlık yerleşti; 
üst olup karar kıldı. Ömrüm hakkı için ki bu işe, sizin 
sarıldığınız gibi sarılsaydık dinin bir direği bile 
dikilmezdi; iman bağında bir dal bile yeşermezdi. Allah 
hakkı için yaptığınız işten dolayı kan sağmanız gerek; 

nadim olmanız gerek. 

* * * 

93 



(Nehrivan savaşından sonraki hutbelerinden:) 



Sonra ey insanlar, bilin ki ben fitnenin gözünü kör 
ettim; dalga-dalga yayılan karanlığına benden başka 
kimse dalamaz; coşup duran kudurganlığına kimse 
atılamaz. Sorun bana, beni yitirmeden sorun. Canım 
kudret elinde olana andolsun, sizinle kıyamet arasında 
neler olacaksa, sorarsanız haber veririm size. Yüzlerce 
kişiyi doğru yola götürecek, yüzlerce kişiyi sapıklığa 



atacak topluluklardan hangisini öğrenmek isterseniz, o 
fitneye halkı kim çağırır, kim yürütür; yüklerini çeken 
develeri nerelerde ıhlatıp yaratırlar; yüklerini 
nerelerden alıp yüklerler; onlardan kim öldürülür, kim 
ölümüyle ölür; hepsini bir bir bildiririm size. 

Ama beni yitirdiniz mi, size hoşlanmadığınız işler, 
sıkıntılı çetin olaylar gelip çatınca, soranların çoğu, 
şaşırıp başlarını önlerine eğecekler, soru sorulanların 
çoğu da cevap veremeyip acze düşürecekler. Bu da, 
giriştiğiniz savaş kızışıp sürdükçe sürdüğü, halkın 
paçalarını sıvayıp işe giriştiği, dünyanın sizi dara 
düşürdüğü, ortalığı kararttığı zaman olacak; sonunda 
Allah, sizin hayırlılarınızdan geriye kalanlardan bu belâ 
günlerini giderinceye dek bu, böyle gidecek. 

Bilin ki fitneler gelip çattı mı, hak mıdır, batıl mı, 
bilinmeyecek, şüphe edilecek. Geçip gitti mi, halk 
uyanacak, bilecek, Gelip çatınca inkâra düşülecek, 
geçip gidince anlaşılıp bilinecek. Bu fitneler, kasırgalar 
gibi esip dönecek, tozup duracak, bir şehirden gelecek, 
bir şehri alıp verecek. 

Bilin ki size gelip çatacak fitneler içinde en 
korktuğum fitne, Ümeyyeoğullan'nın fitnesidir; çünkü 
o, hiçbir şey görmeyen kör, hiçbir şey göstermeyen 
karanlık bir fitnedir. Bu fitneye karşı tedbir yolu 
görünmez, belâsı herkesi kaplar; can gözü açık olana 
gelir çatar; körleşip onu görmeyendense geçer gider. 
Allah'a and olsun ki Ümeyyeoğulları, benden sonra 
sataşacağınız en kötü buyruk sahipleridir; kocamış, 
kötü huylu deveye benzerler onlar; sütünü sağarken 
sağanı dişiyle ısırır; ayağıyla başına vurur; onu 
tekmeler durur; sütünü vermez olur. Sizden, 



kendilerine yarayandan, yahut da hiç olmazsa onlara 
zararı dokunmayandan başkasını bırakmaz onlar. 
İçinizden birinin, onlardan öç alması, ancak kulun 
efendisinden, birinin hizmetinde bulunan kişinin, o 
kişiden öç almasından başka bir şey olamaz ve o 
zamana dek de onların belâsı sizin üstünüzden 
kalkmaz. Görünüşü çirkin, korkunç, câhiliye devrinin 
karanlıkları gibi kapkaranlık fitneleri gelip çatarsa size; 
o fitnede ne bir hidayet alâmeti vardır, ne bir yol 
gösteren bilgi. 

Biz Ehlibeyt, ondan kurtulmuşuz; o fitne için de 
halkı, kendisine çağıranlardan değiliz biz. Sonra Allah 
onları alçaltan, zorla, zorlukla sürüp götüren, onlara 
zehirden daha acı ağı ile dopdolu kadehi sunan, onlara 
ancak kılıç veren, onlara ancak korku ve dehşet 
elbisesi giydiren kişinin eliyle sizden o belâyı, o fitneyi, 
hayvanın derisini yüzer gibi yüzüp sıyıran kişinin eliyle 
giderir. O zaman Kureyş, bütün dünya ellerinde olsa, 
dünyada ne varsa hepsine sahip bulunsa, pek az bir 
müddet için bile olsa beni görmek için feda etmeye 
hazırdır. Ama ne fayda. Bugün, onlardan bir kısmını 

istiyorum da gene vermiyorlar bana. 170 

* * * 



170 - Gerçekten de böyle olmuştur. Ümeyyeoğulları'nın son 
hükümdarı Mervan, Abdullah bin Ali bin Abdullah bin Abbâs'ın 
kumandasındaki Horasan askerini görünce ne olurdu demişti; 
bu gencin yerine Ebu-Tâlip oğlu Ali olsaydı. 



180 



Ashabını yererken buyurdular kî: 



Överim Allah'ı, takdirini yerine getirmesi, dileğini 
izhâr eylemesi dolayısıyla; beni sizinle mübtelâ etmesi 
dolayısıyla; ey buyurduğum zaman itaat etmeyen, 
çağırdığım zaman gelmeyen topluluk. Sizi kendi 
başınıza bıraksam lafa dalarsınız; savaşa soksam 
yorulur bırakırsınız. Halk imâmın emrine uysa 
kınarsınız; size uyarsa arkanızı dönersiniz. Hay 
olmayasıcılar, kendi kendinize yardım için neyi 
bekliyorsunuz; hakkınızı almak için savaşa girmiyor da 
ne umuyorsunuz? Ölümünüzü mü, yoksa alçalıp 
gitmenizi mi? 

Vallahi ölüm günü gelip çatsa ki elbette gelecektir, 
sizinle aramı ayırsa, sizinle konuşmayı istemeden, 
sizden yardım ummadan ayrılacağım sizden. Allah için 
söyleyin, savaşınız kendiniz için mi, Allah için mi? 
Dininiz yok mu ki sizi bir araya toplasın; hamiyetiniz 
yok mu ki size bir gayret versin? Şaşılacak şey mi değil 
ki Muâviye, aşağılık zâlimleri çağırıyor, onlara bir şey 
vermeden onlar, ona itaat ediyorlar. Ben, İslâm 
olanların soyundan gelen, onların yerlerini tutan sizleri 
çağırıyorum yardıma, yahut da savaş için bir 
bölüğünüzü çağırıyorum bir şey vermeye, benim 
yanımdan dağılıyorsunuz, benim aleyhime 



dönüyorsunuz. Ne bana yardım ve itaat hususunda rıza 
gösteriyorsunuz, ne beni kınamada, aleyhime 
dönmede birleşiyorsunuz. Sizden kurtulmam için 
ölümümden başka bir şey istemiyorum; ölüm bana en 
sevimli bir şey oldu. Size kitabı okudum, anlattım; delil 
getirdim belirttim; tanımadığınız şeyleri bildirdim; 
ağzınızdan attığınız şeyleri sindirttim; anlamadıklarınızı 
anlatmaya çalıştım; ama kör görmezse, uyuyan 
uyanmazsa ben ne yapabilirim? 

Kılavuzları Muâviye olan, terbiye edenleri Nâbıga 
oğlu bulunan toplum, bilgisizliğe ne de yakındır. 



•k ic ic 



108 



Yarattıklarına yarattıklarıyla, yaratmak, var etmek 
kudretiyle tecelli eden, onların gönüllerine delilleriyle 
görünen, onların delillerini gösteren Allah'a 
hamdolsun. Halkı düşünüp taşınmadan yarattı; 
düşünüp taşınmak ancak düşünceye, tasarlanmaya 
sahip olanlara yaraşır; oysa Allah bundan münezzehtir. 
Bilgisi, her çeşit gizlilikleri kavramış, her türlü gizli 
inançları kaplamıştır. 



(Bu hutbede, Hazret i Peygamber'i, (s.a.a), 
anarlarken buyurdular ki:) 

Onu peygamberler ağacından, ışıklar saçan kandil 
konan yerden, en yüce yerden, Mekke'nin göbeğinden, 
karanlıkları ısıtan nurlardan, hikmet kaynaklarından 
seçmiştir. 

İmam bir hekimdir ki devâsıyla hastalarını dolaşır 
durur; yaralarına merhem sarar; gereken yaraları 
dağlayıp yakar; bereleri onarır; hastalara ilâç sunar kör 
gönülleri, sağır kulakları, söylemez dilleri iyileştirir; 
sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, 
karanlıkları aydınlatan bilgi yalımlarıyla tutuşup 
yalımlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara 
benzeyen, katı taşları kayaları andıran, gaflete 
düşmüş, hayrete uğramış kişileri ilâcıyla iyileştirmek 
için arar, bulur. 

Can gözü açık olanlara gizli şeyler açıklanmıştır; 
doğru yolda şüpheye kapılanlara gerçek, apaçık 
meydana çıkmıştır. Kıyamet, yüzündeki örtüyü 
açmıştır; gelip çattığına dair alâmetler belirmiştir. 

Fakat ne oldu da ben cansız bedenler, cesetsiz 
canlar görüyorum sizi; ne oldu da düzene girmemiş, 
doğru yolu bulmamış ibâdet edenler, kâr elde etmeyen 
tacirler gibi görüyorum sizi? Uykuya dalmış 
uyanıklarsınız; burada bulunmayan, fakat bedenleriyle 
önümde durup duran kişilersiniz; körler gibi 
bakmadasınız; sağır gibi dinlemedesiniz; dilsizler gibi 
konuşmadasınız. 

Ümeyyeoğulları devleti, bir sapıklık bayrağıdır ki 
miline oturtulmuş değirmen taşı gibi yerine dikilmiştir; 
gölgesi her yana yayılmıştır. Sunduğu kadehle sizi 



döndürüp duruyor; ayakları altında sizi ezip un-ufak 
ediyor. bayrağı diken, dinden çıkmıştır; sapıklığa 
ayak basmış, direnmiştir. Üst olduğu gün, yenmiş 
yemeğin kapta kalan artığı, yahut boşaldıktan sonra 
zahire çuvalında kalan kırıntı kadarınız kalır ancak. 
sapıklık bayrağı, sizi deri tabaklayan kişi gibi ovalar; 
hasat edilmiş ekin gibi ezer, öğütür; kuşun küçük 
taneler içinden büyüğünü seçip yediği gibi, içinizden, 
ancak zarar vermek için inanan kişiyi seçer, çıkarıp 
alır. 

Hangi yola gidiyorsunuz, bu yollar nereye götürüyor 
sizi? Karanlıklar sizi şaşırtmada, yalanlar sizi 
aldatmada; nereden geldi bu âfet başınıza, ne vakit bu 
yoldan döneceksiniz siz? 

Her şeyin bir zamanı var, her gidişin bir gelişi var. 
Rabbin lütfuyla bunları bilenden dinleyin; 
gönüllerinizde yer etsin sözleri; size söylerse uyanmaya 
bakın. Çölde, toplumuna su ve yiyecek arayan, elbette 
doğru söyler; yapacağını tasarlar; zihnini derleyip 
zorlar; size işin aslını açıklar; hiçbir şüpheli şey 
bırakmaz; bildirir. 

Ama o sapıklık bayrağı dikilince batıl yerleşir 
yeryüzünde; bilgisizlik binek atlarına biner; azgınlık 
büyüdükçe büyür; gerçeğe çağıran azalır; zaman 
saldırıp yaralayan, salıp ısıran canavar gibi saldırır; 
susan, sinen erkek deveye benzeyen batıl, seslenmeye 
başlar, esrir kuvvetlenir; insanlar, kötülük yolunda 
kardeş olurlar; birbirlerinden dini gidermeye başlarlar; 
yalanı severler, gerçeğe düşman kesilirler. İş bu 
kerteye gelince de oğul, dert olur babaya; yağmur ıssıyı 
artırır; kötüler çoğaldıkça çoğalır; iyiler azaldıkça azalır. 



Bu zamanda yaşayanlar kurt kesilirler, buyruk 
sahipleri yırtıcı canavara dönerler, orta halliler yiyici 
olurlar; yoksullarsa ölüp giderler. Doğruluk bulunmaz 
olur; yalan çoğaldıkça çoğalır durur; sevgi dillerde kalır; 
insanlar gönülleriyle birbirlerine karşı dururlar; 
kötülükte bulunmak soy-boy olur; namus ve temizlik, 
şaşılacak bir şey haline gelir; İslâm ters giyilen elbiseye 
döner. 

•k ic ic 



29 



Ey bedenleriyle bir araya gelip toplanmış 
dilekleriyle, istekleriyle darmadağın olmuş insanlar, 
sözünüzle sert kayalar erir gider; yaptığınız işle 
düşmanlar size tamah eder. Meclislerde dersiniz: Var 
mı bize yan bakacak; savaş gelip çattı mı, dersiniz: 
Bizden uzak ol, uzak. Çağıranın çağırışı, size bir şeref, 
bir gayret vermedi; yüreğini sıktığınız kişi, huzur rahat 
görmedi. Bunların hepsi de sapıklıktan doğma 
bahaneler; hani borçlunun bugün, yarın diye borcunu 
vermemesine benzer. Alçalmış kişi, horluğu gideremez; 
hak, çabadan, savaşmaktan başka bir şeyle elde 
edilemez. Yurdunuzdan başka hangi yurttan düşmanı 



kovacaksınız; benden sonra hangi imâma uyup 
savaşacaksınız? Andolsun Allah'a aldanmış kişi, o 
kişidir ki, size aldanır; sizinle bir şey elde etmeyi uman, 
en isabet etmeyecek kumar okunu atar; utulur kalır; 
sizinle ok atan, yaya dayanağı olmayan, temreni 
bulunmayan oku atar, perişan olur. Andolsun Allah'a, 
sözünüze inanmadan sabahladım; yardımınızı 
ummadım; düşmanı sizinle korkutmadım. 

Nedir hâliniz, nedir ilâcınız, nedir tedbiriniz? Onlar 
da sizin gibi adam. Bütün sözlerinizi bilgisiz mi 
söylüyorsunuz; çekinmeden gaflete mi düşüyorsunuz; 
hakkınız olmayan bir şey mi umuyorsunuz? 



•k ic ic 



166 



Küçüğünüzün, büyüğünüzün yolunu tutması gerek. 
İslâm'dan önceki câhiliyye devrinin cefacıları gibi 
olmayın; onlar da ne dinden bir hüküm bilirlerdi, ne 
Allah'ın varlığını akıl ederlerdi. 

(Aynı Hutbeden:) 

İslâm'la birbirlerine dost olduktan sonra gene 
dağıldılar, asıllarından ayrıldılar; içlerinden öylesine bir 



dala yapışanlar oldu ki dal nereye eğilirse, onunla 
beraber o yana eğildiler. Fakat Allah onları, son 
baharda bulutlar nasıl bir araya toplanırsa, daha beter 
bir gün için, Ümeyyeoğulları için bir araya 
toplayacaktır. Allah aralarını uzaklaştıracak, sonra 
onları birbiri üstüne yığılan bulutlar gibi bir araya 
getirecek; sonra onlara kapılar açacak; toplandıkları 
yerlerden, Seba ehlinin iki bahçeye gelen seli gibi akıp 
gidecekler. O selden bir tek tepe bile kurtulmayacak; 
bir yüksek yer bile tutunamayacak; o selin yolunu ne 
bir tümsek tutabilecek, ne bir yüksek, önüne 
geçebilecek. Allah, onları, vâdîlerinde kol kol ayıracak; 
yeryüzündeki kaynakları meydana getirecek. Onlarla 
başka bir toplumun hakları alınacak; onları ayrı bir 
toplumun yerine yerleştirecek. Andolsun Allah'a ki 
yücelikten, yerleşip pekiştikten sonra onların ellerinde 
ne varsa, yağın ateşte erimesi gibi eriyip bitecek. 

Ey insanlar, hakka yardım etmede birbirinizden 
ayrılmasaydınız, batılı gidermede gevşek 

davranmasaydınız, size eşit olmayanlar, sizi alt etmeye 
kalkışmazlardı; kendilerine üst olduğunuz kişiler, 
kuvvet elde etmezlerdi. Fakat siz, İsrailoğulları gibi çöle 
düştünüz; ömrüm hakkı için benden sonra bu çöldeki 
şaşkınlığınız, İsrailoğullan'nın şaşkınlığından kat kat 
artacaktır. Ne diye hakkı ardınıza attınız, yakından 
kesildiniz, en uzağa sarıldınız? Bilin ki, sizi gerçeğe 
çağırana uysaydınız, o, sizi Peygamberin gittiği yola 
götürürdü; insafsızlığa düşmezdiniz; boyunlarınızdaki 
ağır yükleri atardınız. 171 



171 - Kur'an-ı Mecîd'in 34. sûresinin (Sebe'), "And olsun ki 



Sebe' kavmine, oturdukları yerde bile bir delil vardı; sağda 
solda iki bahçe bulunmadaydı; yiyin Rabbinizin rızkından ve 
şükredin ona; tertemiz bir şehir ve suçları örteri bir Rab. 
Derken yüz çevirdiler de onlara şeddin suyunu gönderdik ve o 
bahçelerini, açık böğürtlen ve birazcık da köknar yetiştiren iki 
çorak tarlaya çevirdik. İşte nankörlükleri yüzünden böyle 
cezalandırdık onları ve biz, nankör olandan başkasına ceza 
verir miyiz? Onların şehirleriyle kutladığımız şehirler arasında, 
adetâ birbirine bitişik nice şehirler halk etmiştik ve şehirlere 
gidip gelmeyi kolay bir hale getirmiştik; demiştik ki: Geceleri, 
gündüzleri emniyet içinde gezin, dolaşın oralarda. Rabbimiz 
dediler, gidip geldiğimiz yerlerin aralarını uzak-laştır ve 
kendilerine zulmettiler, derken onları masala çevirdik, 
paramparça ettik onları; şüphe yok ki bunda, adamakıllı 
sabreden ve iyiden iyiye şükreden her kişiye deliller var elbet. 
Ve andolsun ki, İblis'in, onlar hakkın-daki zannı doğru çıktı; 
derken inananlardan bir bölükten başka hepsi de ona uydu. Ve 
onlar üzerinde hiçbir kudreti yoktu onun; âhirete inananla o 
hususta şüphe içinde kalanı ayırdedip kendilerine bildirmek 
için yaptık bunu; Rabbin, her şeyi adamakıllı korur, hiçbir şey 
bilgisinden dışarı değil" mealindeki 15-21. ayetlerine işaret 
edilmektedir. Sebe'liler, Kahtan boyundan Sebe' evlâdındandır. 
Şehirleri Yemen civarındaydı; pek mâmurdu. İki dağ arasına 
yaptıkları şeddi açarlar, bahçelerini sularlardı. Nankörlükleri 
yüzünden sed yıkıldı ve şehirler yerle bir oldu (Mecma'ul-Beyan, 
8, s.384-387). 

"Ey kavmim, Allah'ın size vermeyi takdir ettiği kutlu yere 
girin ve gerisin geriye dönmeyin, yoksa ziyankâr olursunuz, 
ancak ziyana düşersiniz. Onlarsa Yâ Musa demişlerdi, orda 
zorlu erler var, onlar orda oldukça biz, kesin olarak giremeyiz, 
ama oradan çıkarlarsa gireriz. İçlerinde, korkan ve Allah 
tarafından nimetlere mazhar olmuş bulunan iki kişi, kapıdan 
girip saldırın üstlerine demişti; oraya girerseniz şüphe yok ki 
üst olursunuz siz ve ancak Allah'a dayanın inanmışsanız. Yâ 



97 



(Kufelilere Hutbeleri:) 



Allah mühlet verse bile zâlimi, eninde sonunda 
kahreder, cezasız bırakmaz. Onu görmededir, onun 
geçtiği yolu bilmededir, sonra onun boğazını sıkar; 
tükürüğünü yutmasına bile meydan vermez. Canım 
kudret elinde olana andolsun, bu topluluk, size üst 
olacaktır; ama bu, onların, sizden daha haklı 
olduklarından değil, batıl iş bile buyrulsa hemencecik 
itaat edişlerinden ve sizin, benim buyruğuma itaat 
etmeyişinizden. Ümmetler, buyrukları altındakilerin 
zulmünden korkarak sabahlarlar; bense buyruğum 
altındakilerin zulmünden ürkerek sabahlamadayım. 
Düşmanla savaşmanızı istedim, gitmediniz. Size öğüt 



Mûsâ demişlerdi, onlar orda bulundukça biz, oraya ebediyen 
giremeyiz. Sen, Rabbînle git, ikiniz çarpışın onlarla, biz burada 
oturup duracağız. Mûsâ, Yârabbî demişti, benîm hükmüm 
ancak kendime, bir de kardeşime geçiyor. Şu kötülük eden 
kavimle aramızı sen ayır. Tanrı demişti kî: Orası, tam kırk yıl 
onlara haram edildi. Çölde sersemcesine dolaşacaklar, 
tasalanma o kötülükte bulunanlar için." (Mâide 21-26) 

İsrâiloğulları'nı örnek getirmekte olan bu âyetlere işaret 
buyurarak uğrayacakları halleri anlatmaktadırlar. Bu olaylar, 
(Ahd-ı Atik"de, "A'dâd" bölümünde de vardır (14. bab). 



verdim, tutmadınız. Gizli, açık bağırdım, gelmediniz. 
Öğüdümü duymadınız. Buradasınız ama yok musunuz? 
Kullarsınız ama baş mı kesildiniz? Size gerçek sözler 
söylüyorum, kaçıyorsunuz. Adamakıllı öğüt veriyorum, 
sözüm bitmeden dağılıyorsunuz. İsyan edenlerle 
savaşa teşvik ediyorum sizi, daha sözüm bitmeden 
Sebe' kavmi gibi dağılıveriyorsunuz; toplandığınız 
yerlere gidiyor, birbirinizi öğütlerle kandırıyor, 
aldatıyorsunuz. Sizi sabahleyin doğru yola sevk 
ediyorum; akşamleyin yanıma yay gibi eğrilmiş 
dönüyorsunuz. Sizi doğrultan da usandı gitti, duyup 
dinleyenin de işi sarpa sardı. 

A bedenleriyle karşımda duran, akıllarını yitirmiş, 
dilekleriyle burada bulunmayan, istekleri çeşit çeşit 
olan kişiler, a emirlerini derde uğratan belâlara 
düşüren adamlar, emiriniz Allah'a itaat ediyor, siz onun 
emrini tutmuyorsunuz: Şamlıların emiri Allah'a isyan 
ediyor, onlarsa onun emrini tutuyorlar. Andolsun 
Allah'a ki Muâviye sizin için benimle sarraflar gibi alış 
verişe girse, onlardan birini, bir altın verir alırdım, bir 
gümüş dirheme de onunuzu satardım. 

Ey Kufeliler, sizde bulunan üç şeyle, sizde 
bulunmayan iki şey yüzünden dertlere düştüm; 
gamlara battım: Kulaklarınız var, sağırsınız; 
konuşuyorsunuz, söz söylüyorsunuz, dilsizsiniz; 
gözleriniz var, körsünüz 172 . Savaşta hür erler gibi 



172 - "Andolsun ki, cinlerin ve insanların çoğunu cehennem 
için yarattık, onların kalpleri vardır; düşün-mezler onlarla; 
onların gözleri vardır, görmezler onlarla, onların kulakları 
vardır, duymazlar onlarla; onlar dört ayaklı hayvanlara 



direnmeniz yok; belâ çağında güvenilir adamlar 
değilsiniz siz. 

Ellerine toz toprak giresiceler, siz, haydayanı 
uzakta kalmış develere benziyorsunuz; bir yandan bir 
yana dağılmış, gitmişsiniz. Allah'a andolsun, savaş 
kızışsa, ateş bacayı sarsa Ebû-Tâlib oğlunun yanından 
dağılır gidersiniz, doğan çocuk nasıl bir daha ana 
rahmine girmezse sizi de bir daha derleyip toplamak 
mümkün olmaz. 

Rabbimin yolundayım ben, gerçeğim ve 
Peygamberinin emrine uymuşum; doğru yoldayım; 
apaçık, o yolda gitmedeydim. Peygamberinizin 
Ehlibeytine dikkat edin; onların yolundan ayrılmayın; 
onlara uyun. Onlar, sizi asla doğru yoldan çıkarmazlar; 
sapıklığa sevk etmezler. Onlar oturdular mı siz de 
oturun; onlar kalktılar mı siz de kalkın; onların önüne 
geçmeyin. Böyle hareket etmezseniz yollarınızı 



benzerler; hattâ daha da sapıktır onlar; onlardır gaflette 
kalanların ta kendileri." (A'râf, 179) Bu âyet-i kerimede, 
hayvanların düşünceleri olmadığı, gerçeği göremedikleri, 
gerçek sözü duyup anlamadıkları, bu yüzden de mazur 
oldukları, mükellef ve sorumlu bulunmadıkları, fakat insanlara 
idrâk verildiği, gerçeği görebilecekleri, gerçek sözü duyup 
anlayabilecekleri, böyle olduğu halde gerçeği idrâk etmeyen, 
etmemekte ısrar eden, gerçeği görmeyen, duymayan, 
görmemek ve duymamakta ısrar eden kişilerin, hayvanlardan 
beter oldukları, fakat idrâk etmek, gerçeği görmek ve duymak 
kabiliyetine sahip oldukları ve mükellef bulundukları halde 
batıla saptıklarından dolayı azabı hak ettikleri beyan 
buyrulmaktadır. Emir'ül-Müminin (a.s), bu âyet-i kerimeye 
işaret buyurmaktadır. 



yitirirsiniz; sersemleşir, sapıtır gidersiniz. Onlardan 
geride kalmayın, yoksa helak olur bitersiniz. 173 

Ben, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Muhammed'in ashabını gördüm; içinizde onlara benzer 
bir kişi bile göremiyorum. Onlar, saçları dağılmış, toza 
toprağa bulanmış bir halde sabahlarlar, gecelerini 
namazla geçirirlerdi. Kimi alınlarını toprağa koyarlardı, 
kimi yüzlerini. Kıyameti andılar mı, köz gibi yanarlardı. 
Alınları, secdeden, adetâ keçinin dizlerine dönmüştü, 
kabuk bağlamıştı. Allah anıldı mı, azap korkusundan, 
sevap ümidinden gözyaşı dökerlerdi; hem de öylesine 
ki yenleri yakaları ıslanırdı; yel eserken ağaç nasıl 
sallanırsa öyle titrerlerdi. 174 



173 - Müsned, Sahih-u Tirmizi, Müstedrek'us-Sahilayn, 
Hilyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz-Zevâid, Savâik'-ul- 
Muhrıka. Hz. Rasul-i Ekrem'in (s.a.a), ümmeti arasında iki 
değer biçilmez şey bıraktıklarını, bunların da Kur'ân-ı Mecid ve 
Ehlibeyt olduğunu beyan buyurdukları, Ehlibeyt'in, Nuh 
Peygamber'in gemisine benzediğini, ona binenin, yâni onlara 
uyanın kurtulacağını, onlara karşı duranların boğulup 
gideceklerini bildirdikleri, Ehlibeyt'in ümmet için aman 
bulunduğunu söyledikleri sabittir (Fadâil'ül-Hamse, 2, s. 43-60). 

174 - "İnananlar, ancak onlardır ki Allah anılınca yürekleri 
titrer; onlara âyetleri okununca da inançlarını arttırır ve 
Rablerine dayanırlar. Onlardır ki, namaz kılarlar ve 
rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını harcarlar. Onlardır gerçek 
inananlar, onlarındır Rablerî katında dereceler, yarlıganma ve 
daimî bitmez tükenmez rızık." (8, 2-4) 



131 



Ey bedenleriyle burada bulunan, akıllarıyla yetip 
giden, çeşitli dileklere dalan, gönülleriyle başka başka 
yerlere yelip yortan kişiler, ben sizi gerçeğe sevk 
etmedeyim, sizse aslanın kükremesinden korkup 
kaçan keçi gibi sözlerimden kaçmaktasınız, gerçekten 
yan çizmedesiniz. Size, ayın son gecesine benzeyen 
adaleti göstermeme, ışıyacağını söylememe rağmen 
beni dinlemiyorsunuz; sizi o ışıkla aydınlatmama, yahut 
eğrilmiş gerçeği doğrultmama, ne çâre ki imkân yok. 

Allah'ım, sen de bilirsin ki bizim savaşa 
sarılmamız, dünya mülküne rağbetimizden, bakası 
olmayan dünya malını elde etmek istediğimizden 
değildir. Allah'ım, ilk olarak mabuduna yönelen, çağrıyı 
duyup icabet eden kişiyim ben; Allah'ın salâtı O'na ve 
soyuna olsun, Resûlullah'tan başka hiçbir kimse, 
benden önce namaz kılmamıştır; ilk namaz kılan 
kişiyim ben. 

Siz de bilirsiniz ki buyruk sahibinin, insanların 
namuslarına, kanlarına, ganimetle elde edilen şeylere, 
dilediği gibi hüküm etmeye kalkışması doğru olmadığı 
gibi nekes kişinin bilgisizlik, cefâ ve zulmedenin buyruk 
sahibi olması da doğru değildir; nekes, halkın 
mallarına göz diker; bilgisiz, onları doğru yoldan 



saptırır; zulmedense onları canlarından eder. Devletin 
elden gideceğinden korkan, bir bölüğü tutar, öbürlerini 
bir yana atar. Hükümde rüşvete kapılan, bir bölüğü, 
hakkından mahrum eder; sünneti terk edense ümmeti 
helak eder gider. 



•k Jc Jc 



35 



(Hakemeynden sonra bir hutbeleri:) 



Zaman, ağırlığından kırıp geçiren, çetinliğinden 
ezip gideren bir iş etse, bir olay çıkarsa bile Hamd 
Allah'a. Bilirim bildiririm ki, Allah'tan başka yoktur 
tapacak; Onunla, O'ndan başka yoktur bir kulluk 
edilecek mâbud ve gerçekten de Muhammed, kuludur, 
elçisidir; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun. 

Bundan sonra derim ki: Gerçekten de esirgeyen, 
bilen, tecrübe sahibi olan öğütçünün öğüdüne isyan, 
insanı şaşkınlığa düşürür; sonunda da nedamete sürer 
götürür. Bu hakem tayin etmek hususunda emir 



verdim, gizlediğim reyimi süzdüm, tertemiz ettim, size 
söyledim. Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi. 175 

Cefâ edici muhalifler gibi, isyancı düşmanlar gibi 
baş çektiniz; dinlemediniz beni; hem de öylesine 
dinlemediniz ki sonunda öğüt veren bile öğüdünden 
şüpheye düştü; her yanı ısıtan reyini kınamaya kalkıştı. 

Ben de, siz de Hevâzin boyundan olan kardeşin 
söyledi-ğine döndük. 

Mün'arac'ül-Levâda 176 reyimi bildirdim, emrettim 
size; 

Ertesi günün kuşluğu oluncaya dek doğruluğu 
anlaşılmadı sizce. 



•k ic ic 



175 - Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi. Bu, bir atasözü- 
dür. Hıyre padişahı Cüzeyme, Cezire padişahının babasını 
öldürtmüştü. Kızı, babasının yerine geçince Cüzeyme'ye, ben 
bir kadınım, kadına padişahlık yaraşmaz; seninle evlenmek 
istiyorum; halk kınamasa ben gelirdim; sen gel de aradaki 
düzensizlik kalksın, birleşelim diye haber gönderdi. Cüzeyme, 
bu söze inandı. Kölelerinden Kasir'in öğüdünü dinlemeyip bin 
kişiyle gitti ve tuzağa düşürülüp öldürüldü. Bundan sonra da 
"Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi" sözü bir atasözü olarak 
söylenmeye başlandı. 

176 - Mün'arac'ül-Levâ bir konak yeridir. Beyit, Düreyd'in bir 
kasidesindendir. Kardeşi Abdullah'la Hevâzin oğlu 
Bekroğullarının savaşından dönerken kardeşine orda 
konaklamamasını söylemiş, fakat sözünü dinletememişti. 
Kuşluk çağında, orda tuzağa düştüler; Abdullah öldürüldü; 
Düreyd, yaralı olarak kurtuldu ve bu münâsebetle bu beytin 
bulunduğu kasîdeyi söyledi. 



36 



(Nehrivan'da Hâricilere hitapları:) 



Bu nehrin kıyılarında öldürüleceksiniz; bu yörenin 
çukurlarında yerlere serileceksiniz; hem de 
Rabbinizden apaçık bir delile sahip olmadan; 
yaptığınızın doğru olduğuna dâir elinizde bir hüccet 
bulunmadan; ben bu hâlden önce sizi korkutmadayım; 
size öğüt vermedeyim. Dünya sizi şaşırtmada; kader 
sizi helak etmede. Sizi şu hakem işinden men 
etmiştim; düşmanlık edercesine karşı geldiniz bana; 
reyimi dileğinize bıraktım. Kafasız bir topluluksunuz; 
aklı kıt bir kalabalıksınız. Bense sizin bir kötü işe 
düşmemenizi istiyordum; size bir zarar gelmemesini 
diliyordum. 



•k ic ic 



39 



(Nu'man bin Beşir, Muâviye'nin emriyle Irak'a 
yürümüş, Ayn'et-Temr denen yere yaklaşmıştı. Orda 
Emir'ül-Müminin'in (a.s) tarafından memur olan ve 
yanında yüz kişi kadar asker bulunan Mâlik bin Kâ'b 



hâli bildirdi. Hazret, minbere çıkıp Hamd ve salâvattan 
sonra Mâlik'e yardım etmelerini buyurdu. Iraklı-lardan 
ancak üç yüz kişi toplandı Hazret me'yus olup 
buyurdular ki:) 



Bir topluma düştüm ki emrettim mi, tutmazlar; 
çağırdın mı gelmezler. A babaları geberesiceler, ne 
diye beklersiniz Rabbinizin yardımını? Dininiz mi yok ki 
sizi bir araya toplasın, gayretiniz mi yok ki sizi kızdırsın, 
kızıştırsın. Aranızdan kalkmışım, bağırıyorum, yardım 
istiyorum; içinizde dinelmişim, çağırıyorum; gelin 
diyorum size. Ne sözümü duyuyorsunuz, ne emrimi 
dinliyorsunuz. Sonunda işleri örten perde kalkacak; 
kötü sonunuz meydana çıkacak; ama sizin bu haliniz 
de o zamana dek sürüp gidecek. Size kasteden, size 
yardım etmez; onlar sizi meramınıza eriştirmez. Sizi 
kardeşinizin yardımına çağırdım; göbek ağrısına 
tutulmuş deve gibi sızlandınız; yükten sırtı yaralanmış 
deve gibi ağır davrandınız. Sonra sizden per-perişan 
zayıf mı zayıf bir bölük çıkageldi; sanki gözleri göre 

göre ölüme sürükleniyorlardı. 

* * * 



47 



(Kufe'ye Hitapları:) 



Ey Küfe, seni Ukâz 177 pazarında serilen 
tabaklanmış deri gibi çekilmiş, ezilmiş görüyorum ben. 
Hâdiseler, ayakları altında seni ezecek; sırtına binecek. 
Ama hiçbir zorbayı bilmem ki sana kötülük etmeyi 
dilesin de Allah onu, kendi derdiyle uğraştırmasın; bir 
öldüren gelmesin de onu oklayıp gebertmesin. 



•k ic ic 



57 
(Muâviye hakkında buyurmuşlardır kk) 



177 - Ukâz, Nahle'yle Tâif arasında bir pazar yeriydi. 
Câhiliyye devrinde, Zilka'de ayının başından itibaren orada 
toplanırlar, şâirler şiirlerini okurlar, soylarını boylarını över-lerdi. 
Alış verişlerde bulunurlardı. Bu pazarda en fazla tabaklanmış 
Tâif derisi satılırdı. 

Kufe'ye kastedenlerin hemen hepsi bir derde uğramıştır. 
Ziyad bin Ebih; Küfelileri, Emir'ül-Müminin'e (a.s), hâşâ, sebb 
için mescitte toplatmışken perdecisi mescide gelip kendisine 
inme indiğini haber vermiş, oğlu Ubeydullah, cüzam hasta- 
lığına tutulmuş, sonunda öldürülmüş, Haccac, karnının 
derdinden gebermiş, Amr b. Hubayra ve oğlu Yûsuf, baras 
illetine uğramışlar, Hâlid, hapiste açlıktan ölmüş, Muhtar, 
Yezid b. Mühelleb ve Mıs'ab da öldürülmüşlerdir. 



Benden sonra size, boğazı geniş, karnı şiş mi şiş, 
göbekli biri musallat olacak O, bulduğunu yer, 
bulmadığını ister. Hadi öldürün onu, ama 
öldüremezsiniz. 

Duyun, bilin ki O, beni sövmenizi emredecek size, 
benden teberrî etmenizi isteyecek sizden. Sövmeye 
gelince: Sövün, çünkü bu, benim temizliğimi arttırır, sizi 
de ölümden kurtarır. Benden teberriye gelince: Sakının 
bundan; çünkü ben, İslâm dininde olarak doğdum; 
îmanda, hicrette en önde bulundum. 178 



178 - Muâviye'nin sırkâtibi, vahiy kâtibi olduğunu söyle- 
yenler, düzme rivayeti nakledegilmişlerdir. O, yalnız birkaç kere 
ganimetleri yazmıştır. Abdullah bin Abbas rivayet eder, der ki: 

Bir kere Hazreti Resûlullah'ın (s. a. a) yanındaydım; bir şey 
yazdırmak üzere Muâviye'yi çağırmamı emir buyurdular. Gidip 
söyledim. Yemek yiyorum, şimdi gelemem dedi. Hazret, ikinci 
defa çağırmamı emir buyurdu. Bu defa da gittim, aynı sözlerle 
gelemeyeceğini söyledi. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) bunu anlattım. 
Müteessir olup Allah'ım buyurdular, sen karnını doyurma onun. 
Ondan sonra da, Rabbime de şart koştum ve dedim ki 
buyurdular, ben de insanım; insanlar gibi razı olurum, kızarım. 
Ümmetimden birini çağırdım mı hemen gelsin; bu, onun için 
arınmadır, yakınlıktır; kıyamet günü bu hareketiyle Hakk'a 
yakınlaşır (Siyer-i Halebi'den, Beyhakiy'den ve diğer eserlerden 
naklen "Fetret'ül-İslâm, s.25-26). Doymayan obur kişilere, bu 
vakıadan sonra "karnında Muâviye gizli" denmeye başlanmıştı 
(aynı, s. 26). 

Muâviye, Emir'ül-Müminin'e lanetin, Resûlullâh'a ve Allah'a 
sebbetmek olduğuna dâir buyurulan hadisi bile bile bu kötü 
âdeti koymuş, bunda ısrar etmiş, Ömer bin Abdülaziz'e kadar 
da Emeviler, bu fazihayı devam ettirmişlerdir. 



68 



(Mısır'ı zaptedip oraya Vali tayin buyurdukları 
Muhammed bin Ebubekir'i şehit ettiklerini duyunca 
buyurmuşlardır ki:) 



Hişâm bin Utbe'yi tayin etmek istemiştim, onu 
tayin etseydim bu alanı boş bırakmazdı, onlara fırsat 
vermezdi. Ama bu sözü, Muhammed bin Ebubekir'i 
kınama yollu söylemiyorum; O, bana sevgiliydi; ben 
yetiştirmiştim onu, benim oğulluğumdu o. 179 



179 - Hicretin otuz sekizinci yılında Muâviye, Mısır'ı elde 
etmek için asker göndermiş, Mısır'da Hz. Emir (a.s) tarafından 
vali olan Muhammed bin Ebibekr, bu hâli bildirmiş, bunun 
üzerine Hazreti Emir (a.s) Mâlik'ül-Eşter'i Mısır'a vali tayin 
buyurmuşlardı. Muâviye, yolda Mâlik'ül-Eşter'i zehirli bal 
şerbeti ile zehirleterek şehit ettirmiş, maiyetindeki ordu 
dağılmıştı. Muâviye, Amr b. Âs'ı Mısır'a vali tayin etmişti. Amr, 
Muâviye b. Hadic'e, Muhammed b. Ebibekr'i şehit ettir-mişti. 
Muhammed bin Ebibekr, gizlendiği yerde tutulmuş, ölü bir 
merkebin karnı yarılarak içine sokulmuş, mübarek başı orada 
kesilmiş, cesedi, merkeple beraber yakılmıştı. Başları Şam'a 
gönderilerek Osman'ın katillerinden birinin başı diye günlerce 
teşhir edilmişti ki, İslâm'da ilk teşhir edilen baş buydu ve bu 
bidat-ı seyyieyi Muâviye kurdu. 

Muhammed bin Ebubekir'in anneleri Esma, önce Ca'fer-i 
Tayyar'ın (a.s) zevcesiydi; sonra Ebubekir almıştı ve 
Muhammed, ondan olmuştu. Sonra da Emir'ül-Müminin aldı-lar 



69 



Niceye bir sırtları ağır yükler altında ezilmiş genç 
develeri yola getirip uğraşır gibi sizinle uğraşayım? 
Niceye bir eski elbiseyi yenilemeye çalışayım; her yanı, 
öbür yanı yırtılmaya çağırır; bir yanı dikilse öbür yanı 
sökülür. Şam askerinden, sayısı az bile olsa, bir bölük 
geldi mi, her biriniz, evinin kapısı yüzüne kapar, keler 
gibi, sırtlan gibi deliğine sokulur, dalar. Andolsun 
Allah'a ki sizin yardım ettiğiniz her kişi alçalmıştır; kim 
sizinle ok atarsa, ok dayanacak yeri kırık yayla, 
temrensiz ok atmıştır. Andolsun Allah'a ki siz, 
evlerinizin alanlarında çokluksunuz; bayrakların altında 
azlıksınız. Gerçekten de sizi düzene sokacak nedir? 
Eğriliğinizi doğrultacak nedir? Ben bunu biliyorum ama 
kendimi bozgunluğa düşürüp sizi düzene sokmayı 
uygun görmüyorum. Allah yüzlerinizi karartsın, 
nasibinizi azaltsın. Batılı tanıdığınız, bildiğiniz gibi hakkı 
tanımıyor, bilmiyorsunuz; hakkı batıl saydığınız gibi 
batılı iptal etmiyorsunuz. 



ve Muhammed'i, kendi terbiyeleri altında büyüttüler. Bu 
bakımdan rabibleri, yani kendi yetiştirdikleri üvey oğullarıydı 
(Radıya'llahu anhu ve ırdâh; "Tenkih'ul-Makaal'in 2. cildinin 2. 
kısmına bk. s.57-58). 



•k ic ic 



158 



(Ümeyyeoğulları'nı bildiren bir hutbeleri:) 



O'nu, Peygamberlerin yollanmasının arası kesildiği, 
insanların gaflet uykusuna daldığı, uykularının uzayıp 
gittiği, hüküm iplerinin yıpranıp koptuğu bir zamanda 
gönderdi. İnsanlara kendisinden önceki hükümleri 
gerçekleyen haberle, uyulması gereken ışıkla geldi: Bu 
da Kur'an'dır. Onu konuşturmaya çalışın. O, söz 
söylemez görünüşte, fakat ben haber vereyim ondan 
size: 

Bilin ki olacak şeylerin bilgisi, geçmişlere ait sözler, 
derdinizin devası, aranızdaki düzenin müktezâsı 
ondadır. 

(Bu hutbeden:) 

Bu sırada kerpiçten yapılmış, yahut kilimden 
kurulmuş hiçbir ev, hiçbir otağ kalmaz ki oraya, 
zâlimlerin derdi, gussası girmesin; orada onların 
kötülüğü, zahmeti olmasın. O gün, zâlimler için ne 
gökte bir yardımcı kalır, ne yeryüzünde. 

İşe ehil olmayanı seçtiniz, o işi, su içilmesi gereken 
yerden başka bir yere götürdünüz. Pek yakındır 
Allah'ın, bir lokmaya karşılık bir lokmayla, bir yudum 
suya karşılık bir yudum suyla zulmedenden öç alması. 



O zâlimler bana zehir yedirdiler, zehir içirdiler; buna 
karşılıkta bulunacak ve onlara üst libâsı olarak 
korkuyu giydirecek, alt libâsı olarak azaba bürüyecek 
onları. Onlar, suçları yüklenmiş merkepler, günahları 
taşıyan hayvanlardır. And içerim, gene de and içerim ki 
Umeyyeoğulları, bu devleti benden sonra balgam gibi 
ağızlarından atacaklardır; geceler gündüzleri, 
gündüzler geceleri kovaladıkça da bir daha onu 
tadamayacaklardır. 



•k ic ic 



25 



(Muâviye ordusunun, şehirleri aldığı ve Büsr bin Ebi- 
Ertât'ın gelmesi üzerine, Yemen'de, memurları bulunan 
Abbasoğlu Ubeydullah'la Nümran oğlu Said'in ülkeyi 
bırakıp Kufe'ye gelmeleri üzerine minbere çıkıp 
buyurdular ki:) 



Elimde Küfe kaldı ancak; onu sıkıyorum avcumda, 
onu gevşetiyorum. Ey Küfe, yalnız sen kaldın, sen. 
Senden de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta 
Allah çirkinleştirsin seni. 

(Sonra şâirin şu beytini okudular:) 
Baban Hayr'ın ömrü hakkı için ey Amr, ancak 
Bana şu kabın dibinde birazcık artık kaldı mutlak. 
(Sonra buyurdular ki:) 



Haber geldi bana; Büsr Yemen'e gelmiş, Vallahi bu 
topluluk, sanıyorum ki yakın bir zamanda devletinizi 
alacak; buna sebep de batıl da toplanmanızdır; haktan 
ayrılmanızdır; imamınız hak üzereyken ona isyan 
etmenizdir; onlarınsa imamları batıla uymuşken 
itaatte bulunmalarıdır. Onlar emaneti sahibine 
veriyorlar; sizse hainlik ediyorsunuz. Onlar şehirlerinde 
düzgün hareketlerde bulunuyorlar; sizse bozgunculuk 
ediyorsunuz. Size bir sağrağı bile emanet etsem, 
korkuyorum, denge bağlanacak halkasını koparırsınız. 

Allah'ım, ben onlardan bezdim; onlar da benden 
bezdiler. Benim gönlüm onlardan daraldı; onların 
gönülleri de benden daraldı. Onların yerine, onlardan 
hayırlısını ver bana; benim yerime de benden daha 
şerrini musallat et onlara. 180 Allah'ım, gönüllerini, suda 
tuzun eridiği gibi erit. Andolsun Allah'a ki Ganm oğlu 
Firâs oğullarından 181 bin atlı olsaydı sizin yerinizde, 
daha da sevgiliydi bana, daha da sevindirirdi beni. 

(Sonra şâirin şu beytini okudular:) 

Orda çağırsaydın onları eğer, Gelirdi sana yaz 
bulutları gibi yer yer. 182 



180 - Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Kufelilere beddua ettiği gün 
Haccâc'ın doğduğu rivayet edilmiştir. 

181 - Ganm oğlu Firâs oğulları, yiğitlikleriyle meşhur olan 
bir boydur. 

182 - Abbas'ın oğlu Ubeydullah, Yemen'de H. Emir'in (a.s) 
vâlisiydi Büsr, Muâviye'nin emriyle Mekke'ye gitmiş, onun 
emriyle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere eşyâ'-î 
Murtazaviyyeden birçok kişiyi şehit etmiş, oradan Yemen'e 
geçmiş, Ubeydullah'ın, kendi yerinde bıraktığı kaynatası 
Abdullah'ı ve oğlunu şehit etmiş, Ubeydullah'ın biri altı, öbürü 



34 



(Şamlılarla savaştan çekinenlere hitapları:) 



Yuf olsun size; yazıklar olsun size; sizi 
azarlamaktan usandım artık. Âhirete karşılık dünyâ 
yaşayışına mı razı oldunuz; yüceliğe karşılık alçalmayı 
mı hoş buldunuz? Sizi, düşmanınızla savaşa çağırdığım 
zaman korkudan gözleriniz dönüyor; sanki ölüm gelip 
çatmış da sizi belâlara uğratmış; gaflete dalıp 
gitmişsiniz de o gaflet sizi sarhoşluğa atmış. Bana bir 
söz bile söyleyemiyorsunuz; bir cevap bile 
veremiyorsunuz. Gönülleriniz perîşan; aklınız gitmiş 
başınızdan; hiçbir şeyi akıl edemiyorsunuz. Size 
güvencim yok bu böyle gittikçe, bu karartı devam 
ettikçe. Dayanağım desteğim değilsiniz ki dayanayım 
size; kolum kanadım olmuyorsunuz ki sığınayım size. 
Siz sanki sürüp haydayanları yitmiş develersiniz; bir 
yandan sürülüp bir yana getirilirler; öbür yandan da 
dağılıp giderler. Andolsun Allah'a ki siz, savaş ateşini 
ne de kötü yakıp tutuşturanlarsınız. Onlar size düzen 

beş yaşında bulunan, Abdurrahman ve Kasüm adlı iki oğlunu, 
analarının gözü önünde, boğazlarını kesmek suretiyle şehit 
eylemişti. Anneleri, bu yüzden şuuruna halel getir-mişti; 
oğullarına mersiye okuyup gezer, hiçbir yerde karar kılamazdı 
(Fetret'ül-İslâm, s. 165 ve devamı; notlarıyla; Muhammed 
Abduh Şerhi s. 63-66 ve notları). 



kurmadalar; siz kurmuyorsunuz; onlar yörenizi 
kaplıyorlar; şehirlerinizi alıyorlar; siz tınmıyorsunuz. 
Onlar sizden gözlerini yummuyorlar; siz gaflet 
içindesiniz; onları unutuyorsunuz. Vallahi birbirlerine 
yardım etmeyenler alt olup giderler. Vallahi sanıyorum 
ki savaş kızıştı, ölüm yalımlandı mı, bedenden kopan, 
bir daha da yerine konmayan baş gibi Ebu-Tâlib 
oğlundan ayrılıp gideceksiniz. Andolsun Allah'a ki 
düşmanın kaldırışını bekleyen kişiye saldırır düşman, 
etini kemiğinden sıyırır, kemiğini kırar, ufalar; derisini 
yüzer gider. O kişinin aczi büyük mü, büyüktür elbet. 
Gönlündeki azim zayıf mı, zayıftır, yoktur ona bir 
medet. İstersen böyle ol sen; fakat ben, andolsun 
Allah'a, düşmanın saldırısından önce ona öyle 
saldırırım ki, Meşârif'de 183 yapılmış kılıçlarla öylesine 
vururum ki kellelerdeki küçücük kemikler havaya uçar; 
kollar, bilekler, ayaklar yerlere düşer; bundan sonra da 
Allah, dilediğini yapar, işler. 

Ey insanlar, benim sizin üzerinizde hakkım var; 
sizin de benim üzerimde hakkınız var: 

Bana vacip olan hak, size öğüt vermektir; 
ganimetleri size bölüştürmektir; bilmediğinizi 
öğretmektir; sizi edebe sokmaktır; böylece nasıl 
hareket edeceğinizi bilirsiniz; öğrenirsiniz. Size vacip 
olan hak da, biate vefa etmenizdir; ben varken de, 
yokken de birbirinize öğüt vermenizdir; çağırdığım 
zaman gelmenizdir; buyurduğum zaman itaat 
etmenizdir. 



183 - Arabistan'da Meşârif denen köylerde çok iyi kılıç 
yapanlar bulunur, orada yapılan kılıçlara "Meşârif kılıcfdenirdi. 



•k ic ic 



27 



(Muâviye orduları Anbar'ı yağma ettikten sonraki 
hutbeleri:) 



(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne ve soyuna 
salâvattan) 

Sonra derim ki: Gerçekten savaş cennet 
kapılarından bir kapıdır; Allah onu, dostlarının 
seçkinlerine açmıştır. O'dur çekinme elbisesi, Allah'ın 
koruyucu çukalı, cevşeni; onun sağlam kalkanı. Kim 
ondan çekinir de onu bırakırsa Allah ona aşağılık 
elbisesi giydirir, onu belâlar kavrar, bürür, bayağı bir 
hâle girer. Hak yoldan sapar, zebûn olur; savaşı 
bıraktığından dolayı batıla kapılır; horlanır kalır. 
Horluklara düşer, insaf edilmez ona; adaletten, 
insaftan şaşar. 

Duyun, bilin ki ben sizi bu toplumla, gece gündüz, 
gizli aşikâr savaşa çağırdım; onlar size saldırmadan siz 
savaşın onlarla dedim. Artık andolsun Allah'a ki kendi 
ülkelerinde kendileriyle savaşılan toplum, ancak 
aşağılık bir hale düşer. Sizse gevşek davrandınız, 
birbirinize yardım etmediniz, sonunda da her yandan 



saldırıp yağmaya koyuldular; yurdunuzda size üst 
oldular. 

İşte şuracıkta Gaamid oğulları; orduları Anbar'a 184 
gitmiş, Hassan b. Hassan'ıl-Bekrî'yi öldürmüş, 
askerinizi sınırlarından sürmüş, çıkarmış. Haber 
verdiler bana: Onlardan bir er, bir Müslüman kadının, 
başkası da Müslümanların amânında bulunan bir 
başka kadının evine girmiş; halhallarını, bileziklerini, 
gerdanlıklarını, küpelerini almış. Onlarsa ancak Allah'a 
sığınmışlar, kadere bağlanmışlar, düşmana 
yalvarmışlar, ağlayıp sızlanmışlar. Gelenler, sonra 
çekilip gitmişler. Onlardan hiçbirine bir zarar 
gelmemiş; onların hiçbirinin kanı dökülmemiş. Bundan 
sonra bir Müslüman, kederinden ölse kınanmaz; hattâ 
yerinde bir şeydir bence. 

Şaşılacak şeylerin en şaşılacağı da, bu toplumun 
batılda birleşmesi, sizinse haktan ayrılmanız. Bu hâl, 
kalbi sıkar, öldürür, adamı kederlere karar, kahreder. 
Yüzleriniz kara olsun, gönülleriniz gamla dolsun 
düşman oklarına bu çeşit amaç oluşunuz yüzünden. 
Size saldırıyorlar, mallarınızı yağmalıyorlar; siz 
saldırmıyor, yağmalammıyorsunuz; sizinle savaşıyorlar; 
siz savaşmıyorsunuz; Allah'a isyan ediliyor da siz razı 
oluyorsunuz. Yaz günlerinde onların üstüne yürümenizi 
emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi; şu sıcak 
günler geçsin dediniz. Kışın yürümenizi emrettiğim 
zaman, hele biraz dur, bırak bizi, şu soğuklar geçsin 



184 - Anbar, Bağdat'ın on fersah batısında, Fırat nehri 
kıyısında bir şehirdi. Abbas oğullarının birinci halifesi Seffah 
zamanında hükümet merkezi olmuştu. 



dediniz. Bütün bunlar, sıcaktan, soğuktan kaçış; 
sıcaktan, soğuktan kaçarsanız, andolsun Allah'a 
kılıçtan, daha fazla kaçarsınız siz. 

Ey erkeğe benzeyenler, fakat erkek olmayanlar, 
çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi 
akılları fikirleri tam olmayanlar, ey daldan dala 
konanlar, keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi 
tanımasaydım ben. Bir tanıyış ki bu, sonu nedamete 
dayandı; açıklanmayla sonuçlandı. Allah gebertsin sizi, 
kalbimi yaraladınız; gönlümü gamla, öfkeyle 
doldurdunuz; soluktan soluğa bana yudum yudum dert 
içirdiniz; bana isyan ederek reyimi bozdunuz, altüst 
ettiniz. Sonunda Kureyş, Ebû-Tâliboğlu yiğit bir er ama 
savaşta bilgisi yok dedi. Allah atalarını bağışlasın, 
onlardan bir tek kişi var mı ki savaşta benden daha 
tecrübeli olsun, benden daha fazla ayak direyip 
dursun? Yirmi yaşıma gelmemiştim ki savaşa giriştim; 
halâ da savaştayım işte; altmışı aştım, fakat itaatte 
bulunmayana ne reyim olabilir, ne emrim, ne tedbirim? 



•k Jc ic 



119 



(Halkı toplayıp savaşa sevk etmek için sözler söyle- 
dikleri vakit onlar, susup bir şey demeyince buyurdular 
ki.) 



Ne oluyor size, dilsiz mi oldunuz? (İçlerinden bir 
bölüğü, Yâ Emir'el-Müminin, sen gidersen biz de 
seninle gideriz dedi. Bunun üzerine buyurdular ki:) 

Ne oluyor size, nedir hâliniz? Ne doğru yola 
girebildiniz, ne dilediğinizi elde ettiniz. Bu kadarcık bir 
askerle savaşa gitmem mi gerek? Bu kadar askerle 
ancak yiğitlerinizden, kuvvetlilerinizden razı olduğum 
birisi çıkabilir. Benim orduyu, şehri, beytülmâli, 
yeryüzünün toplanacak haracını, Müslümanlar 
arasında hüküm vermeyi isteyenlerin haklarına bakıp 
gözetmeyi bırakıp azlık bir askerle öbür bölüğün ardına 
düşmem, içinde başka ok bulunmayan okluktaki ok 
gibi ses çıkarmam doğru olamaz. Çünkü ben, 
değirmenin miliyim, taş benim çevremde döner, bense 
durduğum yerde dururum. Yerimden ayrıldım mı, taş, 
boşuna ve yamru yamru döner, altındaki post ırgalanır, 
un etrafa saçılıp dökülür; buysa, andolsun Allah'ın 
bekasını kötü bir reydir. Andolsun Allah'a ki düşmanla 
karşılaşınca şehit olacağımı umsaydım, bunun bana 
mukadder olduğunu bilseydim bineğimi yaklaştırır, 
biner, sizden ayrılır, kuzey ve güney yelleri estikçe sizi 
aramaz, istemezdim. 

Siz kınayanlarsınız, ayıplayanlarsınız; doğru yoldan, 
birlikten, dirlikten sapanlarsınız, tilki gibi düzenle 
münafıklık yolunu tutanlarsınız; gönüllerinizin birliği az 
olduktan sonra sayıda çok olmanızın da bir faydası yok 

zâten. 

* * * 



182 



(Nevf'ül-Bekâlî rivayet eder, der ki: Em ir" ül-Mü' mi- 
nin aleyhisselâm, Kufe'de Hubayrat'ül-Mahzûmî oğlu 
Ca'de'nin, hutbe okumaları için koyduğu taşın üstüne 
çıkarak bu hutbeyi inşâd buyurdular. Sırtlarında softan 
bir aba vardı; kılıçlarının bağı hurma lifindendi; 
ayaklarına gene liften örülmüş na'leyn giymişlerdi. 
Alınları fazla secdeden, devenin dizlerine ve göğsüne 
dönmüştü. Buyurdular ki:) 



Hamdolsun Allah'a ki, halkın dönüp gidişi O'nadır; 
işlerin sonları O'na varır ulaşır. 185 Pek büyük ihsanı, pek 



185 - Nevf. b. Fedâlet'il-Bekâlî, Emir'ül-Müminin aleyhis- 
selâmın ashabındandır. Nevf, Nuf şeklinde, Bekâlî, Bikâlî 
tarzında da rivayet edilmiştir; Bekkâlî tarzında zaptedenler de 
vardır. Cu'de, Emir'ül-Mü'minin (a.s) kız kardeşleri, Ebû-Tâlib 
kızı Ümmühânî'nin oğludur. Bekâl, yahut Bekâl Hemdan 
kabilesinin bir boyudur. Nevf der ki: Kufe'de, Rahbe 
mescidinde Hazreti Emir'ül-Mü'minin'in huzurlarını girdim, 
selâm verdim; selâmımı aldılar. Yâ Emir'el-Müminin dedim, 
bana öğüt ver. Hazret, Yâ Nevf buyurdular, iyilik et de Allah da 
sana iyilik etsin. Yâ Emir'el-Müminin dedim, biraz daha söyle. 
Yâ Nevh buyurdular, acı da sana da acısınlar. Daha söyle Yâ 
Emir'el-Mü'minin dedim. Hayır söyle de buyurdular, hayırla 
ansınlar seni. Biraz daha söyle dedim; yâ Nevf buyurdular, 



gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin 
üremesidir. Sonra ey Nevf buyurdular, kim helâl nutfeden 
doğduğunu sanır da gıybetle insanların etlerini yerse yalan 
söyler. Kim helâl nutfeden olduğunu sanır da bana buğzederse, 
benden sonra evlâdımdan gelen imamlara buğzederse yalan 
söyler. Kim üstün ve ulular ulusu Allah'ı tanıdığını sanır da her 
gün, her gece Allah'a isyanda bulunursa yalan söyler; yâ Nevf 
vasiyetimi dinle, tut, ne bir toplumun kötülüğünü araştır, ne 
gaipten haber vermeye kalk, ne haberci ol, kovuculuk et; 
yakınlarından kesilme, onları gör gözet de Allah ömrünü 
uzatsın; ahlâkını güzelleştir de Allah sorunu hafifletsin. Ey Nevf, 
kıyamet günü benimle olmaktan sevineceksen zâlimlere 
yardımcı olma. Yâ Nevf, kim bizi severse bizimle olur, insan bir 
taşı bile sevse Allah, onu o taşla hasreder. Yâ Nevf, insanlara 
karşı bezenme, Allah'a isyana kalkışma; yoksa, Allah'a 
ulaştığın gün gazabına uğrarsın. Yâ Nevf, sana dediklerimi 
belle, dünya ve âhiret hayırlarını elde et (Tankih 3, s.276-277; 
Muhammed Abduh şerhi, 2. s. 103, not. 1). 

Cu'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından, Sıffin harbinden 
önce Horasen'a vali tayin edilmişti. Fakih ve yiğit bir erdi. 
Mekke'nin fethedildiği gün, annesiyle Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e 
(s. a. a) gelmişler, İslâm olmuşlardı. Babası Hubeyra b. Ebi- 
Veheb, Necran'a kaçmıştı. Mekke'nin fethi günü, Ümmülhânî, 
evindeyken Emir'ül-Mü'minin (a.s) ellerinde bir kılıç olduğu 
halde Hubeyra'nın ardına düşmüştü, Hubeyra, Ümmühânînin 
evine sığınmış, Ümmühânî, Hazreti Emir'in (a.s) önünü keserek 
elini tutmuş, Hubeyra, yanındaki bir adamla kaçmıştı. 
Ümmühânî, Hz. Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruyla müşerref 
olunca Hazret, iltifat buyurmuşlar, o da olayı anlatmıştı. Bu 
sırada Hazret-i Emir (a.s) huzura girmiş Cenab-ı Rasûl (s.a.a) 
gülerek, Ümmühânîye ne yaptın buyurmuştu. Emir (a.s), 
kendisine sor yâ Rasûlulallah, bana neler etti? Seni hak üzere 
gönderen Allah'a andolsun, elimi öylesine tuttu ki 
kurtaramadım; onlar da kaçtılar demişti. Hz. Rasûl (s.a.a) 



aydın burhanı, artıp duran lütfü yüzünden ona 
hamdederiz; öyle bir hamdle ki hakkını ödesin, 
şükrünü edâ etsin; sevabına nail olarak ona 
yaklaşalım; güzel bir surette de lütfunun artmasına 
vesile olsun. Lütfunu dileyerek umarak ondan dilekte 
bulunan, ümit eden kişi gibi biz de yardım diler, 
umarız; faydalar vermesini, kötülükleri gidermesini 
isteriz; ihsanını itiraf ederiz; işte ve sözde ona uyarız. 
İmânında şüphe olmayan, îmâm sahibi olarak ona 
dönen, birliğini ihlâs ile bilen, söyleyen, onu överek 
ululayan, onun rızasını dileyip çalışan, ona sığınan 
kişiler olarak ona inanırız. Bir varlıktan meydana 
gelmemiştir ki o noksan sıfatlardan münezzeh olan 
mabuda, o varlık, ortak olsun; ondan da bir varlık 
meydana çıkmamıştır ki onun mirasını alsın da 
yokolsun. Vakti, zamanı o yaratmıştır; ona bir an bile 
tekaddüm edemez; ziyâdelik, noksan, kulun 
hallerindendir; bu haller ona arız olamaz. Bize, tam 

bütün insanlar, Ebû-Tâlib'in sulbünden gelselerdi, hepsi de yiğit 
olurlardı; Ümmühânî kime âmân verdiyse bizim de 
amânımızdadır buyurmuştu (Tenkih, 1, s.211, Muhammed 
Abdul, 2, s.103, 1. not, Kazvini, 2, s.215-216). 

"Halkın dönüp gidişi onadır; işlerin sonları ona varır ulaşır" 
sözlerinde 2. sûrenin (Bakara) 54. âyet-i kerîmesinin 
sonundaki "İyice bil ki yaratış da onun, emir de; âlemlerin rabbî 
Allah'ın şanı ne de yücedir" cümle-i celilesine ve "Varaca-ğımız 
yer tapındır senin" cümle-i celilesiyle geçen âyet-i kerimeye 
işaret vardır (2, Bakara, 285). Kur'ân-ı Mecid'de 3. sûrenin (Âl-i 
İmrân) 28. âyet-i kerîmesinde ve diğer sûrelerde bu mealde 
âyetler vardır. Aynı zamanda 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 109. âyet-i 
kerîmesi de bu mealdedir. 



yerinde olan tedbir alâmetleriyle, olması mutlaka 
gereken takdir belirtileriyle yaratışını göstermiş, 
bunları akıllara izhâr etmiştir. Yaratışının 
tanıklarındandır göklerin direksiz, dayaksız duruşu. 
Onları bu suretle durmaya çağırmıştır, onlara 
emretmiştir; onlar da durmadan, duraksamadan 
emrine uymuşlardır, hem de dileyerek, isteyerek. 
Onlar, onun yaratıp geliştirmesine ikrar etmeselerdi, 
onun itaatine boyun eğmeselerdi, ne arşına yer ederdi 
onları, ne meleklerine mesken; ne halkının tertemiz 
sözlerinin ağdığı yer ederdi onları, ne temiz amellerin 
ağdığı yer. 186 

Gökteki yıldızları, yeryüzü ovalarında yol alırken 
şaşırıp kalanlara yol bulmaları için kılavuz kıldı. 
Gecenin kapkaranlık perdeleri, yıldızların aydınlığını 
örtmediği gibi Ay'ın, gönüllerde parıltısına da engel 
olamaz. Tenzîh ederiz noksan sıfatlardan o mâbûdu ki 
ne gecenin kızıllığa bürünmüş karanlığı ona gizlidir, ne 
yerlere çöken karanlığında kalanlar, ne birbirine 
ulanmış kapkara dağlar. Göğün ufkunda gürleyen gök 
gürültüsü de ondan gizli değildir, bulutlardan parlayıp 
çakan şimşekler de; yere düşen, yelden uçuşan 
yaprakları da bilir, gökten yağan yağmur katrelerini de. 
Her katrenin nereye düşeceğini, nerede karar 
kılacağını, karıncanın neyi, nereden çekip götüreceğini, 
sineğe yetecek gıdayı, karına düşen çocuğun neyle 



186 - 35. sûre-i celilenin (Fâtır), "Kim yücelik, üstünlük 
dilerse bilsin ki bütün yücelik, üstünlük Allah'ındır. Güzel 
sözler, ona ağar, iyi işler de o sözleri yüceltir..." meâlin-deki 10. 
âyet-i kerimesine işarettir. 



rızıklanacağını bilir. Kürsî, yahut arş yokken de var 
olana, yeryüzü, cin, yahut insan bulunmadan da 
bulunana, vehimle anlaşılmayana anlayışla 
bilinmeyene hamd olsun. 187 

Ondan isteyen, onu oyalayamaz; lütfunu elde eden, 
lütfuna bir noksan veremez; gözle görülemez, hadden, 
mekândan münezzehtir, sınırlanamaz; eşitleri yoktur, 
benzerleri bulunamaz ki onlarla anlatılsın. Bir aletle 
yaratmaz, duygulara sığmaz ki duygularla idrâk edilsin, 
insanlarla kıyaslansın. 

Bir mâbuddur ki Musa'ya söylemiştir, ona ulu 
delillerini göstermiştir; fakat ne sözü dille dudakladır, 
ne uzuvla, o söz, ne bildiğimiz söyleyişledir, ne 
uzuvlarla ses verip anlatışla. 188 

Ey bunu anlatmayı iş edinen, ona uğraşan kişi, ey 
rabbini vasfetmeye kalkışan kişi, kutluluk 
mekânlarında manevî başlarını önlerine eğmiş 
heybetinden kendilerinden geçmiş olan ve manen ona 
yakın bulunan melekleri, Cebrâîl'i anlat; tek ve en güzel 
sıfatlara sahip olan yaratıcı mabudun vasfında 



187 - "Gaybin anahtarları, onun yanındadır; onları ancak o 
bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir; bîr yaprak bile düşse bilir 
onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane dahi yoktur 
ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta, Tanrı 
bilgisinde tespit edilmemiş olsun." (6, En'âm 59). 

188 - Mûsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın Tanrı 
kelâmına mazhar olduğu 2. sûrenin 253., 4. sûrenin (Nisa') 
164. bilhassa 7. sûrenin (A'râf) 143. âyetlerinde beyân 
buyrulur. 



kendilerinden geçmiş olanları bildir gerçeksen, 
gerçekten bildirebileceksen. 189 

Sıfatlarla ancak şekil ve suret sahibi olanlar, âzâya 
sahip bulunanlar idrâk edilebilir. Oysa varlığı, sonunda 
yokluğa erişip biten, O, bunlardan münezzehtir; O'ndan 
başka mâbud yoktur. O'nun ışığıyla aydınlanır bütün 
karanlıklar; O'nun ışığıyla kararır bütün ışıklar. 190 

Allah kulları, sizi güzel libâslara bürüyen, size 
yaşayış sebeplerini lütfeden Allah'tan çekinmenizi 
tavsiye ederim. Bir kişi, ebedi yaşayışa ağmaya bir 
merdiven bulsaydı, yahut ölümü gidermeye bir yol elde 
etseydi, cinlerle insanların saltanatı, Peygamberlikle, 
Tanrı'ya yakınlıkla beraber kendisine ihsan edilen 
Davud oğlu Süleyman bunu bulur, bunu elde ederdi; 
esenlik ikisine de. Fakat o, dünyâda rızkını 
tamamlayınca, müddetini yitirince yokluk yayları, ölüm 
oklarıyla okladı onu; dünya onun varlığından hâlî kaldı; 
yurtlar bomboş oldu; onları başka toplumlar miras 
olarak aldı. 191 



189 - "Ve görürsün kî melekler Rablerine hamd ederek onu 
tenzih edip arşın çevresinde dönmedeler ve arala-rında, gerçek 
bir adaletle hükmedîlmîştîr ve denilmiştir kî: Hamd âlemlerin 
Rabbi Allah'a..." (39, Zümer, 75). 

190 - "Işıklanmıştır yeryüzü rabbînîn nuruyla ve yaptıklarının 
yazıldığı kitap ellerine verilmiştir ve Peygamberlerle tanıklar 
getirilmiş ve aralarında gerçek bîr hükümle hükmedilmiştir ve 
onlara zulmedilmemiştir." (39, 69) 

191 - "Ey Âdem oğulları, ayıbınızı örtecek elbise ve 
bezeneceğinlz elbise indirdik size. Tanrıdan çekinme elbisesine 
gelince: O daha da hayırlıdır ve bunlar; insanların anıp öğüt 
almaları için indirilen Allah âyetle-rindendir." (7, A'raf, 26). 



Gelip geçmiş devirlerdekiler size ibrettir. Nerede 
Amâlika, nerde Amâlika'nın oğulları, nerede firavunlar, 
nerede firavunların oğulları; nerede Peygamberleri 
öldüren, nerede Peygamberlerin yollarının 
yordamlarının nurlarını söndüren Res şehirlerinin 
halkı? Nerede zorbaların yollarını yordamlarını 
diriltenler? Nerede ordularla yürüyenler, binlerce 
orduyu bozanlar, kıranlar; nerede askerler, nerede 
şehirler yapanlar?. 192 

(Bu hutbeden:) 

Onların sırlarını hikmet yönünden gizlemiştir; O'nun 
bütün yoluyla anlamayı, O'nu idrâk etmeyi O'nunla 
uğraş-mayı örtmüştür; oysa ki o, dileyen kişinin yitik 
malıdır; boyuna sorup öğrenmek istediği dileğidir, 

Süleyman alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm, 
rabbinden, kendisinden başka kimsenin nail olmayacağı bir 
saltanat istemişti; Allah, yeli, cinleri ona müsehhar etmişti (38, 
35-40). Süleyman'ın (a.s) kıssaları. 2. sûrenin 102, 21 sûrenin 
78-79. âyetleriyle, 79-81 âyetlerinde, 27. sûrenin 16-44. ve 
gene 38. sûrenin 30-34. âyet-i kerimelerinde geçer. 

192 - Amâlika Yemen'de hüküm sürenlerdir. Firavunlar, 
bilindiği gibi Mısr-ı kadîm hükümdarlarıdır. Ress ashabı 25. 
sûrenin (Furkan) 38. âyet-i kerimesiyle 50. sûrenin 12. âyet-i 
kerimesinde geçer. Bunlar bazılarına göre Şuayb alâ Nebiyyinâ 
ve âlihi ve aleyhisselâm'ın gönderildiği kavimdir. Bazılarına 
göreyse Ress bir kuyunun adıdır. O kuyunun bulunduğu yerde 
oturan kavim kendilerine gönderilen Peygamberleri bu kuyuya 
atmıştır. Ress Yemen'de bir şehirdir. Oraya Hanzala adında bir 
Peygamber gönderilmiş, kavmi onu öldürmüştür diyenler de 
vardır. Ress'in Antakya'da bir kuyu olduğunu İsâ alâ Nebiyyinâ 
ve âlihî ve aleyhisselâm'a Habib-i Neccâr'ın orada öldürüldüğü 
de rivayetler arasındadır. 



hâlidir. O, İslâm garip olunca gurbete düşer; boynu 
üstüne yere ıhlar; kuyruğunu yere vurur; bir daha da 
kalkmaz yerden. O, tanrı hüccetlerinin 
kalanlarındandır, Peygamberlerinin bıraktıklarındandır; 
onun zuhuruyla bilinir, aşikâr olur o sırlar. 193 

Ey insanlar, ben, Peygamberlerin ümmetlerine 
verdikleri öğütleri verdim size; onlardan sonraki 
vasîlerin bildirdiklerini bildirdim size; kamçımla terbiye 
etmek istedim sizi; doğru yola gelmediniz; zorlayıp yola 
sokmak istedim sizi, doğru yola girmediniz. 

Allah için söyleyin, benden başka sizi doğru yola 
sokmak isteyen bir imam mı bekliyorsunuz; benden 
başka size gerçek yolu gösteren bir muktedâ mı 
bekliyorsunuz? 

Bilin ki dünya, yüz gösterdi, fakat ardını döndü, 
ardında olanlar yüz çevirdi, hayırları yüz göstermişken 
ardını döndü. Hayırlı kişiler, dünyadan göçmeyi 
kurdular; dünyanın kalan az nimetini sattılar, yok 
olmayan âhiretin nimetlerini aldılar. Sıffin'de kanlarını 
döken, bugün artık hayatta bulunmayan kardeşlerimiz 
zarar etmediler; bugün onlar ne gussa yemedeler, ne 
bu bulanık suyu içmedeler. Andolsun Allah'a ki 
ecirlerini tam olarak aldılar; korkudan, sıkıntıdan sonra 
esenlik yurduna vardılar. 



193 - "İslâm garip olarak başladı, garip olarak avdet eder, 
ne mutlu gariplere" mealindeki hâdise işarettir ki son 
zamanlarda İslâm'ın zayıflayacağını, bu sırada Mehdi'nin, 
accel'allah-u fereceh, zuhurunu müjdelemektedirler. (Sefi- 
net'ül-Bihâr, 1, s. 644. Mehdî hakkında "Fedail'ül-Hamse"ye 
bakınız, 3, s. 322-338). 



Nerede din yolunda yürüyüp giden, gerçek uğruna 
can verip göçen kardeşlerim benim? Nerede Ammâr, 
nerede Teyyihânoğlu, nerede Zü'ş-Şehâdeteyn? Nerede 
ölüm için birbirleriyle ahitleşenler, nerede 
şehâdetlerinden sonra zâlimlere başları gidenler? 194 



194 - Ammâr b. Yâsir'ül-Yakzân, Şia-i İmâmiyye indinde 
Erkân'ı Erbaa'dan biridir; diğer üçü Selman, Ebû-Zerr ve 
Makdâd'dır. babaları Yâsir, anneleri Sümeyye'dir. Sümeyye, 
Ebû-Huzeyfet ibni'l-Mugiygıyrat'il-Mahzûmînin cariyesiydi. Onu 
Yâsir'le evlendirmiş, Ammâr doğunca da azad etmişti. Ammâr, 
İslâm'ını izhâr eden yedinci kişidir. Babasıyla anası da ilk 
Müslüman olanlardandır. Sumeyye ve Yâsir'e müşrikler eziyet 
ederlerken Hazreti Rasûl (s. a. a) görmüş ve sabredin ey Yâsir 
soyu, size vaad edilen yer, cennettir buyurmuştu. Sumeyye de 
eziyet edilirken oradan geçen Ebû-Cehl, bir mızrakla şehit 
etmişti İslâm'ın ilk şehididir; sonra babası da müşrikler 
tarafından şehit edilmiş, Ammâr, müşriklerin söylemesini teklif 
ettikleri sözleri söyleyip kurtulmuştu. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a), 
Ammâr irtidâd etti diye haber verdikleri zaman, Ammâr, 
imanla yoğrulmuştur; başından ayağına dek iman doludur; 
îman, onun etiyle, kanıyla karışmış, kaynaşmıştır buyurmuşlar, 
Ammâr, ağlaya ağlaya huzura gelince de kendilerine 
vahyedilen "Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan söylerler, 
iftirada bulunurlar, onlardır yalancıların ta kendileri. Canla, 
gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken zorla, cebirle 
istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka 
inandıktan sonra Allah'ı inkar eden, kâfirlikle yüreği 
genişleyen, hoşlanan kişiye gelince. Bu çeşit kişileredir Allah-ın 
gazabı ve onlara pek büyük bir azap var" âyet-i kerimelerini 
okumuşlar (16, 105-106), zorla söylenen sözden dolayı dinden 
çıkılmayacağını tebşir buyurarak Ammârı memnun etmişlerdi. 
Ammâr, Medine'ye, hicretten sonra Bedr, Ulud savaşlarıyla 
bütün savaşlarda bulunmuş. Biat'ür-Rıdvan'da hazır olmuş, 



hakkında "Ammâr'a düşman olana Allah da düşman olur, 
Ammâr'a buğzedene Allah da buğzeder", Ammâr'a iki iş 
arzedilse O, onların en doğrusunu, insanı en doğru yola, 
gerçeğe götüreni seçer", "Cennet üç kişiyi özler; onların ilki 
sensin Yâ Ali, öbürleriyse Selman ve Ammâr'dır" gibi hadisler 
vârid olmuştur. Medine'de mescit yapılırken sahabe de yapım 
işinde çalışırlarken Ammâr'a fazlaca yük yüklemişler, Ammâr, 
latife yollu Hz. Rasûl'e (s. a. a) ashabın beni öldürecek Yâ 
Rasûlallah demiş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.a) 
mübarek elleriyle Ammâr'ın yüzündeki teri silerek "Yazık sana 
ey Sumeyye'nin oğlu, seni benim sahabem öldürmez; seni 
doğru yoldan çıkan, isyan eden bir toplum öldürecek, 
dünyâdan son içimin de suyla karışık süt olacak" 
buyurmuşlardı. Bir kere de huzura gelince, Rasûlullah (s.a.a) 
"Merhaba tertemiz oğlu tertemiz kişiye" sözleriyle Ammâr'a 
iltifatta bulunmuşlardı. Ammâr, Cemel ve Sıffin savaşlarında 
Emir'ül Müminin'in (a.s) maiyyetlerinde bulunmuş, hicretin otuz 
yedinci yılı Safer'inde yahut Rabiulevvel veya âhırında şehit 
olmuş, vefatından önce su istemiş, kendisine suyla karışık süt 
sunulmuştu. Şamlılar Ammâr'ın şehadetini "Feth'ül-Fütûh" diye 
anmışlardı. Muâviye, Ammâr'ı, Osman'ın kölesi için bile 
öldürmekten çekinmem derdi. Mübarek başı kesilip 
Muâviye'ye götürülünce Amr İbn'il-Âs bile dayanamamış, başını 
getiren iki kişiye, ikiniz de cehennemliksiniz demek zorunda 
kalmış, Muâviye'nin itabına mazhar olmuştur. Üsd'ül-Gaabe, 
Ammâr'ın kaatili olan Ebü'l-Gaadiye'nin, "Ammâr'ın kaatili 
cehennemliktir" hadisinin râvilerinden olduğunu kaydeder. 
Emir'ül-Mü'minin, Ammâr'ın namazını bizzat kılmışlar, 
şehâdetinden dilhûn olmayanın imandan behresi yoktur 
buyurmuşlar, gusül vermeden elbisesiyle defnetmişlerdir 
(Tenkih, 2, s. 320-322; Buhârî, Sahih-u Müslim, İbn-i Mâce, 
Tirmizi, Üsd'ül-Gaabe, Tabarî, Mürûc'üz-Zeheb, İbn-i Esir El- 
İsâbe, Belâzürî, Câmi'us-Sagir'in 2. cildinde 55. s, Künûz'ül- 
Hakaik'ın 2. cildinin 117. sahifesi ve Fetret'ül-İslâm, s. 125- 



(Sonra eliyle mübarek sakallarını tutup uzun bir 
müddet ağladılar; sonra da buyurdular ki:) 

Eyvah Kur'ân'ı okuyup hükmünü tutan, yerine 
getiren, farzı düşünüp icra eden, sünneti dirilten, bidati 
öldüren, savaşa çağrılınca koşup gelen, kendilerine 
emredene uyan kardeşlerim benim. 

(Sonra yüce sesle buyurdular kî.) 

Savaş, savaş ey Allah kulları. Bilin ki ben bugün 
orduyu toplamadayım, tertibe sokmadayım; kim Allah 
yoluna gitmeyi dilerse çıkıp gelsin. 



•k Jc Jc 



132) 

Mâlik b. Teyyiham Ebû'l-Heysem'il-Ansâriyy'il-Evsi, 
Rasûlullah'a (s. a. a) ilk mülâyık olan, birinci Akabe biatinde 
bulunan altı kişiden biridir; ikinci Akabe biatinde de 
bulunmuştur. Bedir, Uhud savaşlarıyla diğer savaşlara da 
katılmışlardır. Hazreti Rasûlullah'ın vefatlarından sonra 
Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücu eden on iki kişiden biridir. 
Sıffin'de Ammâr'ın şehâdetine kadar tereddüt içindeyken onun 
şehâdetinden sonra kılıcını çekip, bâgıy topluluk olduğunuz 
artık sabit oldu diyerek Muâviye tarafına hücum etmiş, şehit 
oluncaya dek savaşmıştır (Tenkih, 2, s.48, Fetret'ül-İslâm, 
Ammâr'ın hâl tercemesi). 

Huzeyme b. Sabit, Ansârdandır. Hazreti Rasul-i Ekrem 
(s. a. a) onun tanıklığını iki tanık olarak kabul buyurduklarından 
"Zü'ş-Şehâdeteyn" lakabıyla anılmıştır. Hazreti Rasûl'den 
(s. a. a) sonra Emir'ül-Müminin'e rücû edenlerdendir. Bedir'de ve 
diğer savaşlarda bulunmuşlar, Rahbe'de Gadiru Humm 
hadisine şahadet etmişlerdir. Ammâr'ın şehâdetinden sonra 
kılıcını çekip Ammâr'ı fie-i bâgıyyenin şehit edeceğini 
Rasûlullah'tan duydum diyerek savaşa girmişler ve şehit 
olmuşlardı (Tenkih, 1, s.397-398). 



(Nevf der ki: İmâm Huseyn'in (a.s) kumandasına on 
bin, Kays b. Sa'd b. Abâde'ye on bin, Ebu-Eyyüb'il- 
Ansârî'ye on bin kişi, bunlardan başkalarına da 
muayyen kişiler verildi. Yeniden Sıffin'e gitmek, 
Şamlılarla savaşmak üzereydi ki Cumua geçmeden 
melun İbn-i Mülcem, Hazret! yaraladı. Asker dağıldı; 
çobanları yitmiş, her yandan kurtların saldırısına 
uğramış sürülere döndük.) 195 



195 - Kays b. Sa'd b. Abâdet'il-Ansârî, Hazrec boyundandır. 
Üçüncü Akabe biatinde bulunan on iki kişiden biridir. Bedir 
ashabındandır ve Ebubekir'e ilk zamanlarında biat 
etmeyenlerdendir. Hattâ biatten sonra da aralarında bir ağız 
dalaşı olmuş, ona, ben sana elimle biat ettim, kalbimle değil; 
Gadir-u Humm'deki biatten sonra Ali'ye karşı bir delilin olamaz 
demişti. Hz. Emir'in (a.s) bütün savaşlarında bulunmuş, 
Medine'de hicretin altmışıncı yılında vefat etmiştir. Hz. Emir, 
Kays'ı Mısır'a vali tayin buyurmuşlardı. Muâviye, kendisine 
kaydı hayat şartıyla Irak Valiliğini vermeyi vaad ederek kendi 
tarafına almaya çalışmış, muvaffak olamayınca Kays 
bizimledir diye şayialar uydurmuştu. Aralarında birbirlerini 
kötüleyen mektuplar da, taâti edilmişti. Hz. Emir (a.s), Kays'i 
yanında bulundurmak için Mısır'da azletmişti. Pek güzel 
olmakla beraber köseydi; hattâ bu yüzden ansâr, mümkün 
olsaydı derlerdi, bütün malımızı verir, Kays'e bir sakal satın 
alırdık (Tenkıyh, 2, s.31-33; Muâviye'nin Kays'e mektubu ve 
onun Muâviye'ye pek şiddetli cevabı için Câhız'ın "El-Beyânu 
ve't-Tebyin"inden naklen "Fetretü'ül-İslâm"da hâl tercemesine 
bakınız; s. 70-73) 

Halid b. Zeyd Ebû-Eyyüb'ül-Ansâri, Hazrec boyundandır. 
Akabe biatinde, Bedir'de ve diğer gazalarda bulunanlardan-dır. 
Emir'ül-Mü'minin'e rücû edenlerden olup Ebubekir'e ilk Cuma 
günü minberdeyken karşı duran muhacirlerden altı, Ansârdan 
altı kişinin altıncısıdır. Sâdık-ı Âli Muhammed aleyhi ve 



70 



(İbn-i Mülcem tarafından yaralanacakları gecenin 
sonunda buyurmuşlardır ki:) 



Oturmuştum, uyku bastırdı, gözlerim kapandı. 
Birden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihiyi gördüm. 
Dedim ki: Yâ Rasûlallah, ümmetinden ne dertlere 
uğradım, ne düşmanlıklar gördüm. Buyurdu ki: Bed- 
dua et onlara, ben de Allah dedim, onlardan daha 
hayırlısını versin bana; benden daha kötüsünü 

musallat etsin onlara. 

* * * 



aleyhimüsselâmdan, Ebû-Eyyûb'a, sen kılıcınla müşriklere 
karşı durdun, savaştın; şimdiyse Müslümanlarla savaşıyorsun 
denince, bana Rasûlullah (s.a.a), Nâkisin, Kaasıtin ve Mârıkinle 
savaşmamı emretti. Nâkisin ve Kaasitin'le savaştım; şimdi 
Mârıkıyn'le savaşacağım dediğini rivayet etmiştir. Muâviye'nin 
zamanında İstanbul'a gelen orduya katılması, İslâm'ı takviye 
maksadıyladır; bazı kimselerin onu, bu hareketinden dolayı 
kınamaları tamamıyla yersizdir. Üsküdar yakasında, hicri elli, 
yahut elli birde vefat etmiş, vasiyeti mucibinde İstanbul 
yakasında sur haricine defnedil-miştir. Merkadi İstanbul 
fethine kadar malûmdur; bu bakımdan Ak Şemseddin'e 
atfedilen kerametin aslı yoktur. Vefatlarını elli ikinci yılda 
kaydedenler de vardır (Tenkıyh, 1, s.390-391). 



149 



(Yaralandıktan sonraki sözleri:) 



Ey insanlar, herkes, ondan alabildiğine kaçtığına 
tutulur; yaşayış, ömrü ecele doğru sürüp koşturur. 
Ölümden kaçmak, ona varıp tutulmaktır, bu işin gizli 
kalan yönünden haber almak için günlerce koştum; 
fakat Allah onun gizli kalmasını murâd etti. Heyhat; o, 
gizlenmiş bir bilgi. Şimdi vasiyetim şu; Allah'a inanın, 
O'na hiçbir şeyi ortak etmeyin; Allah'ın salâtı O'na ve 
soyuna olsun Muhammed'e inanın; sünnetini 
yitirmeyin. Şu iki direği dikin; şu iki ışığı yakın; 
bunlardan kaçıp dağılmazsanız sizi kınayış olamaz. 

Herkese gücü yeterinceye dek yük yükletilmiştir; 
bilgisizlerin yükleri de hafifletilmiştir. 196 Müminlere 
rahmet eden bir Rab, doğru bir din, bilen bir İmâm var. 



196 - "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka bîr 
şey teklif etmez. Herkesin kazandığı sevap kendisine aittir; 
elde ettiği suç gene kendisine ait, Rabbimiz, bizi muaheze 
etme unuttuysak, yahut yanıldıysak. Rabbimiz, bize ağır yük 
yükleme bizden öncekilere yüklediğin gibi. Rabbimiz, yükleme 
gücümüzün yetmeyeceği şeyi. Bağışla bizi, yarlığa bizi, acı bize; 
sensin yardımcımız; artık yardım et bize inanmayanlara karşı." 
(2, Bakara, 286) İlk kısımda, mugayyabât-ı hams'e yânı, beş 
bilinmeyen şeye, kıyametin zamanına, yağmurun yağacağına, 
rahme düşenin erkek, yahut kız olacağına, yarınki maddi, 
manevî kazanca ve insanın nerede öleceğine bunları ancak 



Ben dün sizinle eştim, dostum, bugün ibretim size, 
yarınsa ayrılacağım sizden. Allah beni de yargılasın sizi 
de. Ayağımı şu kaygan yerde dirersem sözüm budur 
ancak. Ama ayağım kayarsa derim ki, dalların 
gölgesindeydik; yellerin estiği yerlerdeydik; bulutların 
altındaydık; o bulutlar havada dağıldı gitti; o yellerden 
yer yüzünde kalan belirtiler silindi süpürüldü. Ben size 
komşuydum; bedenim, birkaç günceğiz komşuluk etti 
sizinle; pek yakında da benden size, cansız bir beden 
kalacak ancak. Hareketten sonra sakin olup 
kalakalmış; sözler söyledikten sonra susup gitmiş. 
Benim şu cansız kalan bedenim, yumulmuş gözlerim, 
hareket edemez âzam size öğüt verecek, bu hâl, ibret 
alanlara en iyi öğüt verendir; öğüdü, sözden daha 
tesirlidir; sözü, duyulan sözden daha geçkindir. Size, 
dostlarla buluşmaya giden kişi gibi veda etmedeydim. 
Yarın, sizinle geçirdiğim günleri göreceksiniz, sırlarım 
açılacak size; yerim boşaldıktan sonra ve yerime 
benden başkası geçtikten sonra tanıyacaksınız beni. 197 

Allah'ın bildiğine işaret vardır (31, 34). Ancak, Peygamber ve 
İmâmın ne vakit, nerede ve nasıl vefat edeceğini bildiğine dâir, 
"Kâfi" deki haberlere nazaran "gizlenmiş bilgi"den muratları, 
kendilerinden değil, halktan gizlenmiş olmasını beyan olsa 
gerekir (Kazvinî, 2, s. 38, 1. not). Nitekim kendileri de 
vefatların-dan önce şehâdetlerini haber vermişler, şehit 
olacakları günden evvelki gece ve o sabahı, bunu 
açıklamışlardı. 

197 - Emir'ül-Mü'minin'i (a.s), sevenlerin onunla haşredi- 
leceği hakkında müteaddit hadisler vardır ki "Ali'nin Şiası 
olanlardır kurtulanlar, muratlarına erenlerin ta kendileri" 
mealindeki hadis, bu cümledendir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s. 94). 



•k ic ic 



23 



(İbn-i Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki 
vasiyetleri:) 



Size vasiyetim Allah'a hiç bir şeyi ortak etmemeniz; 
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasulullah'ın 
sünnetini yitirmemenizdir. Bu iki direği dikin; bundan 
öte kınanmak yok size. 

Ben dün sizin dostunuz, yoldaşınızdım; bugün 
ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Yaşarsam 
kanımın sahibi benim, göçüp gidersem ölüm, zâten 
vaad edilmiş bana. Bağışlasanız, bu bağışlamak, 
benim için Allah'a bir yakınlıktır, sizin içinse bir sevap; 
bağışlayın; bilin şunu; "Sevmez misiniz Allah'ın sizi 
bağışlamasını?" 198 

Vallahi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği 
gibi onun geldiğini görünce de tanımadığım, 
hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben 
su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murada ermek 



198 - "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, 
yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten 
çekinmesinler ve İyilik etmeyi terketmesinler ve bağışlasınlar; 
Allah'ın sîzi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah 
suçları örtücüdür, rahîmdir." (24, Nûr, 22). 



isteyenin muradına ulaştığı hâldeyim şimdi. Allah'ın 
katındaki lütuf, iyi kişilere daha da hayırlıdır. 199 



•k ic ic 



47 



(Şehâdetlerinden sonra, vefatlarından önce, İmâm 
Hasan ve İmâm Huseyn aleyhimesselâma vasiyyetleri:) 



İkinize de Allah'tan çekinmeyi, dünya sizi arasa, 
istese bile onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. 
Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini 
yitirdiğiniz için de hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; 
âhiret ecri için iş görün; zâlime düşman olun, mazluma 
yardımcı kesilin. 

İkinize, bütün evladıma, ehlibeytime ve bu yazım 
kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi 
düzene koy-mayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. 
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ceddinizden 
duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak, bütün 
(nafile) namazlardan, oruçlardan üstündür. 



199 - "Fakat Rablerinden çekinenleredir kıyılarından 
ırmaklar akan cennetler, orda ebedi kalış, Allah katında 
ziyafetler ve Allah katında, iyi kişilere daha da hayırlı şeyler 
var." (3,ÂI-iİmrân, 198). 



Allah için, Allah için yetimleri koruyun, bâzı kere aç, 
bâzı kere tok bırakmayın onları; size tapşırılan 
haklarını yitirmeyin onların. Allah için komşularınızı 
görün, gözetin bu, Peygamberinizin vasiyetidir; 
komşular hakkında öylesine tavsiyede bulundu ki onlar 
da mîrâsa girecekler sandık. Allah için, Allah için 
Kur'ân'a riâyet edin; onunla amel etmekte başkaları 
sizi geçmesin. Allah için, Allah için namazı bırakmayın; 
çünkü o, dininizin direğidir. Allah için, Allah için 
Rabbinizin evini ziyareti, haccetmeyi bırakmayın; siz 
hayatta bulundukça boşlamayın o evi; çünkü o ev, 
terkedilirse mühlet bile verilmez sizlere; azap gelir 
çatar. Allah için, Allah için mallarınızla, canlarınızla, 
dillerinizle Allah yolunda savaşın; birbirinizi 
dolaşmanızı görüp gözetmenizi, birbirinizin ihtiyâcını 
gidermenizi, birbirinizden yüz çevirmemenizi, 
birbirinizden ayrılmamanızı vasiyet ediyorum. İyiliği 
buyurmayı, kötülükten nehyetmeyi bırakmayın; sonra 
kötüleriniz başınıza geçer; sonra da duâ edersiniz, 
icabet edilmez size. 

Ey Abdülmuttalib oğulları, Emir'ül-Mü'minin 
katledildi deyip Müslümanların kanlarına girmenizi, öç 
almaya kalkmanızı istemem, sakının bundan. Benim 
için yalnız beni öldüreni öldürün. Bekleyin hele, onun 
şu vuruşundan ölürsem, onun bana bir tek vuruşuna 
karşı siz de ona bir kere vurun; şurasını, burasını 
keserek eziyete kalkışmayın; çünkü ben, Allah'ın salâtı 
O'na ve soyuna olsun, Rasûlul-lah'tan duydum, derdi ki: 



Sakının eziyetten, işkenceden, öldüreceğiniz kuduz 
köpek bile olsa. 200 

* * * 

Birinci kısmın sonu 
9 Zilhccet'ül-Harâm 1389 Salı gecesi 



200 - Son iki vasiyet, "Nehc'ül-Belâga"da, 3. kısımdadır; 
ancak târihî seyri takip için biz, birinci kitaba aldık. 



2. KİSİM 



MEKTUPLARI, EMİR-NAMELERI, 
VASİYETİ 



1. Bölüm 



CEMEL SAVAŞINDAN ÖNCE VE CEMEL SAVAŞI 
SIRASINDA 



68 



(Hilâfetlerinden önce Selmân-ı Fârisî radıyallahu 
anh'e gönderdikleri mektup) 



(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât-ü 
selâmdan) 

Sonra bilin ki dünya, dokunulunca ele yumuşak 
gelen, fakat zehiri insanı öldüren yılana benzer; 
dünyadan elde ettiğin, seni aldatan, sana hoş gelen 
şey, az bile olsa gene ondan yüz çevir. Değil mi ki 
ondan ayrılacağını iyiden iyiye biliyorsun; onun 
gamlarını da fırlat, at; hâlden hâle dönüşüne de aldırış 



etme. Onunla uzlaştığın zaman, en fazla ondan 
sakınacağın zaman olsun. Çünkü ona dost olan, 
neşeyle, sevinçle ona inandı, yüreğini ona verdi de 
kandı mı dünya, onu hâlden hâle sıyırır atar, dertlere, 
belâlara katar. 201 



201 - Selman, aslen İranlıdır; doğduğu yer hakkında ihtilâf 
vardır. Kendisi, kendisini, Ben Âdem evlâdından İslâm oğlu 
Selmân'ım dive tavsif etmiştir. Soyunun, İsâ alâ nebiyyinâ ve 
âlihi ve aleyhisselâmın vasilerine ulaştığı rivayet edilmiştir. 
Zertüşt dininde olduğu zamanlar dâhil, güneşe secde etmediği, 
Âhır zaman Peygamberi'nin zuhur etmek üzere olduğunu 
duyup onun dinine girmek ve ona ulaşmak için uğraştığı, 
nihayet bir olayda esir düşüp Medineli bir yolcuya satıldığı, 
muayyen bir para karşılığında hürriyetini kazanmak üzere 
uğraştığı, azad edildikten sonra Hazreti Peygamber'e ulaşıp 
İslâm'ı kabul ettiği sahih rivayetlerdendir. Hz. Resûlul-lah 
sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem, ona "Ebû-Abdullah" 
künyesini vermişler, "Selmân'ül-Hayr" lakabını ihsan buyur- 
muşlardır. Haklarında "Selmân, bizden, Ehlibeyttendir" ve 
"Selmân, Fars ehlinin İslâm'da en kıdemlisidir", "İman, Süreyya 
yıldızında bile olsa Fars ehlinin elinden kurtulamaz, onlar, 
oraya bile ulaşırlar" mealindeki hadis-i şerifler vârid olmuştur 
(Cami', 1, s.38, 2, sl08.) Hendek savaşında, Hz. Rasûl-i Ekrem 
(s. a. a), Selmân'ın reyiyle hendek kazdırmıştır. Mezkûr savaşta 
ve diğer savaşlarda bulunmuştur. Şia-i İmâmiyye'ye göre 
"Erkân-i Erbaa"dandır. Hz. Resûlullah (s.a.a) "Bana dört kişiyi 
sevmem emredildi; ilki sensin Yâ Ali, Selmân, Mikdâd ve Ebû- 
Zerr onlardandır" buyurmuştur. Emir'ül-Mü'minin (a.s), 
"Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onlar yüzünden 
rızıklanırlar; onların yüzünden yardıma maz-har olurlar; onların 
yüzünden yağmur yağar, Selmân onlar-dandır" ve "Selmân'ın 
bildiğini Ebû-Zer bilseydi; Selmân'ı öldürmeye kalkardı" 
buyurmuşlar, İmâm Muhammed'ül-Bâkır aleyhisselâm da 



54 



(İmran b. Husayn'il-Huzzâî 202 ile Talha ve Zübeyr'e 
gönderdikleri mektup) 

- Ebû -Câ'fer'il- İskâfi "Kitâb'ül- Makaamâf'ta, 
Emir'ül Mü'minin'in (a.s) manâkıbında da bu mektubu 
zikreder. 



"Selmân'a, Selmân-ı Fârisi demeyin; Selmân-ı Muhammedi 
deyin; o, biz Ehlibeyttendir" demişler-dir. Bir gün ashab, soy 
soptan bahsederlerken Selman, ben Abdullah oğlu Selmân'ım; 
dalâletteydim; Allah, Muhammed'-le beni hidâyete sevk etti; 
yoksuldum, Muhammed'le beni zenginleştirdi; kuldum, Allah 
beni Muhammed'le hür kıldı; soyum-sopum budur benim 
demişti. Sonra bu olayı Hz. Rasûl'e (s.a.a) haber verince Rasûl-i 
Ekrem (s.a.a), Ey Kureyş buyurmuşlardı, insanın soyu-sopu 
dinidir, erliğidir, aslıdır ve aklıdır; yüce Allah, Biz sizi bir erkek 
ve dişiden yarattık, sonra bilişesiniz, tanışasınız diye sizi 
kabilelere, şubelere ayırdık, gerçekten Allah katında en 
büyüğünüz, en fazla takva sahibi olanınızdır buyurmuştur; ey 
Selmân, bunların hiçbiri senden üstün değildir; ancak Allah'tan 
çekinmekle; sen Allah'tan çekiniyorsan üstün sensin (Âyet-i 
Kerime, 49. sûrenin, Hucurât, 13. ayeti kerîmesidir) Ömer 
zamanında Medâyin'e vali tayin edilen Selman, hicretin otuz 
dördüncü yılında vefat etmiştir; Medâyin'de Medfundur. 
RadıyAllahu anhu ve ırdâh (Tenkıyh, 2, s.45-48, İstîâb, 2, s.83, 
Üsd'ül Gaabe, 3, s. 10, İsâbe, 2, s. 150). 

202 - İmran b. Husayn'ül -Huzzâî, ashaptandır; bütün gaz- 
velerde bulunmuştur. Hicretin elli ikinci yılında vefat etmiştir 
(Tenkıyh, 2, s.350). 



(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne salât-ü selâmdan 
sonra) 

Gizleseniz de bilirsiniz ki ben, insanların bana 
uymalarını istemedim, onlar istemedikçe. Onlarla 
yakınlaşmadım, onlar bana biat etmedikçe. İkiniz de, 
bana biat edenlerdendiniz, beni isteyenlerdendiniz. 
Halk, hilâfeti gaspeden, yahut mala mülke hırsı olan 
bir kişi sanmadı beni, o çeşit biat almadım onlardan. 
Bana dileyerek biat ettiyseniz tezce isyanınızdan 
vazgeçin, dönün Allah'a tövbe ederek. İstemeyerek biat 
ettiyseniz, görünüşte itaat ettiğinizden, suçuysa 
gizlediğinizden dolayı isyan ettiniz; bana da, size karşı 
hareket etmek için yol açtınız. 

Ömrüm hakkı için ki muhacirlerin, gönlündekini 
gizlemek, sırrını bildirmemek hususunda en haklı olanı 
sizler değildiniz; bana biat etmeden bu işe 
girişseydiniz, biat edip hilâfetimi ikrar ettikten sonra 
aleyhime dönmenizden, bana karşı gelmenizden daha 
kolay olurdu size. 

Osman'ı benim öldürdüğümü sandınız, 
Medinelilerden ne bana uyanlar var, ne size uyanlar; 
aramızda onlar hükmetsinler görelim, onun 
öldürülmesinde benim mi daha fazla dahlim var, sizin 
mi? 

A iki kocaltmış kişi, dönün reyinizden; çünkü şimdi 
düştüğünüz en ağır şey utançtır; fakat utançla 
cehennem birleşmeden vazgeçin yaptığınızdan 

vesselam. 

* * * 



63 



(Kûfe'de Ebu-Mûsâ'I -Aş'iri'nin halkı , Cemel sava- 
şına katılmaktan men ettiğini duyunca ona gönderdik- 
leri mektup) 



Allah'ın kulu Emir'ül-Mü'minin Ali'den Kays oğlu 
Abdullah'a: 

Senin bir sözünü bildirdiler; bu söz, hem lehinde, 
hem aleyhinde. İçim gelir gelmez eteğini cemre, belini 
bağla, deliğinden çık. Seninle beraber olanları da çağır, 
topla, yürüt; sence bu işin doğruluğu anlaşıldıysa böyle 
hareket et; korkarsan uzaklaş, şüpheden elini çek. 
Allah'a and içerim ki seni bırakmam, neredeyse gelir 
çatarım sana, yağını sütüne, yanıp kavrulmuşunu 
çiğine katıncaya dek bırakmam seni; oturma fırsatı da 
bulamazsın, ardından korkup çekindiğin gibi önünden 
de emin olamazsın. Bu, umduğun, sandığın gibi küçük 
bir olay değil; öyle bir büyük belâ ki devesine binmek, 
gücünü yenmek, dağını bel etmek gerek. Aklını başına 
devşir, yapacağın işe dal; payını da al. Bu işten 
hoşlanmıyorsan yürü git, uzaklaş; ama ne genişliğe 
kavuşabilirsin, ne kurtuluşa erişebilirsin. Senin 
yapacağın işi, başkalarının başarması, seninse uykuya 



dalman daha doğru; öylesine uyu ki, filân nerede bile 
diyen olmasın. 

Vallahi, bu söz gerçek yolda olanın gerçek sözü; 
mülhitlerin, doğru yoldan sapanların yaptıkları şeyse 
hiç ilgilendirmez beni vesselam. 203 



•k ie ic 



45 



(Basra valisi Osman b. Huneyf'in bir düğüne çağrıl- 
dığını ve gittiğini duydukları zaman ona yazdıkları 
mektup:) 



(Allah'a hamd-ü senadan, Rasûlüne ve soyuna 
salâ-tü selâmdan) 

Sonra Huneyfoğlu, Basralılardan bir bölüm, duyduk 
ki seni düğüne çağırmış; sen de hemen gitmişsin. 
Renk-renk yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna 
gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağrılmayan, 
zenginleri davet edilen bir topluluğun dâvetine icabet 
edesin. Dişlediğin yemeğe bir bak, haram helâl 
olduğunda şüphen olursa at o yemeği ağzından; helâl 
olduğunu iyice bilirsen birazcık ye. 204 



203 - Beşinci bölümün 83. hutbesinin notuna bakınız. 

204 - Osman b. Huneyf, ansardandır; Ebu-Amr künyesiyle 



Bil ki her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, 
bilgisinden ışıklandığı bir imâmı vardır. Gene bil ki sizin 
imamınız, dünyasında köhne bir elbiseyle iki parça 
ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim, sizin buna 
gücünüz yetmez; yetmez ama çekinip gayret ederek, 
temiz olmaya, doğru yola gitmeye gayret göstererek 
yardım eden bu yolda bana; gücünüz yettiği kadar 
yolumda olun. Andolsun Allah'a ki ben dünyanızdan ne 
bir gümüş, ne bir altın toplayıp biriktirdim ne şu çok 
ganimetlerden bir mal yığdım, ne de üstümdeki 
yıpranmış elbiseden başka bir elbise aldım. 

Evet, gökyüzünün gölgelendirdiği şu dünya 
yüzünden, elimizde bir Fedek vardır; ona da toplumun 
bir kısmı haris oldu, bir kısmı cömertlik etti; Allah ne 
de güzel hükmedicidir. Ben ne yapayım Fedek'i, yahut 
ondan başka bir yeri ki bu nefsin konağı, yarın 
mezardır; onun karanlığında eseri bile kalmaz, haberi 
bile yiter gider, duyulmaz. O mezarı açan, elleriyle 
genişletse bile taş, kerpiç düşer, yığılır, toprak dökülür 

künyelenmiştir; Ebu-Abdullah diyenler de vardır. Emlr'ül- 
Mü'minin'e (a.s) rücû' edenlerdendir. Uhud'da ve diğer 
gazalarda bulunmuştur. Cemel savaşından önce Emlr'ül- 
Mü'minin tarafından Basra valiliğine tayin edilmiş, kendisine, 
Rebeze'den gönderilen emir üzerine savaşa girişmiş, Cemel 
ashabı, Basra'ya girince Osman b. Huneyf'in saçını, sakalını 
tıraş ettirmişlerdi. Hz. Emir'e (a.s) ulaştıktan sonra Cemel 
savaşına iştirak etmiş, Küfe valiliğine tayin edilmişti. 
Muâviye'nin zamanında vefat etmiştir (Tankıyh, 2, s.245). 

Bu cümlelerde, "En kötü yemek, tokların çağrıldığı, açların 
davet edilmediği düğün yemeğidir" hadisine de işaret vardır 
(Cami, 2, s.33) 



dapdaracık bir hâle getirir. Şimdiden nefsimi takva ile 
riyazete alıştırayım ki en büyük korku gününde 
eminliğe erişsin; mahşerin kaygan yerinden sürçmesin. 

Dilesem ben de yağlar ballar bulurum; buğday 
ekmeğinin hâlisini yerim; ipek elbise giyinirim; fakat 
nefsimin dileğinin bana üst olması beni lezzetli 
yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç? Ben nasıl 
doya-doya yemek yiyebilirim ki Hicaz'da, yahut 
Yemâme'de belki yoksullar vardır; günler geçmiştir ki 
tokluk nedir, görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak 
nasıl gündüz edebilirim ki çevremde aç karınlar, 
yanmış, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır. Nitekim 
deyen de demiştir: 

Sen karnı tok olarak yatmadasın; 
Çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret 
çeken ciğerler var; bu dert yeter sana. 205 

Razı olur muyum ki bana Emir'ül-Mü'minin desinler 
de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak 
olmayayım, yahut da darlıkta, yaşayış sıkıntısında 
onlara muktedâ sayılmayayım? Derdi günü, güzelim 



205 - Beyit, Abdullah'it-Tâî oğlu Hâtem'indir. Bundan önceki 
beyit, "yemek yiyeceğim vakit bir sofra daha hazırla da uzak 
yakın, dost birisi gelsin, beraber yiyelim; benden sonra, beni 
kınamasınlar" meâlindedir: Bu beyit, "Sen karnı tok olarak 
yatmadasın; çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret 
çeken ciğerler var; bu ayıp yeter sana" tarzında da rivayet 
edilmiştir. Tabaklanmamış deriden maksat, hayvanın derisini 
yemeye çalışanlar, açlardır; et yüzü görmeyenlerdir. Bundan 
sonraki beytin meali de şudur: "Ben, bana gelen konuğun 
kuluyum, kölesiyim; bende bu huy olmasaydı kulluğa ait hiçbir 
huyum olmazdı."(Kazvini, 3, s.274-275). 



otları otlamaktan başka bir şey olmayan bağlı, yahut 
süprüntülerde yiyecek bulup yemekten başka bir şey 
düşünmeyen, sahibinin maksadından haberi bile 
olmayan bir hayvan değilim, o çeşit yaratılmadım ki 
ben. Yahut da işsiz-güçsüz terk edileyim, yahut asılsız 
lâflarla uğraşayım, yahut sapıklık ipini çekeyim, yahut 
da şaşkınlık yoluna düşeyim; bunun için yaratılmadım 
ben. 

Sanki görüyorum, diyeniniz diyor ki: Ebu- 
Tâliboğlu'nun yediği buysa, akranlarıyla savaşa 
yiğitlerle harbe gücü yetmez, zayıflar, elden ayaktan 
düşer. Oysa ki bilin; sahralardaki ağaç daha kuvvetlidir; 
güzelim bağlarda, bahçelerde biten ağaçlarınsa gücü 
azdır. Ovalarda biten otlar, daha kuvvetli yanar, közü 
daha geç söner. Biz Rasûlullah'la bir kökten bitmiş iki 
ağacız; onun kolunun pâzısıyım ben. 206 Vallahi Arap 
birleşse de benimle savaşa kalksa, yüz çevirmem, 
fırsat çağlarında boyunlarını kırarın onların. Şu ters 
adamdan, şu baş aşağı bedenden yeryüzünü 
temizlemeye uğraşıyorum; böylece de ekin, 
aralarındaki taştan, topaçtan kurtulsa diyorum. 207 



206 - "Yâ Ali, insanlar ayrı ayrı ağaçlardan, soylardandır; 
ben ve sen bir ağaçtanız, bir soydanız. Ben ağacım, Fatıma 
dalı, Ali budakları; Hasan ve Huseyn meyveleridir; Şiamız da 
yapraklarıdır o ağacın. Ağacın kökü Adn cennetindedir, dalları 
budakları öbür cennetlere yayılmıştır. Ben ve Ali, bir ağaçtanız; 
insanlar ayrı-ayrı ağaçlardan." Müstedrek'üs-Sahihayn, 
Künûz'ül-Hakaaık, Kenz'ül-Ummâl ve Zahâir'ül-Ukbâ'dan 
naklen Fadâil'ül-Hamse, 1, s. 171-172) 

207 - Bu sözlerle Muâviye'yi kast buyurmaktadırlar. 



Semerin sırtına, yuların boynuna ey dünyâ; senin 
tırnaklarından kurtuldum, tuzaklarından çıktım, 
yollarından çekildim ben. Nerede oyunlarınla 
aldattığın, güldürdüğün milletler, nerede süslerinle, 
ziynetlerinle kandırdığın ümmetler? İşte şuracıkta 
onlar, kabirlere rehin olmuşlar, lahitlere girip yatmışlar. 
Vallahi görünür bir kişi olsaydın, tutulur bir cisme 
bürünseydin, olmayacak isteklerle aldattığın, sonra 
onları kandırıp helak çukuruna attığın kullar, telef 
vâdîsine fırlattığın, belâ vartalarına uğrattığın 
padişahlar için sana Allah'ın hadlerini icra ederdim; 
onları öyle bir yere yolladın ki oraya ne gidenden bir 
haber var, ne oradan gelen var. Heyhat; ne de uzaktır 
senin belâ yerlerine, mihnet vadilerine, o kaygan yola 
ayak basıp da düşmemek; ucu bucağı, dibi boyu 
bulunmayan denizlerine düşüp de boğulmamak; kim 
senin torundan tuzağından kurtulduysa odur başarıya 
eren, doğru yolu bulan. Senden kurtulup esenliğe 
erişen kişinin yatağı durağı dar da olsa ne var? Onca 
dünyâ, bir günceğizdir; can verdi mi, rahata erer. Uzak 
ol benden, vallahi ben seni kendime râmetmeden sen 
râmedersin beni; senin gemini hiç salıvermem; çünkü 
dilediğin yere çekersin beni. Allah izin verirse der de 
and içerim Allah'a; 208 nefsimi, bir kuru ekmek parçası 
bulunca onu yeter bulup sevinecek, onu yiyip 



208 - "Ve hiçbir şey için, bunu mutlaka yarın yapa-cağım 
deme; ancak Allah dilerse yaparım de ve bir şeyi unutunca 
Rabblnl an ve de ki: Umarım, Rabblm, beni bundan daha 
ziyade hayra ve doğruya yakın bîr şeye erdirir ve başarı verir 
bana." (18, Kehf) 23-24) 



şükredecek bir hâle getiririm; gözlerimi suyu çekilmiş, 
nemi kalmamış bir kaynak haline getirinceye dek de 
gözyaşları dökerim. Otlayan hayvan, otlayıp karnını 
doyurur da yan üstü mü yatar? Koyun sürüsü, yayılıp 
doyar da uyuyacağı yere mi gider? Ali de azığını yer de 
uykuya mı dalar? Bunca yıldan sonra ovada otlakta 
otlayan, yazıda yayılan hayvanlara dönerse gözleri 
aydın olsun. 

Ne mutlu o kişiye, Rabbinin farzlarını edâ eder de; 
uğradığı çetin şeylere dayanır; geceleri gözlerine uyku 
girmez; sonunda uyku ağır basarsa da yeryüzünü 
döşek, elini yastık eder de dalar; hem de kıyamet 
gününden korkarak gözlerine uyku girmeyen, yanları 
yatak yüzü görmeyen, dudakları gizlice Rablerini 
zikreden, boyuna yarlıganma dileklerinden günahları 
kendilerinden giderilen, arınan topluluk içinde. 
"Onlardır Allah bölüğü; bilin ki Allah bölüğü, 
kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir. " 209 

Ey Huneyfoğlu, Allah'tan çekin; birkaç parça ekmek 
yeter sana; yeter kurtuluşun için cehennemden. 



•k ic ic 



(Osman b. Huneyf'e, Cemel savaşından önceki 
mektupları) 



209 -Mücâdele, 22. 



İtaat gölgesine gelirler, sığınırlarsa bu, zâten 
sevdiğimiz, istediğimiz şey. Ama düşmanlığa, isyana 
kalkışırlarsa, sana itaat edenlerle, isyan edenlerin 
üstüne yürü. Seninle gelmek istemeyenlere aldırış 
etme. İtaat edenlerle harekete geç, öbürlerini bırak. 
Çünkü istemeyerek zorla seninle gelenlerin 
gelmeyişleri, oturup kalışları, gelişlerinden, olmayışları, 
bulunuşlarından hayırlıdır. 



•k ic ic 



(Medine'den Basra'ya giderlerken Kûfe'lilere 
mektupları:) 



Allah'ın kulu Emir-ül Mü'minin Ali'den, Ansarın 
alnı olan, Arabın yüce dağı mertebesinde bulunan 
Kûfelilere: 

(Hamd-ü sena, salât-ü selâmdan) Sonra ben size 
Osman'a ait olayları öylesine haber vereyim ki 
duymanızla görmüşe dönün: 

Halk onu kınamaya koyuldu; bense Muhacirlerden 
ona en fazla öğüt veren, en fazla, yaptıklarını anlatıp o 



işlerden vazgeçmesini söyleyen biriydim. Talha'yla 
Zübeyr, onu sarp yollara sürüyorlar, yumuşaklıkla 
gidilmez bellere götürüyorlardı. Âişe'yse ona pek 
kızmıştı, köpürmüştü. Hâsılı mukaddermiş, toplum, 
onu öldürdü; bana da, benim zorumla değil, kendi 
dilekleriyle kendi istekleriyle biat etti. 

Bilin ki hicret yurdu (Medine), halkıyla beraber 
kökün-den yıkıldı. Orası, ateş üstündeki kazan gibi 
kaynayıp coşmaya koyuldu; fitne değirmeni, milinin 
çevresinde dönmeye başladı. Artık emirinize koşun, 

Allah'ın izniyle düşmanınızla savaşın. 

* * * 



(Basra fethinden sonra Kûfelilere) 



Allah, kendisine itaat edenlere, nimetine şükürde 
bulunanlara vereceği sevabın en güzelini 
Peygamberinizin Ehlibeytine karşı gösterdiğiniz itaat 
yüzünden sizlere versin. İtaat ettiniz; çağrıldınız, 
geldiniz. 



•k Jc ic 



(Osman tarafından Azarbeycan valisi olan Eş'as b. 
Kays'e) 210 



210 - Eş'as b. Kays'il-Kindî Ebu-Muhammed için 1. kısmın 
"Beşinci bölüm"ünün (Tarihi Hutbeler) 86. hutbesinin şerhine 
bakınız. 



Seni, başına buyruk olmak için ben tayin etmiş 
değilim; yalnız boynunda bir emanet var ve sen, 
senden üstün olanın buyruğu altındasın; halka 
dilediğini yapamayacağın gibi tehlikeli bir işe de 
girişemezsin. Elinde üstün ve ulu Allah malından mal 
var; şimdi sen, onu bana teslim etmek için benim 
hazine memurlarımdansın; senin üzerinde kötü 
hükmedenlerden değilsem, bana teslim edersin onu. 



•k Jc Jc 



(Kadı Şurayh b. Haris, kadılığında seksen dînâra bir 
ev satın almıştı. Emir'ül-IVIü'mînin (a.s), bunu duyunca, 
bana seksen dinara bir ev satın aldığına, buna dair bir 
de senet yazdırdığına, tanıklara tanıklık verdirdiğine 
dâir haber geldi buyurdular. Şurayh tasdik edince 
kızgın bir hâlde ona bakıp buyurdular ki: 211 



211 - Kadı Şurayh'i, sahabeden sayanlar vardır. Ömer, onu 
Kûfe'ye kadı tayin etmiş. Osman zamanında da hizmetine 
devam etmiştir. Emir'ül-Müminin (a.s) azli cihetine gitmişse de 
Kûfeliler razı olmamışlardı; o yüzden gene Küfe kadılığın-da 
kalmıştı. Altmış, yahut yetmiş beş yıl kadılık etti. Ashab-ı 
Kiramdan olup Hucr'il Hayr diye anılan Hucr b. Adiyy'il- 
Kindi'nin, hâşâ, küfrüne ve tâattan çıktığına dâir fetva vermesi 
dolayısıyla Muhtar b. Ebu-Ubeydet'is-Sakafi, onu, yalnız 



Yâ Şurayh, yakındır, sana öyle birisi gelip çatar ki 
ne yazdığın şeye bakar, ne tanıklarından sorar; gözün 
arkada kalarak seni o evden çıkarır; her şeyden ayırıp 
kabrine kapar. Dikkat et ey Şurayh, bu evi kendi 
malından başka bir malla, helâlinden kazandığın 
paradan başka bir parayla satın almış olmayasın. İş 
böyleyse, böyle bir şey yaptıysan bil ki dünyâ yurdunda 
da ziyan ettin gitti, âhiret yurdunda da. O evi alacağın 
vakit bana gelseydin, sana öyle bir senet yazardım ki, 
evi almak için ne bir dirhem verirdin, ne de daha fazla 
bir pul. 

Yazacağım senet de şuydu: 

Aşağılık kulun, ölümünden sonra çıkarılıp atılan bir 
ölüden; şu aldanış dünyâsında, geçip gidenlerden, 
helak olup bitenlerin alanında satın aldığı yerdir bu. Bu 
evin dört sınırı var: Birinci sınırı âfetlerin sebeplerine 
varır dayanır; ikinci sınırı musibetleri, belâları meydana 
çıkaran şeylere varır; üçüncü sınırı, insanı helak edecek 
heveslere, dileklere ulaşır; dördüncü sınırı, insanı 
azdıran Şeytana kavuşur; bu evin kapısı da bu sınıra 
açılır. Dileğe kapılıp aldanan, ecelle şu evden kaldırılıp 



Yahudilerle meskûn olan bir köye sürmüş, Haccâc gelince 
Kûfe'ye getirip gene kadılığa tayin etmiş, fakat ihtiyarlığını 
bahane ederek ölünceye dek kazada bulunmamıştır. Hicretin 
yetmiş ikinci, yahut sekseninci yılında yüz, yahut yüz on 
yaşında ölmüştür. Seksen yedinci yılında öldüğü de rivayet 
edilmiştir (Tenkıyh, 2, s.83). 



atılandan bu evi, kanâat üstünlüğünden çıkarak, istek 
ve helak oluş aşağılığına düşerek satın almıştır. 

Bu evde, satın alanın başına gelecekler de, Kisra, 
Kayser, Tübba ve Hımyer gibi padişahların, zorbaların 
başlarına gelen şeylerdir: Onların bedenleri çürümüş 
gitmiştir; canları alınmıştır; mal üstüne mal yığan, onu 
çoğaltıp duran, yapılar yapıp pekiştiren, yüceltip 
bezeyen, zahirler toplayan, zannınca evlâdını düşünen, 
kendisinden sonra kalacakların gamını yiyen kişilerin 
başlarına gelen, onun da başına gelecektir. Sonunda 
bunların hepsini de Tanrı'ya bildirmek, soruya çekilmek 
için getirecekler, sevap ve azap mahalline yığacaklar, 
hakla batılın arasının ayrılacağı vakit, sahibini 
hepsinden bir-bir soruya çekeceklerdir. "İşte orda, batıl 
iş işleyenler, ziyan edip gideceklerdir." (Mü'min, 78) 212 



212 - Kisrâ, İran şahlarına, Kayser, Roma imparatorlarına 
denir. Tübba Hımyerli bir hükümdardır; tebaası çok olduğu için 
bu adla anılmıştır. 44. sûrenin (Duhân) 17. ve 50. sûresinin 14. 
âyetlerinde, peygamberlerini inkâr ettiklerinden helak 
edildikleri beyan buyrulmaktadır. 



2. Bölüm 



MUAVIYE'YE MEKTUPLARI 



Ebubekir'e, Ömer'e, Osman'a biat edenler, onlara 
biat ettikleri şartlarla bana da biat ettiler. Orda 
bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, 
bulunmayanın bu biati reddetmesi mümkün değil. 
Meşveret ancak Muhacirlerle Ansara ait. Onlar 
toplandılar da birisine uydular, ona imâm dediler mi 
bu, Allah'ın da razı olduğu bir şey. Onların yaptığı işe 
razı olmayıp imâmı kınamak, yahut bir bidate uymak 
suretiyle verdikleri hükümden çıkanı, çıktığı şeye 
bırakırlar. Fakat ısrar ederse, inananların yoluna 
uymadığı için onunla savaşa girişirler ve döndüğü şeyin 
vebalini de Allah, onun boynuna yükler. 



Ömrüme andolsun ey Muâviye, nefsine uymaz da 
aklınla düşünürsen beni, Osman'ın kanına girenlerden 
tamamıyla berî, halkın içinde o kandan en sorumsuz 
bulursun. Sen de bilirsin ki ben ondan ayrılmıştım, bir 
kenara çekilmiştim; ama bildiğini örtmeye, bühtan 
etmeye kalkışırsan örtebildiğin kadar ört, edebildiğin 
kadar et. 

•k ic ic 



8 



(Muâviye'ye yolladığı Cerir b. Abdullah'a gönderdiği 
mektup) 



Bundan sonra mektubum sana varınca Muâviye'yi 
kesin bir hükme çağır, reyini bildirmeye zorla. Ondan 
sonra da yerleri yurtları sahipsiz kılan savaşla, yahut 
onu hor bir hâle getirecek olan barış arasında 
muhayyer bırak. Savaşı kabul ederse ona karar ver; 

barışı kabul ederse biatini al vesselam. 

* * * 



75 



Allah'ın kulu Emlr'ül-Müminîn Alî'den Ebu-Süfyan 
oğlu Muâviye'ye: 

Sen de iyice bilirsin ki (Osman b. Affan hakkında ve 
ondan evvelki olaylara ait) özürlerimi size bildirdim; 
böylece de sizinle muâraza kapısını kapattım, 
olmamasına çare bulunmayan, define imkân olmayan 
şey oldu bitti. Hikâye uzundur, söz çoktur. 

Dönen döndü, gelen geldi. Yanındakilerden adıma 

biat al, onlardan bir bölükle de dön, bana gel. 213 

* * * 



213 - Kendilerine biat edildikten sonra Muâviye'ye 
gönderdiği bu mektubu Vâkıdî, "Kitâb'ül-Cemel"de kaydeder. 



Bundan sonra, öğütlerle yazdığın, sapıklığınla 
bezediğin, kötü ve batıl reyinle gönderdiğin mektubun 
geldi. Bir kişinin mektubu bu ki ne doğru yolu görüp 
onu sevk edecek gözü var; ne onu yedip gerçeğe 
götürecek kılavuzu var; sapıklık onu çağırmış, o da ona 
uymuş gitmiş. Dalâlet onu haydamış; o da ona tâbi 
olmuş; hezeyan ederek beyhude sesler çıkarır; hatâlara 
düşerek adım atar, yol yitirir. 

(Aynı mektuptan:) 

Çünkü biat birdir, iki olamaz; ona başka bir reyi 
katılamaz. Ondan başçekip kabul etmeyen dîne uygun 
buyruğu kınamış olur; o biatte düşünceye, şüpheye 
kapılan, müdâheneye düşmüş olur. 



•k ic ic 



Kavmimiz, Peygamberimizi öldürmeyi, bizi 
kökümüzden çıkarıp atmayı dilemişti; aleyhimizde 
düşüncelere dalmıştı; başımıza işler açmıştı, bizden 
tadı tuzu men etmişti; bize korku elbisesini giydirmişti; 
sarp dağlara gitmemizi zorlamıştı; aleyhimize savaş 
ateşini yakmıştı. Allah'sa onun civarından kötülüğü 
gidermemizi, onun haremine girmeye kimseye fırsat 
vermemenizi takdir eylemişti. İnananımız, bununla ecir 
ve sevap diliyordu; kâfirimizse bu soyla, bu boyla 
övünüyordu, soyunu boyunu koruyordu. Bizden başka, 
Kureyş'ten olup İslâm'ı kabul edenler, bizim 
kapıldığımız korkudan, öldürülmekten sağ esendiler. 

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, 
savaş tandır kızınca, insanlar, korkudan çekilmeye 
kalkınca ashabını, Ehlibeytiyle korudu; kılıçların, 
mızrakların kızgınlığına Ehlibeytini sürerdi. Haris oğlu 
Ubeyde, Bedir gününde şehit edildi; Hamza Uhud 
gününde şehit edildi; Ca'fer, Mu'te'de şehit edildi. 
Dileyen de adlarını andığım kişiler gibi şehâdeti 



dilediler; fakat onların ecelleri gelip çatmıştı; 
dileyenlerinse daha gelmemişti. 214 

Ne kötü bir zamana geldim ki şaşarım benimle 
beraber ayak diremeyen, İslâm'ı benim gibi ilk kabul 
etmeyen kişi, tuttu da, benimle aynı şeyi iddiada eş 
oldu; oysa ben onu tanımam bile. Sanmam ki Allah da 
tanısın; hamd Allah'a herhalde. 

Benim Osman'ı öldürenleri sana teslim etmemi 
istemene gelince: Ben bu işe baktım, fakat onları sana, 
yahut senden başkasına vermem mümkün değil. 
Ömrüm hakkı için ki azgınlığından, kötülüğünden 
vazgeçmezsen görürsün ki yakında onlar seni 



214 - Ubeyde, Abdül-Muttalib oğlu Hâris'in oğludur. Rasûl'i 
Ekrem (s. a. a) Ubeyde'yi çok severlerdi. Ubeyde, iki oğluyla 
Medine'ye hicret etmiş, İslâm'ın müşriklerle ilk harbi olan 
Bedir'de, İslâm'ın sancağı kendisine verilmişti; bu savaşta 
yaralandı; Medine'ye dönerken vefat etti. Yaşı altmış üçtü 
(Tenkıyh, 2, s.242). 

Hamza, Abdül-Muttalib'in oğlu ve Hazreti Rasûl-i Ekrem'in 
amcaları, aynı zamanda süt kardeşleridir. Rasûl-i Ekrem'den 
(s. a. a) iki yıl önce doğmuşlardır. Rasûlullah'ın davete 
başladıklarından iki yıl sonra Müslüman olmuşlar, Medine'ye 
hicretten sonra Bedir savaşında bulunmuşlar, Uhud'da Vahşî 
tarafından şehit edilmişlerdir. Muâviye'nin anası Hind'in, Hz. 
Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkararak dişlediği meşhurdur 
(Tenkıyh 1, r. 375-376). 

Ca'fer, Hazreti Peygamber'in (s.a.a) amcaları Ebû-Tâlib'in 
oğludur. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) pek benzerlerdi. Ali (a.s)den 
sonra İslâm'la müşerref oldu; ondan on yıl önce doğmuşlardı. 
Mu'te savaşında iki kolu kesildikten sonra şehit oldular; 
"Ca'fer'e Allah, iki kolu yerine iki kanat verdi" hadisine 
istinaden "Tayyar" lakabıyla anıldılar (Tenkıyh, 1, s. 212). 



isteyecekler. Onları istemem için ne karada, ne 
denizde, ne dağda, ne düzlükte sana bir zahmet 
vermeyecekler. Hem de bu, bir istek olacak ki seni 
gamlara batıracak; bu, bir ziyaret olacak ki onunla 
buluşman, seni sevindirmeyecek. Selâm, ona ehil 
olana. 

•k ic ic 



10 



Nasıl da dünya kendisini süslemiş, lezzetleriyle 
seni aldatmış; seni çağırmış, icabet etmişsin; sürmüş, 
ona uymuşsun; emretmiş, itaatte bulunmuşsun; içinde 
bulunduğun şu hâl var ya; bir de perdeler açılırsa ne 
yapacaksın acaba? Bil ki yakındır, seni öylesine bir 
tutacak ki tutan; seni öylesine bir kapacak ki kapan; 
ondan kurtulmama imkân olmayacak; ondan seni bir 
koruyan, bir kurtaran bulunmayacak. 

Bırak şu işi de soru gününü düşün, ona hazırlan. 
Sıva eteklerini, yol yitirmişlerin sözlerine kulak asma; 
yoksa bu halde devam edersen, bu gaflete düşüp 
gidersen haber vereyim sana; içinde bulunduğun nâz-u 
naim seni aldatmış, benliğe atamış; Şeytan boğazına 
sarılmış, seninle murada yetmiş; senin içine girmiş, 
can, kan bulunan her yerini kendine gezinti yeri etmiş. 



Ey Muâviye, siz ne vakit halka hâkim oldunuz, ne 
vakit ümmetin buyruğunu ellerinize aldınız; hem de 
geçmiş zamanlarda bir hakkınız, üstün bir şerefiniz 
yokken? Allah'a sığınırız kötülüğe düşüren 
sebeplerden. İsteklerin gafletine düşüp gitmekten, 
içinden, dışından gizli açık aykırılığa düşüp karşı 
durmaktan çekinmeni söylerim sana. 

Beni savaşa çağırdın; halkı bir yana bırak, tek 
başına karşıma çık; iki tarafı da savaş zahmetinden 
kurtar da hangimizin gönlü kararmış, hangimizin can 
gözü kapanmış, belli olsun. Ben Ebü'l-Hasan'ım, senin 
atanı, dayını, kardeşini Bedir günü öldürenim; o kılıç 
şimdi de yanımda; o yürekle düşmanımla 
buluşacağım. Dinimden dönmedim, yeni bir 
peygambere uymadım; ben, sizin isteyerek terk 
ettiğiniz, zorla ve istemeyerek girdiğiniz dosdoğru 
yoldayım. 215 

Zannınca Osman'ın kanını istemek için geldin. Sen 
de bilirsin ki Osman'ın kanı nasıl ve nerede döküldü; 
dileyeceksen oradan dile. 

Sanki görüyorum seni, sana diş geçirildi mi, savaş 
korkusuyla ağır yükler altındaki develer gibi 
bağırmadasın; sanki görüyorum beni çağıran ordunu, 
başlarına birbiri üstüne yedikleri kılıçtan, üstlerine 
çullanan kötü kaza ve kaderden, birbiri ardınca helak 
olup yerlere serilmekten feryat etmedeler. Onlar ya 



215 - Muâviye'nin atasından maksat, anası Hind'in babası 
Utbe'dir; dayısı, Utbe oğlu Velid'dir; kardeşi de Hanzala'dır. Üçü 
de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından Bedir'de katledil-miştir. 



Allah'ın kitabını inkâr eden inatçı kâfirlerdir, yahut 

biatten dönen hâinler. 

* * * 



17 



Benden, Şam'ı bırakmamı istedin ya; dün sana 
vermediğim şeyi bugün verecek kişi değilim ben. 
Savaş, Arabi yedi bitirdi, ancak yarım canlı kişiler kaldı 
demene gelince: Gerçek uğruna can veren cennete 
ulaştı; batıl uğruna ölense ateşe düştü. Savaş ve adam 
bakımından beraberiz demene gelince de derim ki: 
Sen, şüphe üzerine bu işe giriştiğin halde gene de 
zayıfsın; benimse imânımda şüphem yok. Şam ehli, 
Irak ehlinin âhireti özlemesinden ziyade dünyâya 
düşkün. 

Biz de Abdimenâf oğullarıyız sözüne gelelim: Evet, 
fakat Ümeyye, 216 Hâşim gibi, Harb, Abdül-Muttalib gibi 



216 - Umeyye, Abdimenâf oğlu Abdu Şems'in oğludur; 
Hâşim, Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s. a. a) üçüncü atalarıdır ve 
Abdu Şems'le ikiz kardeştirler. Rivayete göre bu ikiz çocuklar, 
birinin parmağı öbürünün alnına yapışık olarak doğmuşlar, 
kesilerek birbirlerinden ayrılmışlar, bu da hayra yorulmamıştır. 
"Half'ül-Fuzûl-Fazlların yemini" denen ve Hz. Peygamber'in de, 
on beş yaşlarındayken bulundukları, mazlumları koruma 



değildir. Ebû-Süfyan'sa Ebu-Tâlib'e benzemez. Muhacir, 
azad edilene 217 benzemediği gibi soyunda şüphe 
olmayan da şüpheli soydan gelene benzemez. Hakka 
uyan, batıla uyana, inanan, şüpheye düşene eş olmaz. 
Ne kötü evlâttır o evlât ki atalarına uyup cehennem 
ateşine düşer. 

Bizim ellerimizde Peygamberlik üstünlüğü var, o 
soydanız biz; câhiliye üstünlüğüyle üstün olan kişiyi 
hor-hakir ettik, aşağı sayılana üstünlük verdik. Allah, 
Arabi, kendi dinine bölük-pörçük soktukça bu ümmet, 



yemininde Ümeyyeoğulları bulunmadığı gibi bu andlaşma, bir 
yandan da Amr'ın babası sayılan Âs'ın aleyhindeydi. Ümeyye, 
daha çocukken hacıların mallarını çalardı; bu yüzden de 
"Haris" diye anılırdı; yüzü çirkin, beli bükülmüş, kör olmuştu; 
sokağa çıktıkça kölesi Zevkan onu yederdi. Harb, Ümeyye'nin 
oğludur; onun oğlu da Ebü-Süfyan'dır; adı Sahr'dı. Sahr, 
kayalık, tümsekli, gidilmesi güç yer anlamınadır; onun oğlu da 
Muâviye'dir; Muâviye, erkeğe kızmış kancık köpek anlamına 
gelir. Eşyâ-ı Murtazaviyye'den Şerik b. AVer, bir gün 
Muâviye'nin yanına gitmiş, Muâviye onun salâbetine 
hiddetlenip tariz yollu, sen Serik'sin, Allah'ın şeriki yoktur, 
A'versin, yâni bir gözün kör, gözü olan körden hayırlıdır; ahlâkın 
kötü, iyi huylu kişi, kötü huyludan üstündür deyince Şerik, Sen 
Muâviye'sin, bu adın anlamı üren köpektir; Harb oğlusun, sulh 
harpten yeğdir. Sahr oğlusun, düzlük, sarp yerden hayırlıdır. 
Ümeyye, yâni câriyecik soyundansın; hür kadın halayıktan 
üstündür demiştir. 

217 - Mekke fethinde bağışlananlara "Tulakaa-Azad 
edilenler"denmiştir ki bunlar, Muhacir olmadıkları gibi 
Ansardan da değildirler (Ümeyyeoğulları hakkında "Fetret'ül- 
İslâm"ın 6-19. sayfalarına, Ebu-Süfyan hakkında "Seffinet'ül- 
Bıhâr"a bakınız; 1, s.633-634). 



ister istemez ona baş eğdi; kimisi inanarak Müslüman 
oldu, kimisi korkudan Müslüman oldu. İlk Muhacirler, 
üstünlükleriyle geçip gittiler, üstünlüğü elde ettiler. 
Şeytanın ığvâsına uyma; onun sana yol bulmasına 
meydan verme vesselam. 



•k Jc Jc 



28 



(Hamdü sena ve salâtü selâmdan) Sonra 
mektubun geldi. Mektubunda, Allah'ın salâtı ona ve 
soyuna olsun, Muhammed'i, dinini bildirmek için 
seçtiğini, ashabından bazıları da onu kuvvetlendirdiğini 
yazmışsın. Ne de şaşılacak şey ki Allah'ın bizi 
sınadığını, Peygamberiyle de bize lütuflarda 
bulunduğunu sanki sen biliyormuşsun da biz 
bilmiyormuşuz; bize haber veriyorsun bunu. Oysa ki bu 
sözlerin, Bahreyn'de hurması bol Hecer şehrine hurma 
götürmeye, ok atmayı bileni ok atmaya çağırmaya, 
ona, atıcılık belletmeye kalkmaya, tereciye tere 
satmaya benziyor, onu hatırlatıyor. 

İslâm'da falan, feşman kişinin en üstün kişiler 
olduğunu sanıyorsun. Bir şeyi anıyorsun ki öyle olsa 
sana bir üstünlük gelmez; olmasa seninle bir ilgisi 
düşünülmez. Senin, üstün olanla, olmayanla buyruk 
verenle, buyruğa uyanla ne işin var? Tutsak olup azad 



edilenlerle onların oğullarının, ilk hicret edenlerle, 
onların dereceleriyle, onların üstün olanlarıyla, 
olmayanlarıyla ne ilgisi olur; bunları anlatmak, onlara 
mı düşer? bizim oklarımızdan olmayan kanatsız bir 
okun vınlaması duyuldu. Buyruk altında olan biri 
hüküm vermeye kalkıştı. 

A kişi, sen yüklendiğin ağır yükle topallaya- 
topallaya gitmedesin; kendi gidişine bak, kendi 
kusurunu gör; takdir seni geriye atmış, sen de geri dur. 
Ne alt olan sana bir zarar verir; ne üst olan sana bir kâr 
getirir,sen çöllere düşmüş yelmedesin; varacağın yeri 
yitirmiş, sinsi-sinsi sürünmedesin. Ben sana haber 
vermeden de görmez misin ki Allah'ın lütfüyle 
Muhacirlerin bir bölüğü şehit oldu, her birinin 
üstünlüğü var. Allah'ın salâtı, O'na ve soyuna olsun, 
Rasûlullah, bizim şehidimizin namazını kılarken yetmiş 
tekbir getirdi; onu böyle bir üstünlükle üstün etti. 
Görmez misin ki bir bölüğünün Allah yolunda elleri 
kesildi, her birinin üstünlüğü var; bizden bu hâle düşen 
birisine, Cennette uçmaktadır, iki kanadı var dendi. 218 
Allah insanın kendisini övmesini nehyetmeseydi, bu 
sözleri, anan, kendisi için öyle üstünlükler anar, 
söylerdi ki, inananların gönülleri onu bilirdi; duyanlar 
da inkâr edemezlerdi. Beni bırak da var, işine git. 



218 - Cenazesinde yetmiş tekbir getirilen, Seyyid'üş-Şühedâ 
Hamza'dır (a.s). Peygamber (s.a.a), Uhud'da şehit olanların 
cenazelerini kılarlarken Hamza'nın cesedini kaldır-tmamış, bu 
suretle ona yetmiş tekbir getirmiş oldular. Elleri kesilen ve 
cennette iki kanatla uçan da Ca'fer-i Tayyâr'dır (a.s). 



Bizleriz, Rabbimizin seçtiği kişiler, onun lütfüne 
mazhar olanlar; insanlarsa bize uymak suretiyle, bizim 
vasıtamızla seçilmişler, lütfüne mazhar olmuşlardır. 219 



219 - Hazreti Emir'ül-Mü'minin ve Ehlibeyt (a.s) hakkın-daki 
âyet ve hadisleri yazsak, ayrı ve mufassal bir kitap olur. Biz, 
burada bir kaç hadis zikretmekle yetineceğiz: "Bu kapıdan ilk 
giren, muttakilerin imâmı, Müslümanların seyyidi, dinin 
istediği, vasilerin sonuncusu, yüzü nurla parıl-parıl parlayanları 
cennete götüren kişidir" buyurmuşlar, kapıdan Ali (a.s) 
girmiştir (Ebu-Nuaym'in "Hilye"sinden ve İbn-i Ebi'l-Hadid'in 
Nehc'ül-Belâga Şerhi'nden naklen "El-Murâcaât, 6. basım, 
Necef-1383 H. 1963, s. 187). Hazreti Ali'ye işaretle, "Bu, bana 
ilk inanan, kıyamet günü benimle ilk müsâfaha edecek olan 
kişidir; bu Sıddıyk-ı Ekber'dir; bu, şu ümmetin hakla batılı 
ayıran Faruk'udur; bu, müminlerin istediği, özlediği kişidir 
buyurmuşlardır." (aynı, Tabarâni'den, El-Kâmil ve Kenz'ül- 
Ummâl'den naklen; aynı sahife) "Ben, Rabbimin katında ne 
menzildeysem Ali de benim katımda aynı menzildedir." 
"Sayâık" dan naklen, s. 189) "Bana itaat eden Allah'a itaat 
eder; bana isyan eden Allah'a isyan eder; Ali'ye itaat eden bana 
itaat etmiştir; Ali'ye isyan eden bana isyan etmiştir; Yâ Ali, sen 
dünyâda da seyitsin, âhirette de; senin sevdiğin, benim 
sevdiğimdir; benim sevdiğim de Allah'ın sevdiği kişidir; senin 
düşmanın, benim düşmanımdır; benim düşmanım da Allah 
düşmanıdır; vay benden sonra sana buğzedene." (Hâkim'in 
"Müstedrek"inden naklen, s. 190-191) "Kim azminde Nuh'a, 
ilminde Âdeme, hilminde İbrahim'e, anlayışında Musa'ya, 
zühdünde İsa'ya bakmak, onlardaki bu sıfatları görmek isterse 
Ebû-Taliboğlu Ali'ye baksın, onu görsün." (Beyhaki ve Ahmed b. 
Hanbel'in "Müsned"indn naklen, s. 194) "Yâ Ammâr, Ali'yi bir 
yolu tutmuş, insanları başka bir yolu tutmuş görürsen Ali'nin 
tuttuğu yolu tut, o yola git; halkı bırak, çünkü Ali kesin olarak 
seni kötülüğe götürmez; kesin olarak hidâyet yolundan 
çıkarmaz." (Deylemî ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen, s.193) 



Sizinle karışmışız, sizden kız almışız, size kız 
vermişiz, görünüşte sizi de kendimizle bir görmüşüz, 
fakat bu, eskiden beri bizde bulunan üstünlüğümüze 
engel olamaz; siz bizim derecemizde değilsiniz, nasıl 
olabilir bu ki Peygamber bizden, yalanlayan sizden; 
Allah'ın Arslanı bizden, ahdini bozanların arslanı 
sizden; cennet gençlerinin uluları bizden, cehennem 
ehlinin çocukları sizden; âlemlerde kadınların hayırlısı 
bizden, odun hamallığı yapan kadın sizden. Bizdeki 
üstünlükler pek çok; sizdeki aşağılıklara son yok. 220 



220 - Yalanlayandan maksat Ebû Cehl, yahut Ebu- 
Süfyan'dır. Allah'ın Arslanı, Hamza'dır (a.s), ahdini bozanların 
arslanı, Esed b. Abd'ül-Uzzâ'dır. Abdimenaf, Zühre, Esed, Teym, 
Hârisoğulları'yle ahitleşip Kusay oğullarıyla savaşa karar 
verdiler; bu yüzden onlara "Ahlâf'dendi. Abdü'd-Dâroğulları'nın 
elinde olan Kabe hizmetlerini elde etmek üzere ahitleştikleri 
de söylenmiştir. Sonradan bunlar, ahitlerinden döndüler. 
Ahdini bozanların arslanı, Muâviye'nin ana tarafından atası 
Utbe b. Rabîa'dır diyenler de olmuştur (Kavzini s. 109). Ahdini 
bozanların arslanından maksat, Ebû-Süfyan'dır diyenler de 
vardır; çünkü Handak gazvesinde boyları o toplamış, bu boylar 
da Hz. Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) savaşa ahitleşmişlerdi 
(Muhammed Abduh, c.3 s.32, not:4). Cennet gençlerinin uluları 
İmâm Hasan ve İmâm Huseyn'dir (a.s); nitekim buna dâir olan 
hadisleri Tirmizi, İbn-i Mâce, Müstedrek, Hilyet'ül-Evliyâ, Târih-u 
Bağdad, El-İsâbe, Kenz'ül-Ummâl, Neseî, Mecma'uz Zevâid, 
Zahâir'ul-Ukbâ tahriç etmiştir (Fadâil'ul-Hamse, 3, s.212-218). 
Cehennem ehlinin çocuklarından maksatsa Mervan'ın evlâdıdır 
(Muhammed Abduh, c.3, s.32; 4. not). kadınların hayırlısı, 
Hazreti Fâtımat'üt-Zehrâ selamullâhi aleyhâ'dır. Buhârî, Ahmet 
b. Hanbel, İbn-i Sa'd'in Tabakaat'ı, Nesei'nin Hasâis'i, 
Tirmizi'nin Sünen'i, Müstedrek, Hilyet'ül-Evleyâ, Kenz'ül-Ummal, 
Zahâir, İstîâb v.s. hadis kitaplarıyla tefsirlerde, bu hususta 



Müslümanlığımız duyulmuştur, meşhurdur; ondan 
önceki üstünlükler de inkâr edilemez; hâtıraları durup 
durur; Allah'ın kitâbıysa hakkımızdaki şüpheleri giderir 
de buyurur: "Soy bakımından birbirlerine yakın 
olanların bâzıları, bâzılarından daha üstündür. Allah 
kitabında." (Enfâl, 76) "Gerçekten de insanların 
İbrahim'e en lâyık olanları ona ve bu Peygamber'e 
uyanlar ve inananlardır ve Allah, inananlara 
yardımcıdır." (Âl-i İmran, 61) Biz bir kere yakınlık 
bakımından üstünüz, bir kere de itaat bakımından. 

Sakıyfe günü Muhacirler, Allah'ın salâtı O'na ve 
soyuna olsun, Rasûlullah'a yakınlıklarını öne sürerek 
Ansâra üst geldiler; hak bizimdir. Ansârın değil dediler. 
Başka bir yönden yürüselerdi Ansâr dâvalarında ayak 
direrdi. 221 

Sanıyorsun ki ben, bütün halifelere haset ettim, 
hepsine isyan ettim. İş böyleyse bu suç sana ait 
olmadığı gibi sana özür getirmeme de hacet yok. 
Bu bir suç ki utancı sana ait değil. 222 

hadisler mevcuttur (Fadâil'ül-Hamse, 3, s. 137-146). Odun 
hammallığı yapan kadınsa Harb'in kızı, Muâviye'nin halası, 
Ebû-Leheb'in karısı Ümmücemîl'dir; Kur'ân-ı Mecid'in 111. 
sûresinin (Tebbet) 4. âyet-i kerîmesinde "Hemmâlet'el-Hatab" 
diye anılmıştır. 

221 - Bu hususta 1. kısmın beşinci bölümündeki 3. ve 7. 
hutbelere ve notlara bakınız. 

222 - Bu mısra, Ebû-Zü'eyb'indir. Beytin ilk mısrası, "Benim 
onu sevdiğimi kınamakta kötü sözlüler" meâlindedir 
(Muhammed Abduh, s.33, 2. not; Kazvini, 3, s. 112). Ebu- 
Zü'eyb'in adı Hüveyld'dir, babası Hâlid adlı birisidir. Hz. 
Peygamber'in (s.a.a) zaman-ı saadetine yetişmiştir. Hicretin 



Deve gibi zorla biate sürüklendiğimi söylüyorsun; 
Allah'ın ebedi varlığına andolsun ki kınamak, yermek 
isterken övdün beni. Beni rüsvay etmek isterken rüsvây 
ettin kendini. Dininde şüpheye düşmedikçe, inancında 
işkil bulunmadıkça mazlum oluşu, Müslüman'a bir 
noksan vermez, onu bir ayıba sürüklemez. Bu 
söylediklerim de sana değil, senden başkalarına; 
çünkü sen zâten söz dinlemezsin, duymazsın; hakkı 
tasdik etmezsin; fakat söz sırası geldi de söyleyeyim 
dedim. 

Sonra benimle Osman arasındaki işten söz 
açıyorsun. Ona soy bakımından yakınlık dolayısıyla bu 
soruyu senin cevaplandırman gerek: Hangimiz ona 
daha fazla düşmanlık ettik, hangimiz ölümüne sebep 
olduk? Ona, yardım istediği hâlde onun, sen yerinde 
otur deyip yardımını istemediği kişi mi, yoksa onun 
yardım istediği halde yardımına gelmeyen, başına 
gelenler gelinceye dek oyalanan kişi mi? 223 

yirmi sekizinci yılında Mısır'da vefat etmiştir (İbn-i Kuteybe: Eş- 
Şi'ru ve'ş-Şuârâ; Ahmed Muhammed Şâkir basımı, 2. Kahire- 
1387 H. 1967; Şâir hakkındaki bibliyografya için Dr. Nihat M. 
Çetin'in doktora tezi olan "Kitab'ül-Müzekkeri ve'l-Müennes"e 
bk.) 

223 - Birinci kısmın 5. bölümündeki 12. ve 15. hutbelere 
bakınız. Osman, evi kuşatılınca Muâviye'ye mektup gönderip 
imdat istemiş, fakat Muâviye mektubu okuyunca, Osman önce 
adalete riâyet ederken sonra huyunu değiştirdi; işler de alt-üst 
oldu; halk kırıldı. Allah'ın ondan giderdiği nimeti ben nasıl ona 
iade edebilirim demiş, yardımda bulunmamıştı (Şeyh 
Zebih'ullâh-ı Mahallâtî: Kitâb-u Keşf'ül-Bünyân der Zindegânî-i 
Cenâb-ı Osman ibn-i Affân; Tehran-1382, H. s. 415-416). 



Andolsun Allah'a ki "Gerçekten de sizden geri 
kalanları ve kardeşlerine de bize gelin diyenleri bilir ve 
bunların pek azı savaşa gelir ancak" âyeti münafıklar 
hakkındadır vallahi (33, Ahzâb, 18). 

Nice kere ona, yaptığı işi bildirdim ben; gittiği yolun 
nasıl bir yol olduğunu söyledim ben; ona karşı bir 
günahım, bir taksirim varsa o da, ona doğru yolu 
göstermemdir ancak. Ama nice suçsuzlar vardır ki 
suçu olmadan, sebebi bilinmeden kınanırlar. 

Bâzı kere gerçek öğüt veren, ancak töhmet altına 
girer. 224 

Ve diyorsun ki: Benimle sana uyanlar arasında 
hüküm verecek kılıçtır ancak; beni ve dostları ağlarken 
güldürdün bu sözünle. Ne vakit görülmüş Abdül- 
Muttalib oğullarının düşmandan çekindikleri, kılıçtan 
korktukları? 

Hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, savaş 
başlayacak. 225 



224 - Bir beytin ilk mısrasıdır; ilk mısranın meali, "Ne kadar 
öğüt verdim, öğüt vererek ardına düştüm"dür (Kazvînî, 3 
s.115). 

225 - Bu mısra, Hamel b. Medr'indir. Cahiliyye devrinde 
develerini yağmalayıp götürdükleri vakit, "Ecel gelince ölüm, 
ne de güzel şeydir; hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, 
Hamel saldıracak; ama ölüm gelip çattı mı, ölümde de bir beis 
yok" mealinde üç mısra'lık, bir ürcûzeyle Mâlik b. Züheyr'i 
korkutmak istemiş, sonra da onun boyuna saldırıp Mâlik'i 
öldürmüştü. Mâlik'in kardeşi Kays de sonradan onu ve kardeşi 
Huzeyfe'yi öldürerek öç almıştı. Bu mısra savaşla tehdit 
babında atasözü olmuş, söylenegelmiştir (Muhammed Abduh, 
s.35, 3. not; Kazvini, 3, s.116). 



Çağırdığın kişi, yakında seni çağıracak, 
yaklaşmayaca-ğını sandığın, sana yaklaşacak. Ben, 
pek tez geliyorum üstüne büyük bir orduyla, 
Muhacirlerle Ansârdan ve iyilikle onlara uyanlardan 
toplanmış bir orduyla. 226 Pek büyük bir ordu bu, sana 
gelip çatacak; tozu dumana katacak. Hepsi kefenlerini 
giyinmişler, öç almayı amaç edinmişler; en çok 
sevdikleri, istedikleri şey senden öç almak, sonra 
Rablerine ulaşmak. Onlarla, Bedir savaşında 
bulunanların soyları beraber; Hâşim oğullarının kılıçları 
yanlarında; kardeşine, dayına, atana, soyuna neler etti 
onlar, bilirsin onların kılıçlarını savaş günü, unutmadın; 
"Ve bu, uzak değildir zulmedenlerden." (Hûd. 85) (9). 

37 



Allah Allah, şaşarım şuna; sonradan icâd ettiğin, 
nefsinin hevasını uyup düzüp koştuğun asılsız şeylere 
ne kadar da sıkı sarılmışsın; şaşkınlığa ne kadar da tez 
yapışmışsın; hem de Allah'ın dileyip soracağı, kullarına 



226 - "Muhacirlerle Ansârdan ilk olarak iman etmede ileri 
dereceyi alanlarla iyilikte onlara uyanlara gelince: Allah 
onlardan razı olmuştur; onlar da ondan razı olmuşlardır ve 
onlara, kıyılarında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; orda 
ebedi kalırlar onlar. Budur en büyük kurtuluş ve saadet." (9, 
Tevbe, 100) 



delil olarak sunduğu ve hesabını isteyeceği gerçekleri 
yitirerek, ahitlerini bir yana atarak. 

Osman ve onu öldürenler hakkındaki fazla ve 
lüzumsuz sözlerine gelince: Sen o kişisin ki, kendine 
yardım umduğun, faydalı gördüğün zaman ona yardım 
ediyorsun; oysa ki ona yardımda bulunman gerektiği 
zaman, onu hor-hakir bıraktın, yardımına koşmadın 

vesselam. 

* * * 

48 



İsyan ve zulüm, yalan ve iftira, insanı dünyada da 
rezil eder, âhirette de; bunlara uğrayanlar, din 
bakımından da işte budur o kötü kişi diye parmakla 
gösterilir, âhiret bakı-mından da. Ayıplayanlar katında 
zulmeden, iftirada bulunan kişinin ayıbı da belirir, 
söylenir, kusuru da. 

Ve sen, çağı geçtikten sonra elde etmek istediğin 
şeyi elde edemezsin; bir bölük de haksız olarak 
şüphelere düşerler; işleri isteklerine göre ve Allah 
hükmüne aykırı yorumlarlar; Allah onların yalanlarını 
da meydana çıkarır; bunu da inkâr edemezsin. Çekin o 
günden ki kişi, yaptığının iyiliğini bulacak, sevinecektir 
o gün, yularını Şeytanın eline veren, onun yettiği yere 
giden kişi de nadim olacaktır o gün. 



Sen bizi Kur'ân'ın hükmüne çağırdın; oysa ehli 
değildin onun. Senin çağrına uymadık, Kur'ân'a uyduk; 

onun hükmüne razı olduk. 

* * * 



55 



Hakemeyn dolayısıyla yazıldığı anlaşılmaktadır. 



(Hamdü seni ve salâtü selâmdan) Sonra, noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah dünyayı, dünyadan 
sonraki âlem için halketti; ehlini, içlerinden hangisi 
daha güzel amelde bulunacak, kendilerine göstermek 
için sınadı. Biz dünya için yaratılmadık, dünya için 
çalışmamız buyrulmadı bize. Biz oraya, sınanmak için 
gönderildik ve Allah, beni seninle sınadı, seni de 
benimle; birimizi, öbürüne hüccet kıldı. 

Sen Kur'ân'ı yorumlayıp dünyayı dilemeye 
koyuldun; elimle, dilimle bir cinayette bulunmadığım 
hâlde benim hakkımda kısas hükmünü tatbike 
kalkıştın. Sen ve Şamlılar, o kanı benden istemeye 
giriştiniz; bilgininiz, bilgisizinizi, aleyhime kalkıp karşı 
duranınız, oturanınızı bu işe kışkırttı. Kendine gel de 
Allah'tan çekin; yularını çek Şeytanın elinden; yüzünü 
âhiretten yana çevir; çünkü bizim de tutacağımız yol 
odur, senin de; biz de âhirete varacağız, sen de. Tezce 



gelip çatacak, kökünü sökecek, soyunu sopunu yok 
edecek Allah azabından kork; Allah'a and içerim , hem 
de bu andda suçlu olmam ve bu andı yersiz de içmem; 
Allah; benimle seni karşılaştırırsa adımımı geri atmam; 
"0 zamana dek ki Allah aramızda hükmeder ve odur 
hükmedenlerin en hayırlısı." (A'râf, 85). 

•k ic ic 



64 



(Allah'a hümd-ü sena, Rasûlüne salât-ü selâmdan) 
Sonra derim ki: Bildirdiğin gibi biz ve siz, uzlaşmış bir 
toplumduk, fakat dünkü gün, aramızı ayırdı bizim. Biz 
inandık, siz kâfir oldunuz; bugün biz gerçek yoldayız, 
siz sınanıp aldandınız. Müslüman olanınız, zorla 
Müslüman oldu, hem de Müslüman büyüklerinin hepsi 
de, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a 
uyduktan sonra. 

Benim Talha'yı, Zübeyr'i öldürdüğümü, Âişe'yi 
ürküttü-ğümü, Hicaz'a yolladığımı, benimse iki şehir 
arasında konduğumu söylüyorsun. Bu, bir iş ki sen 
bunda yoktun; seninle olup biten bir şey yokken 
bundan sana ne. 

Muhacirlerle Ansârın da bulunduğu bir toplulukla 
üstüme geleceğini yazıyorsun; senin kardeşinin tutsak 
olduğu gün hicret bitti. 227 Gelmekte acele ediyorsan 



227 - Bahrânî nüshasında, "Baban tutsak olduğu gün hicret 
bitti" tarzındadır. Ebû-Süfyan, Bedir savaşında karısı Hind'in 
babası Utbe, amcası Şeybe, kardeşi Velid ve Bekr maktul 
düştükten sonra hicretin üçüncü yılında bunların öcünü almak 
ve nûr-ı İslâm'ı söndürmek emel-i fâsidiyle Uhud savaşına 
sebep olmuş, ondan sonra da Hendek savaşını hazırlamıştı. 



hele dur, rahat otur; çünkü Allah, umarım ki sana azap 
etmek için gönde-recektir beni. Yok, sen geleceksen 
ziyaretime, Esedoğlu'-nun kardeşinin dediği gibi derim 
sana: 

Yaz rüzgârına karşı gelenlerin o rüzgâr yüzlerine 
vurur; 

Koca taşlarla tozu toprağa, küçük taş parçalarını 
onlara savurur. 228 

Atanı, dayını, kardeşini öldürdüğüm kılıç 
yanımdadır benim. 229 Vallahi benim bildiğim gibiysen 
sen, kalbin dalâlet perdesiyle örtülü, aklınsa kıt ve 
kötü. Sana şu söz söylenseydi yeri var: 

Yüksek bir yere çıkmak için merdivene 
tırmanmadasın; ama o merdiven seni helake 
götürecek, yükseltmeyecek. Çünkü sen ne yitirdiğini 
aramadasın; ne hayvanını otlatmadasın; bir şey 



Mekke fethi için hazırlanan ordunun azametini duyunca 
Medine-i Münevvere'ye gelmiş, yolda Hazreti Abbâs'ın amânını 
sağlamış, bu yüzden Ömer'in kılıcından kurtulmuş, can 
korkusundan Müslüman olmuştu. Mekke-i Mükerreme'nin 
fethinden sonra orası, dâr-i harp olmaktan çıkmış, dâr-ı İslâm 
olmuş ve "Mekke fethinden sonra hicret yoktur" hadisi 
mucibince hicret bitmiştir (Cami, 2, s. 196). Böyle olduğu halde 
Muâviye, yanındakileri, hattâ kendisini bile muhacirlerden 
göstermek gayretini güdüyordu. 

228 - Bu beytin, Esedoğulları'ndan bir şâire aidiyeti 
anlaşılmaktadır. 

229 - Atası, ana tarafından Muâviye'nin atası olan Utbe, 
dayısı Velid b. Utbe, kardeşi de Hanzala'dır ki üçü de Bedir'de 
Emir'ül-Müminin (a.s) tarafından dâr-ı azaba gönderilmiştir. 



istiyorsun ki ne onun ehlisin, ne onun mâdenindesin. 
Sözün, yaptığın işe ne de uzak. 

Allah'ın salât-ü selâmı O'na olsun, Muhammed'e 
karşı durup kötülüğe girişen, batılı dileyen, bildiğin gibi 
de öldürüldükleri yerlere serilen, başlarına geleni 
defedemeyen amcalarına döneceksin yakında; onlar 
da o savaşta sağ kalmadılar; erkekleriyle korumak 
istediklerini koruyamadılar; savaştan geri kalmayan 
kılıçlarla yok olup gittiler. 

Osman'ı öldürenler hakkındaki lâfların çoğaldı gitti; 
sen de halkın kabul ettiğini kabul et; sonra toplumun, 
benim hakkımda vereceği hükme razı ol; Allah'ın 
kitabına göre senin hakkında da gereken hükmü 
vereyim, onların hakkında da. Ama senin istediğin şey, 
memeden kesilen çocuğun ilk zamanlarındaki 
hilesinden başka bir şey değil. 



•k ie ic 



73 



Mektubuna cevap vereyim mi, mektubunu 
okuyayım mı, reyimi gevşeteyim mi, anlayışımı yanlış 
sayayım mı? Adetâ tereddüt içindeyim. Benden 
olmayacak şeyler istiyorsun, bana mektuplar yazıp 
gönderiyorsun. Tıpkı dolgun mideyle yatan, derin bir 
uykuya dalan, dağınık ve saçma rüyalar gören, ne 



yapacağını bilmez bir halde kalkan, yaptığı iş aleyhine 
mi çıkar, lehine mi, bilmeyen kişiye benziyorsun; sen o 
adam değilsin ama, o, sana çok benziyor. 

Allah'a and içerim ki birazcık barış ümîdini 
gütmesem sana öylesine bir gelip çatardım ki kemikler 
kırılır, etler dökülürdü. 

Bil ki Şeytan, iyi işlere dönmene, öğüde kulak 
vermene engel olmakta. Selâm, ona ehil olana. 



•k ic ic 



65 



(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne salat-ü selâmdan) 
Sonra derim ki: Görenin bakışıyla apaçık işleri görmek, 
ondan faydalanmak zamanın geldi; fakat sen, batıl 
dâvalara giriştin, halkı yalanlarla kandırarak 
geçmişlerinin yolunu tuttun, yalanla, senin kadrinden 
pek yüce olan bir makama yücelmek, sana verilmeyen 
şeyleri kapıp almak istedin; hem de haktan kaçarak, 
kulaklarının duyduğuna, kalbine dolana uyman, 
etinden, kanından daha elzemken baş çekerek, 
inatlaşarak bu işe kalktın, "Haktan sonra ancak batıl 
var" (Yûnus, 32); apaçık bildirişten sonra insan, ona 
uymazsa ancak şüpheye, zanna kaçar. 



Şüpheden, o elbiseye bürünmekten sakın; çünkü 
şüphe çağını bekleyen fitne, nice zamandır ki 
perdelerini salmış, insanların gözlerini örtmüş, 
karanlığı, hiçbir şeyi göstermez olmuştur. 

Çeşitli yorumlara gelen mektubunu aldım; lâfların 
hikâyelere, masallara dayanmakta, onlarla örülmekte; 
o lâflarda ne ilim var, ne hilim. Sanki akan, durmayan 
kuma benzer cıvık, kaygan bir yerde sabahlamışsın, 
yürüyemiyorsun; kapkaranlık bir yola düşmüşsün; 
adımını nereye atacağını bile göremiyorsun. Yücesine 
çıkmana imkân bulunmayan bir yere tırmanıyorsun; 
nişaneleri yok, seçemiyorsun; oraya kartal bile 
uçamaz; oraya ulaşan, gökteki yıldızlara ulaşır ama bu 
işi başaramaz. Bu yücelik, sana lâyık değil; kadrini, 
haddini bil de eğil de eğil. Allah saklasın beni, 
Müslümanların başına seni musallat etmekten, yahut 
onların bir işini sana vermekten. 

Bundan böyle kendi hâlini düşün, uğrayacağın 
akıbetten sakın; şimdiden bu işten vazgeçersen özrün 
makbul olur; fakat vazgeçmekte gecikirsen ve Allah 
kulları sana karşı harekete geçerlerse işlerin bağlanır 
kalır; her şeyin berbat olur vesselam. 



•k Jc Jc 



30 



Elinde olan şeylerden, sana vacip olan Allah 
haklarından dolayı Allah'tan çekin, o haklara bak da 
Allah'tan sakın. Bilmediğin takdirde özrünün kabul 
edilmeyeceği şeyi tanı, bilinmesi gereken şeye dön, 
öğren onu. Çünkü itaat için apaçık deliller var; 
apaydındır o yollar; beli beyandır o yol ki tutulacak; 
aşikârdır varılacak konak. İşi bilenler, aklı erenler, o 
yolu tutarlar; kötü kişiler aykırı davranırlar. Kim o 
yoldan saparsa haktan ayrılır; sapıklık yoluna adım 
atar; Allah'ın nimetini tebdil eder; azabına uğrar. 

Nefsini bil, nefsini; Allah, yolunu apaçık bildirmiştir 
sana; işin neye varacak, tanıtmıştır sana. Sonun ziyana 
varacak; tuttuğun yol küfür mahallesine çıkacak. 
Nefsin seni şerre götürmede; sapıklığa atmada; helak 
vartalarına düşürmede; yolunu güçleştirdikçe 
güçleştirmede. 



•k ic Jc 



32 



İnsanların çoğunu helak ettin; dalâlete attın; 
azgınlığınla onları aldattın; daldığın denizin dalgalarına 
kattın; şüphe dalgalarının coşkunluğuna fırlattın. Doğru 
yoldan saptılar; topukları üstünde gerisin geriye 
döndüler; soylarına boylarına yöneldiler. Ancak 
içlerinden can gözleri açık olanlar, seni tanıdıktan 
sonra senden ayrıldılar; onları serkeş dalâlet devesine 
bindirdikten onları doğru yoldan helak yoluna 
saptırdıktan sonra, Allah'ın amânına kaçıp sığındılar. 

Kendin için Allah'tan çekin ey Muâviye; yularını çek 
Şeytanın elinden; çünkü dünyâ senden geçip gitmede; 
âhiretse sana gittikçe yaklaşmada vesselam. 



•k ic ic 



39 



(Amr b. As'a mektupları:) 



Sen, sapıklığı ortada olan, perde açılmış, ayıbı 
görünmüş bulunan birisine uydun; dînini, ona uyup 
dünyâsını elde etmesi için sattın. O, kendisiyle düşüp 
kalkanı ayıplara atar; yüceyse aşağılatır; akıllıysa, hilmi 
varsa şaşkına döndürür; işe yaramaz bir hâle getirir. 
Köpeğin avladığı avın artığını yemek için arslanın 
pençesine sığındığı gibi sen de onun izine uydun, 
artığını umdun, Dünyân da elinden çıktı gitti, âhiretin 
de. Gerçeğe sarılsaydın dilediğini elde ederdin. 

Allah sana ve Ebu Süfyânoğlu'na karşı, bana bir 
nüsrat vermeyi mümkün kılarsa yaptığınızın cezasını 
veririm; buna imkân olmaz da siz kalırsanız, 
önünüzdeki ceza, daha da kötüdür, daha da çetindir 
size vesselam. 230 



230 - Amr b. As, Hicretin sekizinci yılında Hâlid b. Velid ve 
Abd'üd-dâr oğullarından Osman b. Talha'yla Müslüman oldu. 
Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), oğulları Abdullah'ın vefatından 
sonra Âs, Hz. Peygamber (s.a.a) geçerlerken "ebter geçiyor" 
demişti. Ebter, soyu kesilmiş, hayırsız kişi anlamına geldiği gibi 
söylenmekte teeddüb ettiğimiz başka bir anlamı da vardır. Bu 
münâsebetle "Kevser suresi" (108) nazil olmuş, Hazreti 
Peygamber'in (s.a.a) soyunun kesilmeyeceği, kendilerine 
hadsiz, hesapsız hayır ve bereket, sonsuz, sayıya sığmaz 
ümmet, çok sahabe, şefaat ve cennette "Kevser" denen nehir 
veya havuzun verildiği, asıl soyu kesilenin, Hazreti 
Peygamber'e buğzeden Vâil olduğu beyan buyrulmuştur; 
bâzılarına göreyse bu sûrede kastedilen kişi, Amr'dır (Tabrasi: 
Mecma'ül-Beyan, 10, 1379, s.550-584; Et'Tecrid, 2, Kitâbu 
Tefsir'il-Kur'an, s. 120; A. Gölpınarlı: Kur'an-ı Kerim ve Meali; İst. 
Remzi K. 1377 H. 1958, c. 2, Açılama, s.128). Amr, Kuzâa 
boyuna gönderilen orduya kumandan tayin edilmiş, Umân'a 
âmil olmuş, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ebediyete intikâllerine 



20 



(Basra, Ehvaz, Fars ve Kirman illerinin âmili İbn-i 
Abbâs'ın memuru olan Ziyâd b. Ebih'e mektupları:) 



Allah'a gerçek olarak yemin ederim ki, 
Müslümanların ganimetlerine, haraçlarına ait olan 
maldan, paradan, az, yahut çok bir şeyde hıyanetin 
bildirisine bana, sana karşı öyle şiddetli davranır, seni 



kadar orada kalmıştı. Ebubekir zamanında Şam ve Filistin'le 
Kudüs'ü, Mısır'ı ve Raka'yla Trablus'u teshir etti. Ömer'in 
halifeliği zamanında, Mısır'da pek çok araziye sahip olmuşken 
Ömer, bütün arazisini, malını mülkünü zaptedip beytülmâle 
verdi. Osman'ın zamanında Mısır'dan azledildi; Filistin'e çekildi; 
işin sonunu düşünerek hiçbir harekete karışmadı. Cemel 
savaşından sonra oğulları Abdullah ve Muhammed'i de alarak 
Şam'a, Muâviye'ye, Osman'ın kanından Ali'nin sorumlu 
olduğunu yaymasını, Sıffin'de, Kur'ân'ın hakem yapılmasını 
telkin eden Amr'dır. Hicretin otuz dördüncü yılı şevvalinin ilk 
günü ölmüştür; ölümünde yetmiş yaşındaydı (Tekıyh, 2, s.333; 
El-Beyanu ve't-Tebyin, Üsd'ül-Gaabe, İstiâb, Târih'ul-Hamis, El- 
Kâmil, Mürûc-üz Zeheb, İkd'ül-Ferid, Nakd'üt-Tevârih, Ravzat'ül 
- Ebrâr, Câmi'ul - Hikâyât, Kitâb'ül - Fahri ve Mesâhir'ün- 
Nisâ'dan naklen Fetret'ül-İslâm; s. 73-78 1. kısmın 5. 
bölümündeki 64. hutbenin notlarına da bk.) 



öyle bir sıkıştırırım ki azıcık bir mal bile senden yiter 
gider; o ehemmiyetsiz şey bile ağır gelir sana, sırtını 
çökertir senin. 231 



231 - Ziyâd, Ebû-Süfyân'ın, Tâif'te buluştuğu Sümeyye adlı 
eli bayraklı bir kadının oğludur; fetih yılında, yahut hicret 
senesinde, bir rivayette de Bedir savaşı günü doğmuştu; babası 
şer'an meçhul olduğundan babasının oğlu anlamına "Ziyâd b. 
Ebih" diye anılırdı. Sohbet ve rü'yeti yoktur. Ömer zamanında 
Basra emvalinin cibâyeti hizmetinde ve Ebû-Mûsâ'l-Aş'arînin 
vekâletinde bulunmuştu. Hazreti Emir (a.s), onu Basra âmili 
tayin buyurmuşlardı. İmâm Hasan aleyhisse-lâm'ın hilâfetinden 
sonra Muâviye'ye tâbi oldu ve Muâviye, "Çocuk, yatağındır; zina 
edeneyse taş var", yâni çocuk, şer'an evli olan babasının 
oğludur; zina ile neseb sahih olamaz mealindeki hadis-i şerife 
(Cami, 2. s. 186) ve şeriat-i Muhammediyye'ye muhalefetle 
Ebû-Meryem adlı birisinin şehâdetiyle onu kendisine kardeş 
ilân etmiş, bu hususta ashab-ı kiramın, hattâ Ümm'ül-Mü'minin 
Âişe'nin itirazlarına kulak bile asmamıştı. Ziyâd, sonradan 
Eşyâ-ı Murtazaviyye hakkında pek şiddetli davranmış, binlerce 
Müslüman'ın kanına girmiştir. Oğlu Ubeydullah'sa, İmâm 
Huseyn aleyhis-selâma karşı Yezid'in emirlerini yerine getirmiş, 
babasının oğlu olduğunu hakkıyla ispat eylemiştir. 



44 



(Muâviye, Ziyâd b. Ebih'i kendisine kardeş ilân 
etmek niyetine düştüğü zaman Ziyâd'a gönderdikleri 
mektup:) 



Duydum ki, Muâviye aklını çelmek, kılıcını gedmek 
için sana mektup yazmış. Sakın ondan; o, Şeytanın ta 
kendisidir; adamın önünden, ardından, sağından, 
solundan gelir; onu gafil avlamak, habersizce kapmak 
ister. Ebû-Süfyan, Hattâboğlu Ömer'in zamanında 
nefsine uymuş, Şeytana kapılmış, bir sözdür, 
söylemişti; onunla soy sabit olmaz, mirasa da hak 
kazanılmaz. Böyle bir sözle kendisini bir soya mensup 
sayan, deveye asılmış matraya döner; boyuna sallanır 
durur. 232 



232 - Allah razı olsun, Seyyid diyor ki: Ziyâd bu mektubu 
okuduktan sonra, Kabe Rabbine andolsun ki böyledir dedi; 
fakat bu, hatırında olmakla beraber Muâviye kendisini 
çağırınca da ona uydu. 

Ömer'in zamanında Ziyâd, bir mecliste pek güzel sözler 
söylemiş, Amr b. Âs, Allah için demişti, bu kişi Kureyş'ten 
olsaydı Arabi sopasıyla dilediği yere sürerdi. Bu söz üzerine 
Ebû-Süfyan, vAllahi Kureyş'tendir o; tanısaydın onu, senin 
ehlinden de daha üstündür demiş, Amr, babası kim diye 



sorunca da, onu anasının rahmine ben attım sözünü 
söylemişti. Amr, peki, neden soyuna almıyorsun deyince de 
Ömer'i işaret ederek, şurada oturan büyük kişiden 
korkuyorum; benim postumu yüzer demişti ve bu sözler, halkın 
arasında yayılmıştı. 

Muâviye, Ziyâd'a, Ziyâd Fars eyâleti âmiliyken, "Nice kişiler 
vardır ki soyundan kesilir de düşmana tâbi olur; sen de 
bunlardansın; sanki benim kardeşim değilsin; oysa ki biz, bir 
babadan olmuşuz. Ben Osman'ın kanını almak istiyorum, 
sense bana karşı duruyorsun. Sana bu gevşeklik, anandan 
geçmiş. Ben sana lütfetmek, yaptığını bağışlamak, bu hususta 
sevaba ermek istiyorum. Sen onlar için ne kadar savaşırsan 
savaş, onlardan ancak uzaklaşırsın; çünkü Abdu-şemsoğulları, 
Hâşimoğullan'nın katında düşman sayılırlar. Sen kendi soyuna, 
boyuna gel, katıl; başka kuşun kanadıyla uçmaya çalışan kuşa 
dönme; inadı bırak, yok, eğer sözüme inanmıyorsan, bu işten 
vazgeç, ne bana ziyan ver, ne de dostlarına" mealinde bir 
mektup göndermişti. Hazreti Emir (a.s) bunu duyunca Ziyâd'a 
yukarıdaki mektubu yollamış-lardı. 



3. Bölüm 



SAVAŞ SIRASINAKÎ HİTABELERİ 



11 



(Orduya Vasiyetleri:) 



Düşmanla karşılaştınız mı, yahut düşman sizinle 
buluştu mu ordugâhınızı yüksek yerlerin önlerine, 
yahut dağ eteklerine, yahut geçit vermeyecek ırmak 
kıyılarına kurun ki oradan faydalarlasınız; düşmanın 
şerrinden emin olasınız. Düşmanla savaşınız bir 
yönden, yahut iki yönden olsun. Düşmanın ansızın 
baskınından emin olmanız, korkudan esen kalmanız 
için de dağ sırtlarına, yüksek tepelere gözcüler dikin. 
Bilin ki ordunun öncüleri, askerin gözleridir; onların 
gözleri de, onlardan önce gidenlerdir. 



Sakın birbirinizden ayrılmayın; kondunuz mu, hep 
birden konun; göçtünüz mü hep birden göçün. Gece 
basınca da çevrenize mızraklar dikin; uykuya dalıp 
gitmeyin; pek az uyuyun; uykunuz, suyun zarar verdiği 
kişinin ağzını suyla çalkalaması gibi olsun. 



•k Jc Jc 



12 



Üç bin erle Ma'kıl b. Kays'ir -Riyâhîyi Şam'a gön- 
derirken buyurdular kî: 



Mutlaka kavuşacağım, ondan başka varacak yerin 
olmayan Allah'tan sakın. Seninle savaşandan 
başkasıyla savaşma. Sabahleyin ve akşam üstü 
serinliklerinde orduyu yürüt; öğle çağında dinlendir; 
onları rahat bir surette sür. Gecenin ilk çağlarında 
yürütme, çünkü Allah o zamanı dinlenme ve 
esenleşme çağı yapmıştır; yürüme çağı olarak takdir 
etmemiştir. O çağlarda bedenini dinlendir; bineklerinin 
sırtlarındaki yükleri indir. Durup dinlendikten sonra 
tanyeri ışıdı, fecir attı mı, Allah'ın bereketiyle, lütfüyle 
yürü. 

Düşmanla buluştun mu, adamlarının ortasında dur. 
Savaş ateşini alevlemek isteyen kişi gibi onlara 
yaklaşma; olaylardan korkan kişi gibi de uzaklaşma; 
emrim sana ulaşıncaya dek bekle. 



Onlardan nefretin, onlara düşmanlığın, onları doğru 
yola çağırmadan, onlara deliller getirip özür 
serdedecek bir hâle sokmadan sizi onlarla savaşa 

sürmesin. 233 

* * * 



79 



(Ordu kumandanlarına hitabeleri:) 



(Allah'a hamd ü sena, Resulüne selât ü selâmdan) 
Sonra, sizden önce gelip geçenleri, ancak halkı haktan 
men etmeleri, halkın da hakkı satmaları, onların batılı 
kabul etmeleri, halkın da batıla uymaları helak 
etmiştir. 



14 



233 - Ma'kıl b. Kays, Kûfe'nin yiğitlerinden, ileri 
gelenlerindendir. Ammar b. Yasir, onu, Hürmüzan'la Tüster'in 
fethine göndermişti. Hazreti Emir (a.s), Anbar'ın, Muâviye 
ordusu tarafından yağmalanmasından sonra onu öncü olarak 
yolla-mıştı. Hârîcilerden Nâciyyeoğulları'yla savaşa memur 
olmuş, Basra valisi Abdullah b. Abbas da, ona yardım için iki 
bin kişi göndermeye memur edilmişti. Hâricilerle savaşta şehit 
düştü (Tenkıyh, 3, s.229). 



(Sıffin'de düşmanla buluşmadan önce ordusuna 
buyurdular kh) 



Onlar savaşa başlamadan siz savaşa başlamayın; 
çünkü siz, Allah'a hamdolsun, doğru yoldasınız; buna 
inanmışsınız; delilleriniz de var. Onlar savaşa 
başlayıncaya dek beklemeniz, onların aleyhine, size bir 
başka delildir. 

Allah'ın izniyle düşman bozguna uğradı mı, dönüp 
kaçanı öldürmeyin; üst olup tutsak ettiğinizi 
yaralamayın; yaralanıp yere düşmüş olanı katletmeyin. 
Sizi sövseler, emirlerini sövseler bile kadınlara 
dokunmayın; çünkü onların güçleri de zayıftır, nefisleri 
de, akılları da. Bize, kadınlar müşrikken bile onlardan 
el çekmemiz emredilmişti; o çağlarda, câhiliye 
devrinde, bir erkek onları taşla, sopayla vurup 
dövmedikçe onlar, o adama, o adamın evlâdına 

sövmezlerdi. 

* * * 



15 



(Düşmanla karşılaşınca duaları.) 



Allah'ım, gönüller sana bağlanmıştır; boyunlar sana 
uzanmıştır; gözler sana dikilmiştir; ayaklar senin 
yolunda direnmiştir; bedenler senin yolunda 
zayıflamıştır. 

Allah'ım, aramızdaki gizli düşmanlık meydana 
çıktı; gönüllerdeki kin kaynadı, coştu. 

Allah'ım, Peygamberimizin, aramızda olmayışını, 
düş-manlarımızın çok oluşunu, dileklerimizin per- 
perişan bir hâle gelişini sana arzediyoruz, sana şikâyet 
ediyoruz, hâlimizi sana söylüyoruz. "Rabbimiz. bizimle 
kavmimiz arasını hak üzere sen aç; sen açıcıların en 
hayırlısısın." (A'râf,78). 

•k ic ic 



16 



(Savaş sırasında ashabına kitapları:) 



Size gerilemeniz, sonra tekrar saldırmanız güç 
gelmesin; geri dönmeniz, sonra da hücum etmeniz ağır 
olmasın. Kılıçların haklarını verin; düşmanları yerlere 
serin; eser edecek, zarar verecek tarzda vurun. Fazla 
ses çıkarmayın, fazla bağırmayın; bu, yüreklerden 
korkuyu sürer çıkarır. Tohumu yaran, insanı yaratan 
Allah'a andolsun ki onlar, Müslüman olmadılar; ancak 
Müslüman olmuş göründüler; küfrü gizlediler. Küfre 
yardımcı bulunca da küfürlerini meydana vurdular. 



•k Jc Jc 



13 



(Askerlerinin iki kumandanına şu emir-nâmeyi yaz- 
mışlardı:) 



İkinize ve size uyanlara, sizin mertebenizde 
olanlara Hârisoğlu Mâlik'ül-Eşter'i kumandan tâyîn 
ettim. Onu dinleyin, onun emirlerine itaat edin; onu 
kendinize kalkan edinin. Çünkü o, korkup gevşeyecek, 
acze düşecek, tez davranılması akla, ihtiyata daha 
yakın olan çağda durup bekleyecek, ihtiyatla hareket 
edilmesi akla daha uygun olduğu zaman tez 
davranacak kişilerden değildir. 

•k * * 



56 



(Askerlerin öncülerine kumandan fâyîn edip Şam'a 
gönderdikleri Şurayh b. Hânîye vasiyet ederek 
buyurdular ki:) 



Her sabah, her akşam Allah'tan kork, çekin; 
dünyânın seni aldatmasından sakın; hiçbir hâlde 
ondan gafil olma. Bil ki nefsini, istediği şeylerin 
çoğundan çekmezsen bu dilekler, seni pek çok zarara 
sokar. Nefsine engel o, çek çevir onu; öfkelenince 
öfkene hâkim ol, al ayağının altına, ez onu. 234 



234 - Şurayh b. Hânî, ashabının ileri gelenlerindendir. 
Sıffin'de öncülerin kumandanıydı; Ziyâd b. Münzir'il-Hârisî de 
onunla beraberdi. Ester gönderilince, Ziyad'ı sağ kola, Şurayh'i 
sol kola tayin etti. Ziyad Kûfe'ye vali olunca Hucr b. Adiy'nin 
küfrüne şehâdet edenler arasında Şurayh'i de zikrederek 
Muâviye'ye bir mektup göndermişti. Şurayh, bunu duyunca 
Muâviye'ye, Ziyâd, Hucr aleyhinde şehâdetimi yazmış sana; 
ben şehâdet ederim ki Kucr, namaz kılan, zekât veren, marufu 
emreden, münkeri nehyeden, kanı, malı haram bir zattır; 
istersen öldürt onu, istersen bırak mealinde bir mektup yolladı. 
Üsd'ül-Gaabe ve diğer kitaplara göre Şurayh, aynı zamanda 
sahabedendir de. Hazreti Emir'in bütün savaşlarında 
bulunmuş, yüz yirmi yaşında Secistan'da, hiccetin yetmiş 
sekizinci yılında şehit olmuştur (Tenkıyh, 2, s. 83.) 



77 



(Haricîlere delil getirmek üzere Abdullah 
Abdullah b. Abbâs'ı gönderirken buyurmuşlardı ki:) 



Onlarla Kur'ân'a dayanarak bahse girişme; çünkü 
Kur'an, bir çok yönü olan, türlü yorumlarla yorulabilen 
bir kitaptır; sen söylersin, onlar da söylerler; onlara 
sünnete dayanarak delil getir; çünkü ondan kaçmaya 

yol bulamazlar onlar. 

* * * 



78 



(Ebû-Mûsâ'l-Aş'ari'nin, hakem olarak gittiği yerden 
yazdığı mektuba cevapları:) 

(Bu mektubu Said b. Yahyâ'l-Emevî "Kitâb'ül- 
Magaazî"sîne almıştır.) 



Gerçekten de insanların çoğu, hakka yardım edip 
kazanacakları ebedî saadeti dünya malına değişmiştir; 
onlar dünyâya meyletmişlerdir, hevâ ve heveslerine 
uyup söz söylemişlerdir. 

Ben bu işte, şaşılacak bir konağa kondum; orada 
nefisleri, onları şaşılacak bir hale düşürmüş bir toplum 
da geldi toplandı. Ben onların kan kesilip pıhtılaşacak 
yaralarını onarmak istiyorum. Bil ki, Allah'ın salâtı O'na 
ve soyuna olsun Muhammed ümmetine benden daha 
düşkün olan, onların uzlaşmalarını benden daha fazla 
isteyen biri yoktur; bununla da iyi bir sevaba, gidilecek 
güzel bir yere nail olmayı ummaktayım. Söz verdiğim 
şeye vefa edeceğim, fakat sen, benden iyi, temiz bir 
hâlde ayrılmıştın; bu hâli bozarsan bil ki kötü kişi, 
aklın, tecrübenin kendisine verdiği faydayı kendisine 
haram eden kişidir. Verilen hüküm gerçek de doğru 
olursa onu bozmam; Allah'ın düzene soktuğu bir işi 
ifsat etmem. 



Bilmediğin, tanımadığın sözlere kulak asma; çünkü 
insanların kötüleri, sana kötü sözlerle kanat açıp 
uçanlar, o kötü sözlerle sana gelip konanlardır 

vesselam. 

* * * 



31 



(Sıffm'den döndükten sonra İmam Hasan 
aleyhisse-lâm'a yazdıkları vasiyetname) 



Zamanın çetinliğini ikrar eden, geçici olduğunu 
bilen, ömrü sona eren, kadere boyun eğen, dünyayı 
kınayan, ölüler yerinde yurt tutan, yarın da şu 
dünyadan göçüp gidecek olan fânî babadan; dilediğini 
elde edemeyen, helak olup göçenlerin yoluna giden, 
hastalıklara amaç olan, zamana rehin edilmiş bulunan, 
musîbet oklarına hedef kesilen, dünyâya tutsak olup 
zanlara kapılan, aldanıp duran, ölüme borçlu ve esir, 
mihnetlere giriftar, hüzünlere eş, âfetlere nisan olan 
dileklere kapılmış, ölülerin yerine geçmiş oğula. 

Dünyânın benden yüz çevirdiğini anladım; 
zamanenin bana karşı serkeşlik ettiğini bildim; 
âhiretin, bana benden başkasını düşündürmeyecek, 



ardımda kalanları hatırlatma-yacak, kendi derdim, 
bütün insanların derdini bana unutturacak bir halde 
yöneldiğine kanâat getirdim; bu hâl, bana oyuna 
gelmez bir işi, yalanı olmayan bir gerçeği açıkladı; ona 
gayret etmeme sebep oldu. Seni vücûdumdan bir 
parça olarak gördüm; hattâ canım, bedenim olarak 
tanıdım; öylesine ki sana bir musîbet gelse bana 
gelmiş olur; ölüm sana gelip çatsa beni almış olur. Seni 
düşünmem, bana kendimi unutturdu da ölsem de, 
kalsam da tutmanı dileyerek sana bu vasiyet-nâmeyi 
yazdım. 

Oğulcağızım, Allah'tan çekinmeni, emirlerine itaat 
etmeni, onu anarak kalbini onarmanı, onun ipine 
yapışmanı tavsiye ederim sana; ona yapışırsan, seninle 
Allah arasında ondan daha sağlam hangi sebep, hangi 
vesile vardır ki? 

Kalbini öğütle dirilt, zâhitlikle öldür; tam inançla 
kuvvetlendir; hikmetle aydınlat; ölümü anmakla alçalt; 
yok olacağına inandır; dünya elemleriyle görüş sahibi 
et; zamanın saldırısından, gecelerle gündüzün kötü 
geçişinden çekindir onu. Göçüp gidenlerin hallerini 
anlat, göster ona; senden öncekilerin başlarına 
gelenleri söyle ona; o gelip geçenlerin ülkelerinde gez, 
onlardan kalanları gör; neler yapmışlar, nereden 
göçmüşler, nereden ayrılmışlar, nereye konmuşlar, 
seyret. Göreceksin ki onlar, dostlardan ayrıldılar; 
gurbet diyarına göçtüler; az zaman sonra sen de 
onlardan biri gibi olacaksın; şu halde konacağın yeri 
düzelt, âhiretini dünyâya satma. 

Bilmediğin şey hakkında söz söyleme; gerekmediği 
zaman söze girişme. Sapıklık olduğundan korktuğun 



yola gitme; çünkü sapıklık şaşkınlığı zamanında o 
yoldan dönmek, korkulara çatmaktan yeğdir. İyiliği 
buyur da sen de iyilerden ol; kötülüğü elinle, dilinle 
men et de bu çabanla kötülüğü edene karşı dur. Allah 
yolunda seni, hiçbir kınayan kınayamaz. Nerede olursa 
olsun, gerçek için çetinliklerin en çetinlerine dayan; din 
hükümlerini öğren. Bütün işlerde Allah'a sığın; böyle 
yaparsan tam koruyan bir koruyucuya, tam üstün bir 
men edene dayanmış, sığınmış olursun. 

Dilediğin şeyde Rabbine özü doğru ol; çünkü 
vermek de onun elindedir; vermemek de. Hayrı çok 
dile; vasiyetimi anla; başka yollara yönelme; çünkü 
sözün hayırlısı, fayda verenidir, bil ki hayır yoktur fayda 
vermeyen bilgide; bellenmesi doğru olmayan bilgiden 
de faydalanmak mümkün değildir. 

Oğulcağızım, ben gördüm ki kocaldım; gördüm ki 
zaafım artıp duruyor; sana vasiyet etmeye koyuldum; 
gönlümdekileri sana söylemeden ecelim gelir, yahut 
bedenimin zayıflaması gibi reyimde de bir zayıflık olur, 
yahut de dileklerin kavraması, dünya fitnelerinin gelip 
çatması engel olur; sen de buyruk tutmaz serkeş 
deveye dönersin dedim; bu vasiyetleri yazmaya 
giriştim. Çünkü genç adamın gönlü, bir şey ekilmemiş 
alana benzer; oraya ne ekilirse tutar, boy atar. Ben de 
gönlüm dileklere düşüp katılaşmadan, aklım, dünya 
dertlerine düşmeden tecrübe edenlerin uğraşıp 
sınanmalarına düşerek elde ettikleri edepleri sana 
söylemeye başladım; böylece arayıp dilemek 
zahmetine düşmezsin; tecrübe Maçlarıyla sağ esen 
kalmaya muhtaç olmazsın. Bunların, aramak 
zahmetiyle, tecrübelerle elde edilenleri sana 



sunulmakta; evvelce bizce karanlıkta kalanları apaydın 
sana gösterilmekte. 

Oğulcağızım, ben, benden öncekiler kadar 
yaşamadım, fakat onların yaptıklarına baktım, 
haberlerini öğrendim, düşündüm; eserlerini seyrettim; 
böylece de onlardan biri gibi oldum; hattâ onların 
ilkinden sonuncusuna kadar onlarla ömür sürmüşe 
döndüm; hâllerinin durusunu bulanığından ayırdım; 
faydalısını zararlısından ayırdım; her işin büyüğünü, en 
güzelini sunuyorum sana, bilinmezini atıyorum, 
söylemiyorum sana. Esirgeyen bir baba olarak seni 
düşündüğümdendir ki söyleyeceğim edeplerle muttasıf 
olmanı istiyorum; daha gençsin, ömrün uzun; zamanın 
seni kul etmesini, iyi ve esen bir niyete, tertemiz bir 
ruha sahip olmanı diliyorum. Önce üstün ve ulu Allah'ın 
kitabını öğrenmeni, te'vilini bilmeni, İslâm şeriatını ve 
hükümlerini, helâlini, haramını iyice anlamanı vasiyet 
ediyorum. Vasiyetime bununla başlıyorum; bunlardan 
başka bir şeyle başlamıyorum. 

Sonra insanların, dileklerine düşüp kendi reylerine 
uyup şüphelere düştükleri, ayrılığa uğradıkları şeylerle 
düşmen-den korkuyorum; nitekim şüphelere 
düşmüşlerdir, ayrılığa uğramışlardır da. Onlar için seni 
uyarmayı, görmediğim hâlde sana söylemek, daha 
doğru geldi bana. Dilerim ki Allah doğru yolu 
bulmanda, dilediğin gerçeğe ermende sana başarı 
verir; bu vasiyeti yormayı sana bırakıyorum. 

Bil ki oğulcağızım, vasiyetimden tutacağın şeylerin 
bence en sevimlisi, Allah'tan çekinmen, Allah'ın 
farzlarını yerine getirmen, senden önce gelip geçen 
atalarının, ehlibeytinden temiz kişilerin yolunu 



tutmandır. Onlar, yaptıklarına dikkat ettiler, senin 
dikkat ettiğin gibi; onlar, işlediklerini düşündüler; senin 
düşündüğün gibi. Sonra onlar, içinden çıkamayacakları 
şeyleri bıraktılar, şüpheli gördüklerinden vazgeçtiler. 
Ama onların yolunu tutmaz da nefsin, seni buna 
zorlarsa, iyice anlamak, iyice bilmek şartıyla bu yolu 
tut. Şüphelere uymak, düşmanlıklara başvurmak 
yoluyla değil. Böyle bir işe girişmeden önce Allah'tan 
yardım iste, rızasına mazhar olman, seni şüpheye 
düşürecek her çeşit fenalıkta bulunmaman, seni 
sapıklığa götürecek şeylerden kurtulman için başarı 
dile. Gönlünün arılığa ulaştığına iyice inandın, aklın 
yattı, reyin o işte toplandı, bütün düşüncelerin, bir tek 
düşünce haline geldi mi de sana anlattıklarıma bak, 
onları hatırla. O iş, gönlüne hoş gelmez, görüşüne, 
düşüncene uygun olmazsa bil ki geceleyin gözü 
görmeyen deve gibi bilmeden adım atıyorsun, 
karanlıklara dalıyorsun. Dini dileyen kişinin bilmeden 
adım atması, hakla batılı birbirine karıştırması caiz 
olamaz; bu çeşit şeyden el çekmek daha doğrudur; 
oğulcuğum, vasiyetimi iyi anla. 

Bir de bil ki ölümün sahibi, yaşayışın da sahibidir; 
yaratan, öldürendir; yok eden, tekrar diriltendir, dert 
veren, derdi giderendir. Dünyâ, Allah'ın nimetler 
verdiği, fakat sınamalara da uğrattığı, yaptıklarımıza 
âhirette karşılık olarak mükâfat ve mücâzat takdir 
ettiği bir yurttur, bir hâlde kalmaz, daha da senin 
bilmediğin, onun dilediği şeyler vardır ki anlatılamaz. 
Bu işlerden biri, seni işkile düşürünce bunu, onu 
bilmediğine ver; çünkü sen önce bilgisiz yaratıldın; 
sonra bilgi sahibi oldum. Nice şeyler vardır ki 



bilmezsin; o işlerde ne yapacağını şaşırırsın; gözün 
görmez olur da sonra görür, anlarsın. Seni yaratana, 
sana rızık verene, senin yaratılışını düzgün bir hale 
getirene yapış, kulluğun ona olsun; rağbetin ona 
yönelsin; korkun ondan olsun. 

Bil ki oğulcağızım, hiçbir kimse, noksan sıfatlardan 
münezzeh Allah'tan haber getirdiği gibi haber 
getirmemiştir. Ondan razı ol da seni bolluğa iletsin; 
kurtuluşa yöneltsin. Ben sana öğüt vermede kusur 
etmiyorum; fakat sen, kendine ne kadar dikkat 
edersen et, hayrını benim kadar göremezsin. 

Şunu bil ki oğulcağızım, Allah'ın ortağı olsaydı onun 
Peygamberleri de gelirdi sana; onun tasarruf ve kudret 
eserlerini de görürdün; onun işlerini de, sıfatlarını da 
tanırdın. Fakat, kendisini övdüğü gibi bir Allah'tır o; 
kudretinde ona zıt bir varlık yoktur; zevali olamaz; 
ebedîdir o. Evveldir eşyadan, evveline bir evvel 
olmaksızın; âhırdır eşyadan, sonuna bir son 
bulunmaksızın. Zâtı büyüktür, rab oluşunu gönülle, 
gözle kavramaya hacet kalmaksızın. Bunu böyle bildin 
mi, senin gibi kadri küçük, kudreti az, aczi çok, 
Rabbine ihtiyâcı fazla kişiye nasıl hareket etmek 
gerekse öyle hareket et; ona itaat etmekte, azabından 
korkmakta, cezasından çekinmekte o çeşit davran. 
Çünkü o, sana ancak güzel şeyleri buyurmuştur; seni 
ancak çirkin şeylerden men etmiştir. 

Oğulcağızım, sana dünyâya, dünya ahvâline, onun 
zevaline, hâlden hâle girişine dâir haberler verdim; 
âhiretten, âhiret ehlini hazırlananlardan da seni 
haberdâr ettim; ibret alman, ona göre harekette 
bulunman için ikisine dâir sözler söyledim, örnekler 



getirdim. Dünyâyı deneyen, dünya hâlini bilen kişi, 
yıkık-dökük, kıtlık ve darlık bir yerden yola düşen 
topluluğa benzer; yolun zahmetine katlanırlar, dostların 
ayrılığına dayanırlar, yolculuğun güçlüğüne sabrederler; 
yolda hoşa gitmeyen azığı yeter bulurlar; sonunda da 
gep-geniş, hoş mu hoş olan yerlerine varıp karar 
ederler. Artık onlar için bu yolculuğun ne bir elemi 
kalmıştır, ne bir güçlüğü, ziyanı. Onlar için konacakları 
yere yaklaşmaktan daha sevimli, varacakları yere 
ulaşmaktan daha iyi bir şey yoktur. Dünyâya aldanan 
kişiyse nân-ü nimeti bol, mâmur bir konaktan kıtlık, 
kupkuru bir yere göçen topluluğa benzer. Onlara, önce 
bulundukları yerden ayrılmaktan daha kötü, ansızın 
öyle bir yere gelmekten daha fena bir şey olamaz. 

Oğulcağızım, nefsini, kendinle başkaları arasında 
bir tartı haline getir; kendine yapılmasını, başına 
gelmesini sevdiğin, dilediğin şeyi başkaları için de sev, 
dile; sana yapılmasını, başına gelmesini istemediğin 
şeyi onlar için de isteme. Nasıl zulme uğramayı 
istemezsen sen de, öylece kimseye zulmetme. Nasıl 
sana iyilik etmelerini istiyorsan sen de başkalarına 
öylece iyilik et. Başkasında görüp, duyup çirkin 
bulduğun şeyi, kendin için de çirkin bul. Sana yapılınca 
razı olacağın şeyi insanlara da yap. Bildiğin az bile olsa 
zararı yok, fakat bilmediğini söyleme. Sana 
söylenmesini istemediğin şeyi sen de söyleme 
başkalarına. Bil ki kendini görmek, beğenmek, 
gerçeğin zıddıdır, akıllıların âfeti. 

Kazanç elde etmeye çalış, kulluk et, başkaları için 
hazine biriktirmeye bakma. Doğru yola yöneldin mi, 
Rabbine karşı daha da fazla eğil. Bil ki önünde, uzak 



mı uzak, çetin mi çetin bir yol var; o yola azıksız 
düşmemen, ama yükünün de yüngül olması gerek. 
Götüremeyeceğin yükü yüklenme. Yüklenirsen sana 
ağırlık verir, vebal getirir. Yok yoksul kişilerden, 
kıyamet günü, senin azığını yüklenecek birini buldun 
mu, bunu ganimet bil; yarın ona muhtaç olduğun vakit 
o, o azığı sana sunar. Ona çok yardımda bulun; 
kudretin varken yap bunu; çünkü sonra onu ararsın da 
bulamazsın. Elin genişken senden borç isteyene ver; o 
da sana, dara düştüğün zaman öder onu. 

Bil ki önünde sarp bir geçit var; orada yükü hafif 
olanı hâli, yükü ağır olandan güzeldir; orada 
yavaşlayanın hâli, tez geçenden kötüdür. O geçit seni 
mutlaka ya cennete götürecektir, ya cehenneme 
atacaktır. Konmadan önce kendine konak hazırla; 
oraya varmadan azığını düz, koş; çünkü ölümden sonra 
bir hoşluk dileminin faydası olmadığı gibi dünyâya 
dönmek de mümkün değil. 

Bil ki göklerin, yeryüzünün hazîneleri elinde olan, 
sana duâ etmek için izin vermiş, icabet edeceğini de 
vaad etmiştir. Dilemeni emretmiştir, dilediğini vermek 
için; acımasını istemeni emretmiştir, sana acımak için. 
Seninle arasına bir perde çekmemiştir; seni, onun 
katında şefaat edecek birisine muhtaç etmemiştir. 
Kötü bir iş işlersen tövbe etmekten men etmemiştir 
seni; azabını hemencecik göndererek ukubete 
salmamıştır seni; tövbeyle ona yüz tutarsan 
reddetmez; azaba uğramaya lâyık olduğun suç 
yüzünden de seni rüsva eylemez. Suç yüzünden tövbeni 
kabul etmezlikte bulunmaz; cürmünü yüzüne vurmaz; 
rahmetinden seni meyus etmez. Hattâ suçundan 



geçmeni de bir sevap sayar; yaptığın kötülüğe karşı bir 
günah yazar; işlediğin iyiliğe karşı on sevap verir. Sana 
tövbe kapısını açmış, özrünü kabul etmeyi vaad 
etmiştir. Onu çağırdın mı sesini duyar; gizli yalvardın mı 
gönlündekini bilir. İhtiyacını ona söylersin; 
gönlündekini ona açarsın; dertlerini ona şikâyet 
edersin, sıkıntılarının giderilmesini ondan istersin; 
işlerinde ondan yardım dilersin; ömür çokluğu, beden 
sıhhati, rızık bolluğu gibi ondan başkasının 
veremeyeceği şeyleri ondan beklersin. Sonra 
hazînelerinin anahtarlarını da, ondan dilemeye izin 
vererek senin ellerine teslîm etmiştir; ne vakit 
dilersen, duâ ile nimetlerinin kapılarını açarsın, çorak 
dilek yerlerini sulamak için rahmetini istersin. İcabeti 
gecikirse de ümidini kesmemelisin; çünkü vergi ve 
ihsan, niyetle yeksandır. Nice kere, isteyenin ecri 
çoğalsın, umana daha da fazla ihsan edilsin diye icabet 
gecikir. Nice kere bir şey istersin, verilmez; fakat 
hemencecik, yahut bir zaman sonra ondan daha 
hayırlısı verilir, ondan daha hayırlısı verilmek için o 
verilmez, geciktirilir. Nice şeyler vardır ki sen istersin 
onu; fakat verilse o yüzden dinin helak olur. Şu halde 
güzelliği sana kalacak, vebali senden gidecek şey 
istemelisin. Mal sana kalmaz; sen de ebedi olarak 
mala sahip olamazsın. 

Bil ki sen âhiret için yaratıldın, dünyâ için değil. Yok 
olmak için halkedildin, kalmak için değil. Ölüm için 
varsın sen, yaşamak için değil. Bir duraktasın ki oradan 
sökülüp atılacaksın; bir evdesin ki orda emre hazır 
olacak; bir yoldasın ki o yoldan âhirete varacaksın. 
Sen, korkanın kurtulamayacağı, dileyenin er-geç 



bulacağı, önünde -sonunda gelip çatacağı ölüme bir 
avsın, çekin ondan; kötü bir işteyken, kendi kendine bu 
işten tövbe etmem gerek derken gelip çatmasın, 
tövbeyle aranı açması, yoksa kendini helak ettin 
demektir. 

Oğulcuğum, ölümü çok an; birden düşeceğin hâli 
zikret; ölümden sonra o hâle düşeceksin. Onu hep 
önünde bil, görüyorsun say da seni, silâhını kuşandığın, 
kemerini bağladığın bir hâlde bulsun; ansızın gelip üst 
olmasın sana. Sakın dünyâ ehlinin dünyâ ile 
oyalanması, ona yapışıp kalması aldatmasın seni. 
Elbette Allah, dünyâyı anlatmıştır sana, elbette dünyâ 
da kendini bildirmiştir sana; kötülükle-rini açıp 
yaymıştır, göstermiştir sana. Dünyâ ehli, ancak üren, 
havlayan köpeklerdir; av peşinde koşan yırtıcı 
canavarlardır. Bâzısı bâzısını ısırır; üstünü, zebun 
olanını yer; büyüğü küçüğünü kahreder. Dünyâ ehli, 
ayakları bağlı hayvanlardır, bir kısmı da başı boş 
salıverilmiş hayvanlar; akıllarını yitirmişlerdir; belirsiz 
bir yola düşüp gitmişlerdir. Ayakları kumlara batar; 
orda ne bir ot var, ne su var; ne de onları sürüp götüren 
bir çoban var. Dünyâ onları körlük yoluna sürmüştür; 
gözlerini hidâyet alâmetlerinden örtmüştür. Dünyâya 
dalmışlardır; nimetine gark olmuşlardır; onu Rab 
edinmişlerdir; dünyâ onlarla oynar, dünyâ ile 
oyalanırlar; önlerinde ne var, unutmuşlar. Hele azıcık 
dayan, karanlık açılır, aydınlanırsın o zaman, 
Görüyorum, göçler bağlanmış, yükler yüklenmiş. 
Koşan, tez gidene ulaşır elbet. 

Bil ki oğulcağızım, bineği geceyle gündüz olan bir 
kişi, dursa bile gider; oturup dinlense bile yol alır, yeler. 



İyice bil ki dileğine ulaşamazsın, ecelinden 
kaçamazsın; sen, senden önce gidenin yolundasın. Şu 
hâlde dileği azalt. Kazancı güzelleştir, çoğalt; çünkü 
nice istek vardır ki eldekinden, avuçtakinden eder 
insanı; her dileyen rızıklanmaz; her az isteyen de 
mahrum kalmaz. 

Nefsini bütün aşağılıklardan üstün tut, seni 
dileklere çekse bile; çünkü nefsini aşağılatmana 
karşılık üstün ve yüce bir şey bulamazsın, kendini zelil 
etmekle kalırsın; hiçbir izzetse, o zillete değmez. 
Kendini başkasına kul etme; Allah seni hür yaratmıştır. 
Şerle elde edilen hayra hayır denmez; güçlükle ulaşılan 
kolaylığa kolaylık adı verilmez. Sakın tamah 
bineğinden; o seni helak suyunun başına götürür. 
Gücün yettikçe Allah'la arana bir nimet sahibi sokma, 
çünkü sen, ancak payını alacaksın, nasibine 
ulaşacaksın. Hepsi de ondan olmakla beraber, noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah'tan gelen az, halktan 
gelen çoktan daha üstündür. Elinden çıkanı, sükûtunla 
elde etmek, söze dalıp elde etmenden daha kolaydır. 
Kaptakini korumak, kapağını sıkı kapamakla 
mümkündür. Elinde bulunanı koruman, başkasının 
elinde bulunanı istemenden daha iyidir, hoştur bence. 
Ümitsizliğin acısı, insanlardan bir şey istemekten 
hayırlıdır; yüzsuyu dökmeden yoksulluğa dayanmak, 
kötülüklere bulanıp zengin olmaktan hayırlıdır. Herkes, 
kendi sırrını en iyi ve sağlam korur. Nice çalışan vardır 
ki bu çalışma ona zarar verir. Kim çok söz söylerse 
hezeyan eder; kim düşünürse basirete erer. Hayırlılarla 
eş-dost ol, onlardan biri olmaya bak; şerlilerden çekin, 
onlardan ırak ol. Ne kötüdür haram şey yemek; zulmün 



en kötüsüyse zayıfa zulmetmek. Yumuşaklığın sertlik 
sayıldığı yerde sertlik yumuşaklıktan sayılır; çok zaman 
ilâç, dert olur, hastalık olur; dert de ilâç kesilir, derman 
verir. Olur ki öğüt veren, öğüt vermez, öğüt isteyeni 
kandırır. Dileklere kapılıp dayanmaktan sakın; onlara 
kapılmak, dayanmak, ahmakların sermayesidir; akılsa, 
tecrübeleri bellemek, onları unutmamaktır. En hayırlı 
tecrübe, sana öğüt veren tecrübedir. 

Her isteyen, istediğini elde etmez; her gurbete 
giden, geri dönüp gelmez. Azığı yitirmek bozguna 
düşmektir; âhireti berbat etmektir. Her işin bir sonu 
vardır; nasıl takdir edildiyse sana gelir, ulaşır. Ticarete 
girişen tehlikeye atılmıştır. Nice az vardır ki çoktan 
daha bereketlidir, daha verimlidir. Aşağılık yardımcıda, 
kendisinde nifak olan dostta hayır yoktur. Bineği sana 
râm olsa da zamana bel verme, sırtını dayama; payını 
al ondan; sakın inada düşmekten, düşmanlığa 
girişmekten. Kardeşin seni dolaşmamaya başladı, 
yakınlığı kesti, lütufta, dostlukta nekes davrandı, 
senden uzaklaştı, sana karşı yumuşakken sertleşti, 
onun kuluymuşsun gibi suç işlediği zaman bile senden 
özür dilemediği, sana karşı velinimetliğe kalkıştığı 
zaman, kardeşinden sakın. Bu dediklerimi, yerinden 
başka bir yerde yapmaktan, yahut ehil olmayanlara bu 
çeşit muamele etmekten de çekin. Dostuna düşman 
olanı dost sayma, düşman bil. Kardeşine ister iyi ve 
güzel görünsün, ister çirkin gelsin, hoşlanmasın, öğüt 
ver. Öfkeni yen, sonucu bakımından, bundan daha tatlı, 
bundan daha lezzetli bir içim görmedim ben. Sana sert 
davranana karşı yumuşak ol, belki o da yumuşar. 
Düşmanına üstünlükle muamele et, bağışla onu; bu, 



hem ona dost oluşun, hem bağışlayanın bakımından 
iki zaferin de en tatlısıdır (İki zafer vardır bunda: Üstün 
olmak, onun gönlünü ele almak). Senden ayrılan 
kardeşini sen dolaş; gün olur, eyyam olur, belki döner, 
gene sana gelir. Senin hakkında iyi zan besleyenin 
zannını gerçekleştir. Seninle arasındaki dostluğa 
güvenerek kardeşinin hakkını yitirme; hakkını yitirdiğin 
kişi, kardeşin değildir senin. Ehline karşı kötü kişi 
olma; sana rağbet etmeyene rağbet etme. Sen 
kardeşine iyilik ettikçe o, senden ayrılmaz; sen ona 
ihsanda bulundukça o, sana kötülük edemez. Sana 
zulmedenin zulmü, gözünde büyümesin. O kendi 
zararına, senin faydana çalışmaktadır. Seni 
sevindirene kötülük etmen, yerinde bir iş değildir. 

Bil ki oğulcağızım, rızık iki kısımdır; bir rızkı sen 
ararsın, bir rızık da var, seni arar, sen ona varmadan o 
sana gelir. İhtiyaç zamanında alçalmak, zenginken 
cefâ etmek ne kötü huydur. Dünyâdan nasibin, 
âhiretini düzdüğün kadardır. Elinden çıkana 
hayıflanacaksan, sana ulaşmayan her şey için 
hayıflanadur. Henüz olmayan, gelip çatmayan şeyi olup 
bitenden anla; çünkü işler, hep birbirine benzer, 
Musibete düşmedikçe nasihatten 

faydalanmayanlardan olma; çünkü akıllı kişi edeple 
öğütlenir; hayvanlarsa kötekle. Sabra dayanarak, 
Allah'a güvenerek dertleri kendilerine at. Orta ve doğru 
yolu bırakan sapmıştır. Eş dost da soy-soptur. Dost, sen 
yokken sana dostluk edendir. Nice uzak vardır ki 
yakından daha yakındır; nice yakın vardır ki uzaktan da 
uzak. Garip o kişidir ki dostu yoktur. Hakka karşı 
duranın yolu daralır. Kadrini, haddini bilenin kadri baki 



kalır. Yapışacağın sebeplerin en kuvvetlisi, seninle yüce 
Allah arasındaki sebeptir. Seni düşünmeyen, 
düşmanındır. Tamah insanı helak edince bir şey elde 
etmek de ümitsizlik verir. Her ayıp açılmaz; her fırsat 
hayretmez. Çok olur ki gören kişi yol azıtır da kör, 
doğru yolu bulur. Hemencecik yapmak istediğin 
kötülüğü geciktir. Bilgisizin senden kesilmesi, seni 
aramaması, akıllının seni görüp gözetmesine; gelip 
dolaşmasına denktir. Kim zamandan emin olursa 
zaman, ona hıyanet eder; kim onu büyük görür, ondan 
çekinirse ona hıyanette bulunmuş olur. Her ok atanın 
oku amaca varmaz; her ok hedefe rastlamaz. Buyruk 
sahibi huyunu değiştirdi mi, zaman da değişir. Yola 
düşmeden dostu sor, eve girmeden komşuyu bul. 
Senden başkasından nakletsen bile güldürecek söz 
söyleme. Sakın kadınlarla danışma; onların reyleri 
zayıftır; azimleri gevşek, yapacakları işten başka bir işe 
koşma onları; çünkü kadın çiçektir, koklanır; 
kahraman değildir, kolu bükülür. Kadını kendi 
yüceliğinden başka bir yüceliğe yüceltme; kendinden 
başkasına şefaatçi yapma. Kıskanılacak yerden başka 
yerde kıskançlığa kalkışma, çünkü bu, doğruyu 
eğriltebilir; iyiyi şüpheli gösterebilir. 

Herkesi yapabileceği işe koş. Böyle yaparsan 
hizmeti birbirlerine atamazlar; hizmetten 

kaçınamazlar. Soyuna-boyuna iyilik et, çünkü onlar 
kanatlarındır. Onlarla uçarsın; onlar aslındır senin, 
onlara ulaşırsın. Elindir onlar, onlarla saldırırsın. 

Seni dininde, dünyânda Allah'a ısmarladım; şu tez 
geçen dünyâda da, bir zaman sonra gelecek âhirette 
de sana hayırlar dilerim vesselam. 



•k ic ic 



4. Bölüm 



İDARİ MEKTUPLARI, EMIR-NAME VE AHİT- 
NAMELERİ 



67 



(Mekke valisi Kuşem b. Abbâs'a Mektupları:) 



(Allah'a hamd ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât ü 
selâmdan) Sonra, insanlarla haccet. Allah'ın günlerini, 
geçmiş ümmetlere gelen azaplarını anlat. Sabah 
akşam onlarla otur, konuş; fetva isteyene fetva ver. 
Bilgisize bilgi öğret. Bilginle müzâkerede bulun. 
İnsanlara elçi olarak, ancak dilini kullan, perdeci 
olarak da yüzünü göster. İhtiyâcı olanın sana 
başvurmasına, seni görmesine engel olma. Çünkü 
ihtiyaç sahibi ilk baş vuruşunda kapılarından sürülürse 
ihtiyacı giderildikten sonra da övmez seni. 



Allah malından, katında toplanana bak. Yanında 
olan ehil ayal sahiplerine, yok-yoksul kişilere sarfet, 
artanını bize yolla. Katımızda bulunanlara pay edelim. 

Mekkelilere dikkat et; evlerinde konuklanan 

kişilerden para almasınlar. Çünkü noksan sıfatlardan 

münezzeh olan Allah "Orada yurt tutanla ziyarete gelen 

hakkında hüküm birdir" buyurmuştur (Hac, 25). Orada 

yurt tutan, orada yerleşmiş olandır. Ziyarete gelense 

Mekke ehlinden olmayıp hac için oraya gidendir. Allah 

bize ve size sevdiği işlerde bulunmamız için başarı 

ihsan etsin vesselam. 235 

* * * 

(Muâviye'nin Hac mevsiminde hacıları, Osman'ı, 
Emir'ül-Müminin'in öldürttüğü, hiç olmazsa öldüren- 
lerle bir olduğu hakkında kandırmak ve onları 
kendisine itaate çağırmak için Mekke'ye bâzı kişiler 
gönder-diğini duydukları zaman Kusem'e şu mektubu 
yolla-mışlardı:) 



235 - Kuşem b. Abbâs b. Abdül-Muttalib, Hz. Peygam-ber'in 
(s. a. a) amcalarının oğludur ve ashabındandır. Hz. Peygamber'in 
(s. a. a) cenazesinin defninde bulu-nanlardan-dır. Emir'ül- 
Mü'minin (a.s) tarafından Mekke valiliğine tayin edilmiş, 
Muâviye Büsr b. Ertât'ı Mekke'ye gönderdiği zaman bozguna 
uğramış, Büsr, Mekke'ye Şeybe b. Osman'ı bırakıp gidince 
onunla savaşıp mağlub etmiş, sonunda Semerkand'e gitmiş, 
orda şehit olmuştur. Hz. Peygamber'e (s.a.a) pek benzerlerdi 
(Tenkıyh, 2, s. 27-28; Büsr için de aynı kitabın 1. cildine bakınız; 
s. 168-169). 



33 



(Allah'a hamd ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât ü 
selâmdan) Sonra, batıdaki gözetme memurum bana, 
onun Hac mevsiminde Şamlılardan gönül gözleri kör, 
an kulakları sağır, basiretleri anadan doğma a'mâ bâzı 
kişileri gönderdiğini yazdı. Onlar, hakkı batıla 
aramadalar. Yara-dana âsî olarak yaratılmışa 
uymadalar. Dünyânın memesinden din bahanesiyle süt 
sağmadalar. Allah'tan çekinen iyi kişilerin seçtikleri 
âhireti geçip gidiverecek dünyâya satmadalar. Hayırla 
ancak onu işleyen muradına erer, kurtulur, şerrin 
cezasını da ancak onu yapan bulur. 

Elindeki güçle ayak dire, aklı başında bir öğütçü 
kesil. Emirine uyan, imamına itaatte bulunan bir kişi ol. 
Sonradan özür dilemek zorunda kalacağın bir işi 
yapma. Nimetlere sahip oldukça azan, sıkıntılara 
uğradıkça korkup kaçan kişi olma. 



•k Jc Jc 



70 



(Medine valisi Sehl b. Huneyfil Ansâri'ye 
Medinelilerden bir kısmının Muâviye'ye katılması 
dolayısıyla yazdıkları mektup:) 



Yanında olan, idaren altında bulunan kişilerin bir 
kısmının birer birer Muaviye'ye katıldığını haber aldım. 
Onların gitmesiyle sana uyanların sayısının azaldığına, 
onların yardımından mahrum kaldığına hayıflanma. 
Onların hidâyetten ve haktan kaçarak körlüğe ve 
bilgisizliğe sığınarak gitmeleri, onlara sapıklığa 
düşmek bakımından yeter bir belâdır. Senin için de 
onlardan kurtulmak bakımından adetâ şifâdır. Çünkü 
onlar dünyâ ehlidir, ona yönelirler, ona koşarlar. Ona 
adaleti tanıdılar, gördüler, işittiler; bellediler ve bildiler 
ki insanlar bizim katımızda hak bakımından birdir, 
eşittir; bundan çekindiler, nimet ve devlet sahibi 
olmaya, eşitlerinden büyük tanınıp mal mülk elde 
etmeye kaçtılar. 

Uzak olsunlar onlar, uzak. Vallahi onlar, bir 
zulümden kaçmadıkları gibi adalete de ulaşmadılar. 
Biz bu işin zorluklarında bize yardım etmesini, 
sertliklerini yumuşatmasını Allah'tan ummaktayız 
vesselam. 236 



236 - Sehl b. Huneyf; Ansardan, Evs boyundandır, Bedir'de 
bulunmuştur. Uhud'da Hazreti Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) ölüm 
üzerine biat etmiştir ve sahabe dağıldığı zaman sebat 
edenlerdendir. Bütün gazalarda bulunmuştur. Hazreti Emir(a.s) 
Basra'ya giderlerken onu Medine'ye vali olarak göndermişlerdi. 
Fars vilâyetine tayin edilmiş, fakat oraya gidememişti. 
Sıffin'den sonra, Kûfe'de, hicretin otuz sekizinci yılında vefat 
etmiştir. Hazreti Emir, Sehl, en sevdiğim kişilerdendi buyurmuş 
ve cenazesini teşyi' etmiş, bu sırada fasılalarla beş kere 



69 



(Hâris-i Hemdânîye Mektupları:) 



Kur'an ipine sarıl, onu kendine öğütçü bil. Tam 
helâlini helâl tanı, haramını haram. Geçmişlere dâir 
Kur'an'da anlatılanları gerçekle, inan; haktır Kur'an'da 
anlatılan. 

Dünyâda geçen çağları düşün, geleceklere dâir 
ibret al onlardan. Çünkü geçenle gelen birbirine benzer 
ayan beyan. Dünyânın sonu önüne bağlıdır, geçip 
gitmiştir; kalan zamanın hepsi de geçecektir, olup 
bitmiştir. Allah'ın adını ulula; onu andın mı hakkıyla an. 
Ölümü, ölümden sonraki halleri çok çok an; ama 
âhireti düzüp koşmadan da ölümü istemek yok. Bir işi 
yapanın o işten razı olduğu, fakat bütün Müslümanların 
nefret ettiği her işten çekin. Gizlice yapılan, fakat 
açıkça yapılınca utanılan her işten sakın. Sahibine 
sorulunca inkâr ettiği işi yapma; yahut özür dilediği işe 
yaklaşma. Haysiyetini halkın kınayış oklarına amaç 
etme; her duyduğunu halka söyleme; çünkü yalan 
söylemek babında bu yeter sana. Halkın her söylediği 
sözü de reddetme, bilgisizlik olarak da bu yeter sana. 
Öfkeni yen, gücün yettikçe suçtan geç; öfkelenince 

namazını kılmışlardır (Tenkıyh, 2, s.74-75). 



halîm ol, bağışla; bu senin akıbetini hayreder. Allah'ın 
sana ihsan ettiği nimetlerin birini bile yitirme; 
şükredegör. Allah'ın lütfettiği nimetlerin eseri de sende 
görünsün. Şükret de nimetler geledursun. 237 

Bil ki insanların en üstünü, kendinden, ehlinden, 
malından Allah yolunda ihsan eden, Allah rızası için 
hayırda bulunandır. Çünkü, önce yaptığın hayır, senin 
için azık olarak kalır; geriye bıraktığınsa başkalarının 
hayrı olur. 238 



237 - Kur'ân-ı Mecid'in 3. suresinin 103. âyet-i kerîmesinde 
Allah ipine, yâni Kur'ân'a ve Kur'ân'ın, İslâm'ın hükümlerine 
yapışmamız emir buyrulmaktadır. Hazreti Peygamber de 
(s. a. a) iki halife bıraktıklarını, birinin gökle yer arasında 
uzatılmış bir ip olan Allah Kitabı, öbürü de Ehlibeyti olduğunu, 
bunların kıyamete dek birbirinden ayrılmayacağını beyan 
buyurmuşlardır (Cami, 1, s.87). Gene. 3. sûrenin (Âl-i İmran) 
134. ayet-i kerimesinde, öfkesini yenenler, insanların 
kusurlarını bağışlayanlar övülmekte ve ihsan sahiplerini 
Allah'ın sevdiği beyan edilmektedir. Kur'ân Mecid'in 93. sûre-i 
celilesinin son âyet-i kerîmesinde (11), "Ve Rabbinin nimetini 
an, söyle" buyrulmaktadır. Rasul-i Ekrem de (s.a.a), "Allah 
gerçekten de kuluna verdiği nimetini eserini onda görmeyi 
sever" buyurmakta (Cami, 1, s. 63), Kur'ân-ı Kerim'de 
"Şükrederseniz, ziyâdeleştiririz" buyrulmaktadır ( İbrahim, 7). 
Bu kısımda bütün bunlara işaret vardır. Aynı zamanda Hazret-i 
Rasûl'ün (s.a.a) "Her gelecek yakındır, uzak olansa 
gelmeyecek olandır" hadisine de işaret vardır (Camı, 1, s.86). 

238 - Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "İnsanların hayırlısı, insanlara 
en faydalı olanıdır" buyurmakta (Cami, 2. c.8). İnsanın 
kendisinden sonra, bıraktığı sâlih çocuğun, ecri boyuna 
sahibine de verilecek olan sadakanın, yâni insanların boyuna 
hayırlandığı şeyin, meselâ camiin, hastanenin, mektebin ve 
kulların faydalandığı bir ilim bırakanın bilgisinin, en hayırlı 



Reyi gevşek olan, yaptığı hoş görünmeyen kişiyle 
görüşmekten çekin. Çünkü insanı görüşüp konuştuğu 
kişiyle ölçerler; arkadaşından ibret alırlar da hakkında 
hüküm verirler. 239 

Büyük şehirlerde otur, yerleş; çünkü oraları 
Müslümanların toplandıkları yerlerdir. Halkı gaflete 
dalan, cefâ ve zulmeden, Allah'a itaatten yardımcısı az 
olan yerlerden çekin. Çarşılarda, pazarlarda 
oturmaktan sakın. Çünkü oraları Şeytanın geldiği, 
fitnelerin belirdiği yerlerdir. 240 

Allah'ın sana üstün ettiği kişiye fazla bak, onun 
üstünlüğünü düşün; çünkü bu, şükrü açan kapılardır. 241 

Cuma günü Allah yolunda, yahut mecbur olduğun 
yolculuktan başka, namazda bulunmadıkça, namaz 
kılmadıkça sefere çıkma. 242 

halefi olduğunu beyan etmektedir (2, s.9). Kur'ân-ı Mecid'de 
inananların, yaptıkları hayrı, Allah katında bulacakları tebşir 
edilmektedir (2, Bakara, 110; 73, Müzzemmil, 20). 

239 - Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Köylerde oturma; köylerde 
oturan kabirde oturana, ölüye benzer" buyurmuşlardır (Cami, 2, 
s.190). 

240 - Hazreti Rasûlullah (s.a.a) insanları yollarda 
oturmaktan men buyurmuşlardır (aynı, 1, 97). 

241 - Kendilerine, yâni Hz. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) 
bakmanın, bilgin kişinin yüzüne bakmanın, Ali'ye bakmanın 
ibâdet olduğuna dâir hadisler mevcuttur (Cami, 2, s. 176, 
Künûz'ül-Hakaaık, 2, 186). Kur'ân-ı Mecid'de de îman ehlinin 
yüce dereceleri olduğu beyan buyrulmuştur (20, Tâhâ 75). 

242 - Kur'ân-ı Mecid'de Cuma günü namaz vakti bildirildi 
mi, namaz vakti geldi mi, alış-verişin bırakılıp namaza 
gidilmesi, namaz kılındıktan sonra Allah'ın lütfettiği, edeceği 



Her işinde Allah'a itaat et. Çünkü Allah'a itaat, 
ondan başka her şeyden üstündür. Nefsini kulluğa 
alıştırmaya bak. Fakat ona yumuşak muamele et; 
kahretme onu; ancak sana farz olan şeylerden başka 
şeylerde onun huzurunu da hoş gör; çünkü farzların, 
vaktinde ve yerinde yapılması gerekir. 

Sakın dünyâyı dilerken, Rabbinden kaçarken ölüm 
gelip çatmasın sana. Sakın kötülük edenlerle 
konuşma, onlarla düşüp kalkma, Çünkü şer şerre 
ulaşır ancak. Allah' ı büyük bil, ulu tanı, onu sevenleri 
sev. Öfkeden çekin, çünkü öfke İblisin ordusundan bir 
bölüktür. 243 



rızık peşinde düşülmesi emir buyrulmaktadır (Cumua, 9-10). 

243 - "Sakın kötü eşten, dosttan. Çünkü sen onunla 
tanınırsın" (Cami, 1, s.97). Kur'an-ı Mecid, dâima dünyâ ve 
âhireti dengeli tutmakta, âhiret için dünyâyı terk etmeyi, yahut 
dünyâya dalıp âhireti unutmayı kınamaktadır. 

Hâris-i Hemdânî, Hâris'ül-A'ver lakabıyla meşhurdur. Hazreti 
Emir'ül-Müminin, dîvanlarında "Kim ölüm hâline gelirse, 
mümin olsun, münafık olsun, beni görmeden ölmez" 
mealindeki beytiyle başlayan şiiri bu zâta hitaben 
söylemişlerdir. Hars diye de anılan bu zat, bir gece Hazreti 
Emir'in (a.s) huzuruyla müşerref olup, Ey Müminler emiri, beni 
sana, senin sevgin getirdi demiş; Hazret de, "Sana bir şey 
söyleyeyim de şükret, bir kul yoktur ki beni sevsin de, ölürken 
sevdiği gibi beni görmesin. Bir kul da yoktur ki, bana bugzetsin 
de gene ölürken, buğzettiği gibi beni görmesin" buyurmuş, 
kendilerini sevenin ereceği makamı, elde edeceği mükâfatı, 
sevmeyenin varacağı derekeyi ve uğrayacağı mücâzatı ölüm 
hâlinde müşâhade edeceğini bildirmişlerdir (Tenkıyh, 1, s. 242- 
243). 



71 



(Münzir b. Cârûd'il Abdi'ye mektupları:) 



(Allah'a hümd ü sena, Rasûlüne salât ü selâmdan) 
Sonra derim ki: Babanın temizliği aldattı beni. Seni de 
onun yolunu tutar, izini izler sandım. Oysa sen bana söz 
verdiğin gibi çıkmadın; nefsine boyun eğdin; âhiretine 
ait işleri yüzüstü bıraktın; âhiretini yıkarak, dünyânı 
onarmadasın; dînini bırakarak aşîretine ihsanda 
bulunmadasın. Hakkında bana bildirilenler gerçekse, 
ehlinin devesiyle ayak kaplarının sırımı bile senden 
hayırlıdır. Senin gibi birisi, sınır korumaya, bir iş 
başarmaya, birinin kadrini yüceltmeye, bir emanete 
ortak olmaya ehil olmadığı gibi öyle kişinin 
hıyanetinden de emin olunmaz. Allah izin verirse, bu 

mektubumu alır almaz hemen katıma gel. 244 

* * * 



244 - Münzir hakkında, Hazreti Emir'in "Omuzlarına çok 
bakar, uluların, değerli yemen kumaşlarından elbise giyinir, 
kadınlar gibi salınır, ayakkaplarındaki tozu üfürür bir adamdır" 
buyurduğunu Seyyid Radıy rahimehullah nakleder 
(Muhammed Abduh, 3, s. 133). 

Hazreti emir (a.s) onu bâzı yerlere memur etmişti. O da 
Hazretin âmillerine hıyanette bulunmuştu. Babası Cârud 
sahabedendir, Hazreti Rasûl'ün (s. a. a) ikramına mazhar 
olmuştu (Tenkıyh, 3, s.248). 



25 



(Amillerine gönderdikleri emir-nâmeO 



Bir olan, şerîki bulunmayan Allah'tan korkarak 
yürü. Vazîfene git; hiçbir Müslüman'ı ürkütme; rızası 
olmadıkça, haber vermeden yanına gitme; malındaki 
haktan başka bir şey alma. 

Bir kabileye vardın mı, evlerine, çadırlarına 
gitmeden sularının başına in. Sonra sakin, vakur bir 
halde yanlarına var; onlara selâm ver; hâl hatır 
sormakta kusur etme; ondan sonra olanlara ey Allah 
kulları de; Allah'ın velîsi ve hâlifesi mallarınızdaki Allah 
hakkını almak için beni size yolladı; mallarınızda Allah 
velîsine vereceğiniz Allah hakkı var mı? Birisi yok derse 
sözünü tekrarlama. Sana hakkını verecek bulundu mu 
da onu korkutup ürkütmeden, ona karşı sert muamele 
etmeden, yolsuz davranmadan, zulmeylemeden 
onunla beraber git, altından, gümüşten ne verirse 
sana, onu al. 

Öküzü, davarı, devesi varsa, hayvanların bulunduğu 
yere sahibinin izniyle gir. Çünkü onların çoğu, sahibinin 
malıdır. Hayvanların bulunduğu yere şiddet göstererek, 
sert bir surette değil, sahibinin izniyle gir. Ne hayvanları 
ürküt, ne sahiplerini korkut. Onları ikiye ayır, sahibin 



hangi bölüğü isterse almasına müsâade et. Geri kalanı 
da ikiye böl, gene onu, hangi payı almak isterse alsın, 
muhayyer bırak. Seçtiği, almak istediği hayvanlara 
dokunma. Böylece bole bole Allah'ın hakkı olan o 
hakka ulaşan payı ondan al. Bu taksîmi bozmanı 
isterse kabul et; onları birbirlerine karıştır. Önce 
yaptığın gibi ayırmaya başla; Allah'ın hakkını alıncaya 
dek, bu muameleye devam et. 

Kocalmış, yaşlı, arık, âzası kırık, hasta, ayıplı ve bir 
gözü kör hayvanı alma. Bu işe birisini memur edecek 
olursan dininden emin olduğun, Müslümanların 
mallarını alırken onlara yumuşak ve iyi muamelede 
bulunacak kişiyi seç. Böylece Allah malını Allah 
velisine ulaştır; o da bunları, Müslümanlara 
bölüştürsün. Bu işe, öğüt veren, esirgeyen, emin olan, 
koruyan kişiyi memur et. Sert davranan, zarar veren, 
Müslümanları yoran kişiyi memur etme. Sonra 
topladığın malı bize yolla; biz de Allah nasıl emrettiyse 
öyle hareket edelim. 

Emin olduğun kişi onları toplayacaksa, tenbih et, 
dişi deveyi, sütüne tamah ederek almasın; yavrusuna 
zarar vermiş olur. Bir de ona binerek yormasın onu. 
Binmekte, sütlerini sağmakta adalete riâyet etsin; 
getirirken yorulanları dinlendirsin, ayağı sürçen, 
yürümekte güçlük çeken hayvanları yavaş sürsün. 
Hayvanları suya rastladıkça sulasın, otlak yerlerde 
onları suvarıp yaysın. Böylece de size semiz, 
yorulmamış, sağlam hayvanlar getirsin de onları 
Allah'ın emrine, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun 
Peygamberinin sünnetine göre Müslümanlara 
bölüştürelim, gereken işlere kullanalım. Bu, Allah'ın 



izniyle ecir ve sevap bakımından daha büyük, doğru iş 
işlemene daha yakın bir harekettir. 



•k Jc ic 



26 



(Bu da zekât toplayan memurlara:) 



Bu işe memur olanın gizli olarak yaptığı, halktan 
gizlediği işlerde de, Allah o işlere tanık olduğu, onun 
her şeyini bildiği için ondan çekinmesini emrederim. 
Görünürde Allah'a itaat eder gibi işlerde bulunanın, 
gizli olarak ona aykırı harekette bulunmamasını 
buyururum. Gizli yaptığı işler açıkça yaptıklarına denk 
olan, işi sözüne uyan kişidir ki; emaneti edâ etmiştir, 
kullukta ihlâsa ermiştir. 

Halkı horlamamasını, incitmemesini, sözlerini 
reddetmemesini, memur olduğu iş yüzünden kendisini 
onlardan üstün görmemesini dilerim. Çünkü onlar da 
din kardeşleri-mizdir, hakları vermekteyse, 
yardımcılarımız. 

Bu zekâtta senin de farz olan bir hakkın var; belli 
bir payın var; bu malda, yok yoksul kişilerden, yokluğa 
düşmüş zayıf adamlardan ortakların var. Biz senin 
hakkını tam olarak sana vermekteyiz; sen de tam 
olarak onların haklarını vermelisiniz. Bunu yapmazsan, 



kıyamet gününde insanlardan pek çok düşmanın olur. 
Ne kötüdür o kişi ki Allah katında düşmanları yok 
yoksul kişiler, borçlular ve yolda kalanlar olsun. 

Emaneti hor gören, hıyanete koyulan, kendini ve 
dînini bu kötü sıfatlardan arıtmayan bilsin ki dünyâda 
kendini hor hakir etmiştir, rezil rüsva olmuştur. 
Âhiretteyse daha da hor hakirdir, daha da rezil rüsva. 
Hıyanetin en büyüğü, ümmete hıyanet etmek, hîlenin 

en kötüsü, imâma hîle düzmektir vesselam. 

* * * 



19 



(Bâzı valilerine emîr-nâmeleri:) 



(Hamd ü sena ve salât ü selâmdan) Sonra, 
hükmünün altında bulunan köylüler, ekincilere sert 
davranman, katı muamelede bulunman, onları hor 
görmen, onlara cefâ etmen dolayısıyla şikâyet ettiler 
senden. Araştırdım, gördüm ki müşrik olmaları 
yüzünden onlar, kendine yaklaştırılmaya, onlarla 
düşülüp kalkılmaya ehil değillerse de İslâm'ın 
amânında 245 olduklarından dolayı da uzaklaştırılıp, hor 
tutulmaları, cevr-ü cefâ ile idare edilmeleri de doğru 
olamaz. Allah izin verirse onları bir yanı şiddetle 
dokunmuş olan yumuşaklık örtüsüyle ört. Onlara o 
çeşit bir elbise giydir; icâb eder, sert davranırsan, bir 
yandan da esirge onları, lütfet onlara; kimi vakit 
kendine yaklaştır onları, kimi vakit uzaklaştır 
kendinden onları; böylece idare et onları. 



245 - İslâm ülkesinde bulunan ve devlete vergi veren, 
aleyhte çalışmayan Kitap ehli amandadır. Hazreti Rasûl-i 
Ekrem (s.a.a) "Kim İslâm'ın amânında olan bir zimmiyi 
incitirse, onun düşmanı ben olurum; kime düşman olursam, 
kıyamette de düşman olurum ona", buyurmuşlardır (Cami, 2, s. 
140). 



•k ic ic 



40 



(Bâzı valilerine:) 



(Hamd ü sena ve saiât ü selâmdan) Sonra, senin 
bâzı işler yaptığını haber verdiler; bunları yaptıysan, 
Rabbini gazaba getirdin; İmamına isyan ettin; sana 
emanet edilene hıyanette bulundun demektir. Bana 
haber verdiler ki yeryüzünün derisini yüzmüşsün. 
Ayaklarının bastığı yerin altında ne bulduysan almışsın; 
ellerine ne geçtiyse yemişsin. 

Hesabını hemen bana bildir ve bil ki Allah'ın 

sorusu, insanların sorusundan pek çetindir. 246 

* * * 



246- Yazdıkları kişinin kim olduğu tasrih edilmemiştir. 



51 



(Haraç memurlarına emirleri:) 



Allah'ın kulu, Mü'minlerin emiri Ali'den haraç 
memurlarına: 

Kim, kendisine er geç gelip çatacak olan soru 
gününden çekinmezse, kendisine o gün koruyacak şeyi 
önceden hazırlamaz. Bilin ki size yüklenen vazife 
kolaydır, güçlüğü yoktur; fakat ecri büyüktür, cevâbı 
çoktur. Tutalım Allah'ın nehyettiği suçun düşmanlığın, 
kötülüğün sorusu, azabı olmasın; ondan çekinmekte 
öylesine sevap vardır ki, onu elde etmeye 
çalışmamakta bir özrümüz olamaz; onu yitirmekten 
daha büyük bir musibet de bulunamaz. 

İnsanlara insafla muamele edin; ihtiyaçları olan 
şeyleri almayın, dayanın, çünkü siz halkın hazine 
memurlarısınız, o hazineyi koruyanlarsınız; ümmetin 
vekillerisiniz, imâmın elçilerisiniz. 

Bir işe koyulanı, işinden alıkoymayın; onu arayıp 
elde etmesine engel olmayın; haraç hususunda kışın, 
yazın giyecekleri şeyleri satmaya kalkışmayın; 
kendilerine gereken şeyleri taşıdıkları hayvanlara, iş 
gördürdükleri kişilere dokunmayın. Bir pul için bile 
onları dövmeyin; namaz kılan Müslümanların, yahut 



Müslümanların amânında bulunan Kitap ehlinin 
mallarına el atmayın. Yalnız İslâm ehline karşı 
kullandıkları sabit olan atlarına, yahut silahlarına el 
koyun; çünkü onları İslâm düşmanlarının ellerine 
vermek, onlara kuvvet temin etmek elbette caiz olmaz 
ve bu, akla da, şer'a da uymaz. 

Allah yolunda size ne gerekse yerine getirin, çünkü 
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah lütfetmiştir de 
bizim ve sizin bu çalışmamıza karşılık ona 
şükretmemize imkân vermiştir; gücümüz yettikçe, 
emirlerine uyup yardımda bulunmamıza fırsat ihsan 
eylemiştir; güç kuvvetse ancak Allah'ındır. 



•k ic ic 



50 



(Sınırları silahlarıyla koruyan kumandanlara:) 



Allah'ın kulu, Mü'minlerin emiri Ali'den sınırları 
silahlarıyla koruyan kumandanlara: 

(Allah'a hamd ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât ü 
selâmdan) Sonar, emire gereken şey, ulaştığı 
üstünlüğe güvenip, elde ettiği yüceliğe dayanıp, hâlini, 
sânını değiştirmemesi, Alâh'ın ona ihsan ettiği nimeti 
kullarına vererek onları kendisine yaklaştırması, 
ısındırması, din kardeşlerine lütuflarda bulunmasıdır. 



Bilin ki sizden, ancak savaş halinde gizlemem 
gereken bâzı şeylerden başka hiçbir şey 
gizlememekteyim. Şer'i hükümlerden başka hiçbir 
şeyde sizinle danışmaktan uzaklaşmadım, 
çekinmedim. Uygun ve doğru bulduğum, icra ettiğim, 
gerçek olarak tanıyıp yerine getirdiğim şeyden başka, 
her şeyde hak bakımından siz benim katımda 
denksiniz, eşitsiniz. 

Bunları da yaparsam bu, Allah için bir nimettir size; 
sizden gereken şey de itaat etmektir bana. 
Buyruğumdan çıkıp geri kalmayın; uygun gördüğünüz 
şeyleri yapmaktan kaçınmayın; gerçek uğruna 
zahmetlere katlanın, sıkıntılara dayanın. 

Bu hususta doğru hareket etmezseniz, bence, 
sizden eğrilen, doğruluktan sapan kişiden daha aşağı 
kişi bulunamaz; ona ceza vermemem de mümkün 
olamaz; o da benden kurtuluş yolunu bulup kaçamaz, 
kaçınamaz. 

Bu emrileri buyruk verenden duydun, kabul edin; 
önce siz, bunlara itaat edin ki Allah da sizi düzene 
soksun, işlerinizi onarsın, düzüp koşsun. 



•k ic ic 



42 



(Bahreyn valisi Ömer b. Ebi-Selmet'îl Mahzûmi'yi 
azledip yerine, Nu'mân b. Aclân'iz-Zurakıy'yı tayini 
üzerine Ömer'e yazdıkları mektup:) 



(Hamd ü sena salât ü selâmdan) Sonra, Bahreyn'e 
Nu'mân b. Aclân'iz-Zurakıy'yi tayin ettim ve valiliği, seni 
kınamaksızın, suçlu bulmaksızın senden aldım. Vilâyeti 
iyi idare ettin, emaneti edâ eyledin. Bana karşı bir 
şüpheye düşmeden seni kınayacağımı ummadan 
töhmet altına alınacağını, suçlu sayılacağını sanmadan 
hemen yanıma gel. Şam zâlimlerine hareket etmek 
üzereyim; senin de benimle bulunmanı istiyorum. 
Çünkü sen, düşmanla savaşta, Allah izin verirse bana 
arka olacaklardansın, din direğini dikeceklerdensin. 247 



247 - Ömer b. Ebi-Selmet'il-Mahzûmî, ashaptandır. Ebi- 
Selme, Hazreti Rasûlullâh'ın sallallahu aleyhi ve âlihi 
vesselem, zevceleri cenâb-ı Ümmüseleme radıyAllahu anhâ ve 
ırdâhâ'nın oğulları bulunması dolaysıyla Hazreti Rasûl'ün üvey 
oğulları sayılırlar. Hicretin ikinci yılı Habeşe diyarında 
doğmuştur. Hz. Rasûl'ün (s.a.a), vefatlarında dokuz yaşın-daydı. 
Cemel savaşında Hazreti Emir'in (a.s), maiyetinde 
bulunmuşlar, Bahreyn'de valilik hizmetinden sonra Nu'mân b. 
Aclân'ın Bahreyn'e tayini üzerine Hazrete iltihak etmişler, Sıffin 



46 



(Bâzı valilerine:) 



(Allah'a hümd ü sena, Rasûlün'e salât ü selâmdan) 
Sonra sen, kendilerine dayanarak dîni yücelttiğim, 
suçludan ululanmayı giderdiğim, korkularla dolu 
sınırları tuttuğum kişilerdensin. Seni düşündüren her 
işte Allah'tan yardım iste. Halkla muamelede çetin 
oluşuna biraz da yumuşaklık kat; yumuşak davranman 
gerektiği zaman yumuşaklıkla o işte dayan. Ama sert 
olan gereken yerlerde de sert davran. 

Halka kanatlarını ger; yüzün güleç olsun, onlara iyi 
muamelede bulun; bakışta , görüşte, işarette, selâmda 
bile onları bir tut; tâ ki büyükler senin onlara 
meyledeceğini ummasınlar; zayıflar, adaletinden ümit 

kesmesinler vesselam. 

* * * 



savaşına katılmışlardı. Abdülmelik zamanında hicretin seksen 
üçüncü yılında Medine'de vefat etmişlerdir (Tenkıyh, 2, s.340). 

Nu'mân b. Aclân, Ansârın Zurayk boyundandır. Gayet fasihti. 
Şiirleri vardır, bir kasidesinde Hazreti Emir'in (a.s) bırakılıp 
Ebubekir'in hilâfete nasbedilmesini kınar. Kendine "Lisân'ül- 
Ansâr" denirdi. Üsd'ül-Gaabe ve İbn-i Ebi'l-Hadid Şerhi bu 
kasidenin bâzı beyitlerini zikreder (aynı, 3, s. 273). 



60 



(Ordunun geçeceği yerlerdeki valilere ve 
malmemurlarına:) 



(Hamd ü sena ve salât ü selâmdan) Sonra bilin ki 
Allah dilerse hükmünüz altında bulunan yerlerden 
geçecek olan orduyu gönderiyorum; halka eziyet 
etmemeleri, kötülükte bulunmamaları hakkında 
Allah'ın onlara vacip ettiği şeyleri tavsiye ettim; artık 
ben, onlardan sorumlu olamam; sizin idarenize 
bıraktım onları; ancak açlık dolayısıyla askerden zor 
durumda kalanlar, doyacakları kadar bir şey yerlerse 
bu, caiz görülebilir. Onların, halkın malına el uzatarak 
zulümde bulunmalarına, idareniz altında bulunan kötü 
kişilerin de, dediğim zorluk müstesna, askere karşı 
durmalarına engel olun; ben de ordunun içindeyim. 
Arkadan ben de gelmekteyim. Ordudan bir zulüm, bir 
haksızlık görürseniz onları idarede acze düşer, 
Allah'tan ve benden başkasının yardımından ümit 
keserseniz bana şikâyette bulunun, Allah dilerse, onun 

yardımıyla buna ben engel olurum. 

* * * 



43 



(Adeşir-i Hurre'de valileri bulunan Maskala b. 
Hubayra'ya mektupları:) 



Yaptıysan Allah'ın gazabını üstüne alacağın, 
İmamını kızdıracağın bâzı şeyleri haber verdiler bana. 
Müslümanların, oklarıyla, atlarıyla elde ettikleri, elde 
ederlerken de kanlarını döktükleri, canlarını verdikleri 
malı, toplumundan istediklerine payetmişsin. Andolsun 
tohumu yarıp bitiren, insanı halkedip geliştiren Allah'a 
ki bu gerçekse benim katımda aşağılık biri kesilirsin, 
bence tartıda pek hafif gelirsin. Rabbinin hakkını hor 
görme, dinini yok ederek dünyânı düzene sokmaya 
kalkışma; sonra yaptığın işlerde en fazla ziyan 
edenlerden olunsun. 

Bilin ki bu malda, senin yanında bulunan 
Müslümanların da hakkı var, benim yanımda 
bulunanların da. Hepsi de eşittir bu malın 
payedilişinde. Herkes su içmek için bana gelir, suya 

kanıp gider. 248 

* * * 



76 



248 - Maskala için 1. kısmın beşinci bölümünde 88. 
hitabenin notuna bakınız. 



(Abdullah b. Abbas'ı Basra'ya vali tayin ettikleri 
zaman ona buyurdular ki.) 



İnsanları, yüzünle, meclisinle, hükmünle ferahlat, 
hoşnut et. Öfkeden sakın; çünkü öfke Şeytanın insanı 
aldatmak için iğvâ ettiği kötü bir şeydir. Bil ki seni 
Allah'a yaklaştıran herşey, ateşten uzaklaştırır; 
Allah'tan uzaklaştıran her şey de seni ateşe yaklaştırır. 



•k Jc Jc 



58 



(Sıffîn olaylarını şehirlere bildiren mektup:) 



İlk olarak Şamlılarla buluştuğumuz zaman hâlimiz 
şuydu: Görünüşte Rabbimiz birdi, Peygamberimiz birdi, 
İslâm'a çağırmamız aynıydı. Biz onların Allah'a daha 
fazla inanmalarını, Rasûlünü daha gerçek olarak 
tasdik etmelerini istemediğimiz gibi onlar da bizden 
böyle bir şey istemiyorlardı. Bu hususta da hâlimiz 
birdi, aynıydı; ancak Osman'ın kanı hususunda 
ayrılığımız vardı; oysa bizim o kanda dahlimiz yoktu. 

Gelin dedik, bugün çâresini bulamadığımız şu işi 
bırakalım; fitne ateşini söndürelim; halkı yatıştıralım; iş 
kuvvetlenince, halk bir olunca hak neyse ona uyalım. 
Hayır dediler, biz inat ediyoruz, bu işi başarmaya karar 
verdik. Davetimizden kaçındılar, savaş başladı, ateşi 
yadı, yalımlandı; tandır kızdı. Savaş, bize de dişlerini 
gösterdi, onlara da; pençesini attı; o zaman önce 
çağırdığımıza uydular; biz de icabet ettik; isteklerine 
uyduk; dileklerini yerine getirdik, buna çalıştık. Deliller 
göründü onlara; özür getirmeleri bitti. Kim bu kararda 
durursa Allah onu helak olmaktan kurtarır; kim 
inadında ısrar ederse Allah onun kalbini perdesiyle 



örtmüş demektir, 249 kötülük değirmeni onun 
başucunda döner, dolanır. 



•k Jc ic 



59 



(Fars eyâletlerinden Halvan valisi Esved b. 
Katiba'ya gönderdikleri mektup:) 



Valinin herkese karşı dileği aynı olmazsa bu, çok 
şeyde onu adalete riâyetten men eder; bundan dolayı 
halkın her işi senin katında eşit olsun; çünkü cevirle, 
zulümle adalete ulaşmanın yolu yoktur. Beğenmediğin, 
hoşlanmadığın şeyden, onun benzerlerinden kendini 
çek, sakın. Sevabını dileyerek, azabından korkarak 
Allah'ın farz ettiği şeyleri yapmaya nefsini bezlet. 

Bil ki dünyâ belâ yurdudur; insan dünyâda bir an 
bile kendisini mihnetten sağ esen bulursa bu an 
kıyamet gününde ona hasret olur, nedamet olur. Bil ki 
hiçbir şey ebedi olarak haktan seni çekemez; hiçbir şey 



249 - 2. surenin (Bakara) 6-7. âyet-i kerimelerinde kâfir 
olanların küfürleri yüzünden kalplerinin, kulaklarının 
mühürlendiği, gözlerinde perde bulunduğu bildirilmektedir. 45. 
sûre-i celilenin 23. âyet-i kerimesinde de kendi dileğini mâbud 
edinenin, bu yüzden, bildiği halde sapıklığa düştüğü, kulağına 
kalbine mühür vurulduğu, gözlerine perde çekildiği beyan 
buyrulmaktadır. 



de hakkın yerini tutamaz. Sana vacip olan hakları 
korumaya bak, nefsini koru; halkın işlerine adamakıllı 
bak; çünkü bu hususta elde edeceğin fayda, senin 
vâsıtanla halkın elde edeceği faydadan da üstündür. 



•k Jc Jc 



27 



(Muhammet b. Ebi-bekr'i Mısır'a vali tayin ettikleri 
zaman ona verdikleri emin) 



Onların üstlerine kanatlarını ger; onlara iyi 
muamelede bulun; yüzün güleç olsun. Bakışta da, 
görüşte de bir tut onları; böylece büyükler kendilerine 
meylettiğini sanmasınlar; zayıflar adaletinden meyus 
olmasınlar. Çünkü Allah yaptıklarınızın küçüklerini, 
önemsizlerini de soracaktır; büyüklerini, önemlilerini 
de, gizli yaptıklarınızı da soracaktır, aşikar olarak 
işlediklerinizi de. Azaba uğrarsanız, sizsiniz kendinize 
fazlasıyla zulmeden; bağışlarsa odur fazlasıyla 
lütfeden. 

Bilin Allah kulları, Allah'tan çekinenler hem gelip 
geçiveren dünyânın faydalarını elde ederek gittiler; 
hem bir zaman sonra gelecek âhiretin faydalarını. 
Dünyâ ehli ahiretlerinde onlarla ortak olmadı; fakat 
âhiretlerinde de bir ortaklık kurmadı. Onlar dünyâda 



konakladılar en güzel bir konaklayışla; dünyâ 
nimetlerini yediler, en güzel bir yiyişle. Dünyâdan 
dünyâ nimetlerini yediler, en güzel bir yiyişle. 
Dünyâdan dünyâ nimetlerine erenler gibi nasiplerini 
aldılar; kendilerini beğenenler, ululananlar gibi 
nasiplerine erdiler; sonra da âhiret azığıyla varacakları 
yere vardılar, en kârlı kazancı elde ettiler. 
Dünyâlarından, şüpheli şeylerden çekinmenin tadını 
aldılar; gerçekten de âhirette Allah komşuları 
olacaklarını bildiler. Duaları reddedilmez onların; 
nasipleri azalmaz onların. 

Allah kullar, ölümden, onun yakınlaşmasından 
sakının; ölüm için uzak hazırlamaya yuvanın. Çünkü o 
büyük bir işle gelip çatmada, ulu bir olayla varıp 
gelmede. Bir hayırla geliyor ki onunla hiç mi hiç şer 
beraber olamaz; yahut bir şerle çatışıyor ki onunla hiç 
mi hiç hayır bulunamaz. Cennette, cennet için iş 
yapandan daha yakın kim var; cehenneme cehennem 
için iş işleyenden daha yakın kim var? 

Siz peşlerine ölüm düşmüş avlarsınız. Ona 
tutulmak için oturup sinseniz gene sizi tutar; ondan 
kurtulmak için kaçsanız, koşar, sizi yakalar. O size, 
gölgenizden de yakındır. Ölüm, karşınıza çıkar, 
perçeminizden tutar, dünyâ ise ardınızdan dürülür 
gider. 

Sakının o ateşten ki dibi derindir; ateşi çetindir 
azabı yenilenir durur. Bir yurttur ki orda acınmak yok; 
feryat duyulmaz; mihneti eksilmez. Allah'tan 
korkmanızın pekişmesini, daha da artmasını isterseniz, 
buna gücünüz yeterse, Allah'a iyi bir zanda bulunun. 
Korkuyla ümîdin arasını birleştirin; çünkü kulun 



Rabbine ümîdi korkusu miktârıncadır; Allah'tan en 
güzel tarzda lütuflar ümit eden, Allah'tan en fazla 
korkandır. 

Ey Ebâbekroğlu Muhammed, seni bence en fazla 
askerimin bulunduğu şehre, Mısır'a vali tâyîn ettim. 
Mısır halkına buyruk yürütmeye memur ettim seni; bu 
bakımdan nefsine en şiddetli bir tarzda karşı durman, 
dînine sarılman, ömründen bir an bile kalmış olsa 
bunlara dikkat etmen gerek. Halkından birisini razı 
etmek için Allah'ın gazabına uğramamaya bak; çünkü 
Allah'tan başka sığınacağın olmadığı gibi, onu razı 
ettikten sonra da çekineceğin kimse yok. 

Namazı vaktinde kıldır, işin yoksa vaktinden evvel 
kıldırmaya, işin varsa vaktini geçirmeye kalkışma. Bil 
ki yaptığın, yapacağın her şey namazına bağlıdır. 

(Aynı emir-nâmedenO 

Bil ki hidâyete götüren imamla, kötülüğe sevk 
eden, ümmeti helak eyleyen imam, Peygamber'in 
dostuyla Peygamber'in düşmanı bir değildir. Allah'ın 
salâtı o'na ve soyuna olsun Rasûlullah buyurmuştur ki: 

Ben ümmetim için ne müminden korkarım, ne 
müşrikten. 250 Çünkü mümini Allah, imanı yüzünden 
kötü-lükten sorur; müşriki de şirki yüzünden kahreder. 
Fakat ümmetimi, gönlü nifakla dolu, dili sözler yapar, 
bilgili bir dille konuşur, diliyle doğru söyler, iyiliği 



250 - Cenab-ı Rasûl-i zişan (s.a.a) âlemlere rahmet olarak 
gönderildikleri için her mükellef onun dâvetine uymakla 
memurdur ve herkes, gönderildikleri andan itibaren onun 
"ümmet-i dâvef'idir. Ancak davete icabet edenler, "ümmet-i 
icâbef'tendir. 



emreder, hareketiyle kötülükte bulunur, kötülük eder 
kişinin, münâfıkın azdırmasından korkarım. 251 



•k Jc ic 



62 



(Mısır'a Mâlik'ül-Eşter'i vali tayin buyurdukları 
zaman Mısırlılara gönderdikleri mektup:) 



(Hamd ü sena ve salât ü selâmdan) Sonra 
gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, 
Muhammed'i âlemlere korkutucu, peygamberlere 
tanık olarak gönderdi; Allah'ın salâtı ona ve soyuna 
olsun. O göçünce Müslümanlar hilâfet hususunda 
ayrılığa düştüler. Birbirleriyle çekiştiler. Andolsun 
Allah'a ki Arabın, bu işi, Peygamber'den sonra 
Ehlibeytinden alacağını, benim halifeliğime engel 
olacağını hatırıma bile getirmedim. Fakat bir de 
baktım, gördüm ki halk, filân kişiye biat etmekte; elimi 
çektim; sonunda insanların dinden döndüklerini, 
Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'in 



251 - "Ümmetim için en fazla korktuğum, dili söz bilen, 
bütün münafıklardır" Cami, 1, s. 11). 

Muhammed b. Ebi-bekr (r.a) için birinci kısmın 107. 
hitabesinin notuna bakınız. 



dînini iptale kalkıştıklarını, halkı buna çağırdıklarını 
görünceye dek dayandım. Fakat bu işe giriştikleri 
zaman, İslâm'a yardım etmezsem onda bir gedik 
açılacağından, onun yıkılacağından korktum; çünkü bu 
musibet bana, az bir gün sürecek, sonra serap gibi yitip 
gidecek, yahut bulut gibi dağılıp yitecek olan hilâfetten, 
size emir olmaktan mahrum kalmaktan da daha 
büyük olacaktı. Bu olaylar sırasında kalktım, işe 
giriştim; sonunda batıl yok olup gitti, din, olduğu gibi 
karar etti. 

(Bu mektuptan:) 

Vallahi onlarla tek başıma kalsam, onlarsa bütün 
yeryüzünü kaplasalar, gene de aldırış etmem, gene de 
korkmam. Can gözümle görmekteyim; Rabbimin ihsan 
ettiği şüphesiz bir inançla bilmekteyim ki onlar 
daldıkları sapıklıktalar, bense hidâyet yolundayım. Ben 
Allah'a kavuşmayı özlemekteyim; onun güzelim 
sevabını beklemekteyim, ummaktayım. Ancak beni 
hayıflandıran şu ümmetin başına aklı noksan olan kötü 
kişilerin, zâlim ve günahkârlarının musallat olmaları, 
Allah'ın malını elden ele aktarmaları, Allah kullarını 
köle yapmaları, temiz ve iyi kişileriyle savaşmaları, 
suçlularınıysa kendilerine yardımcı etmeleri, onlara 
dayanmalarıdır. Onların içinden sizin aranızda, 
gözlerinizin önünde haram olan şeyi içen ve İslâm 
hükmünce dayak yiyen var, onların içinde, mala mülke 
sahip olmadıkça İslâm'a gelmeyen var. Bunlar, bu 
hâller olmasaydı sizi bu kadar zorlamazdım, 
toplanmanızı bu derece istemezdim. Bu kadar 
uğraşmazdım sizinle; vazgeçtiniz, gevşeklik gösterdiniz 
mi bırakıverirdim sizi. 



Görmüyor musunuz ki çevreniz kuşatılmakta; 
memleketiniz alınmakta, ülkeniz zaptedilmekte, 
şehirleriniz elinizden çıkmakta. Allah sizlere acısın; 
düşmanınızla savaşa çıkın, yurtlarınızda oturup 
kalmayın, aksi hâlde horluğa düşersiniz, alçalırsınız, 
nasîbiniz daha da aşağı olur, perperişan kalırsınız. 
Çünkü savaşan kişi uyanık durur, uyuyana gelince, su 
uyur, düşman uyumaz vesselam. 252 



252 - Mâlik b. Hâris'il Eşter'in Nahaî, asahâb-ı kiramdan ve 
eşyâ-ı Murtazaviyye'dendir. Şecaati, fasâheti, tabiât-i şâirânesi 
olan ve Emir'ül-Mü'minin'e (a.s), şiddetle ve ihlâsla bağlı 
bulunan Mâlik, Osman'ın aleyhine kıyam edenlerdendir. 
Medine'ye gelirken Rebeze'den bir kadının, yolda, Ey Allah 
kulları, bu Rasûlullah'ın (s.a.a), sahâbisi Ebû-Zerr'dir, Rabbine 
ulaştı; bana yardım edin, davetime icabette bulunun dediğini 
duyup yanındakilerle Ebuzerr'in cenazesini gasl, teçhiz ve 
tekfin etmiştir, Ebuzerr (r.a) vefat ederken zevcesine, 
Rasûlullah bana haber verdi, ben gurbette öleceğim, fakat 
ümmetinden sâlih kişiler beni gasledecekler, namazımı 
kılacaklar, defnedecekler; ben vefat edince yola çık, otur; 
mutlaka gelecekler var, onlara haber ver buyurmuştu. Mâlik, 
Ebuzerr'in namazını kıldırmış, sonra da Allah'ım, bu, 
Rasûlullah'ın sahâbîsi Ebûzerr'dir, sana kulluk edenlerden bir 
kulundur; senin yolunda müşriklerle savaşmıştır; dinini tebdil 
ve tağyîr etmemiştir, ancak yapılmaması gereken, yapılması 
hoş olmayan şeyleri görmüş, diliyle, gönlüyle karşı durmuş, bu 
yüzden cefâlara uğramış, sürülmüş, horlanmıştır; yapayalnız, 
garip olarak vefat etmiştir; Allah'ım ona bunları reva 
görenlerden, Rasûlü'nün hareminden onu sürenlerden sen 
öcünü al demiş, herkes bu duaya âmin-hân olmuştu. Hazreti 
Emir (a.s) onu Mısır'a vali tayin buyurmuşlardı. Giderlerken 
Muâviye, Osman'ın kalesi Nâfi'i göndermiş. Nâfi, Eşter'le dost 
olmuş, emniyetini kazanmış, Süveyş yakınlarında Kulzüm 



38 



(Mâlik'ül-Eşter'i Mısır'a vali tayin buyurdukları vakit 
Mısırlılara gönderdikleri mektup:) 



Allah'ın kulu Emir'ul Müminin Ali'den; yarattığı 
yeryüzünde isyan edildiği, hak giderildiği, zulüm 

denen yerde ona zehirli balla karışık süt içirerek şehâdetine 
sebep olmuştu. Şehâdet haberi Muâviye'ye ulaşınca, "Allah'ın 
orduları var, bal da onlardan" diye sevinmiş, mescide gidip 
minbere çıkarak Ali'nin iki kolu vardı; sağ kolunu Sıffin'de 
kestim, o, Ammâr'dı; şimdi de sol kolu olan Eşter'i kestim diye 
övünmüştü. Hazreti Emir, Mâlik'in şehâdetini duyunca pek 
müteessir olmuşlar, ben Rasûlullah'a ne menzilede, ne 
mertebede idiysem Mâlik de bana o menziledeydi, o 
mertebedeydi buyurmuşlardı. Şehâdetleri hicretin otuz 
sekizinci yılındadır (Tenkıyh, 2, s.48-49; Sefinet-ül-Bihâr, c.l, 
s.684-688). 

Haram olan şeyi içen, İslâm hükmünce dayak yiyen, Ebû- 
Süfyân'ın oğlu Utbe'dir; Tâif'te Abdullah oğlu Hâlid, ona had 
vurdurmuş, şer'i hükme göre seksen sopa vurdurarak onu 
dövdürmüştür (M. Abduh, 3, s. not. 3). Velid b. Utbe de had 
vurulanlardandır diyenler vardır (Kazvini, 4, s. 21). Mala, mülke 
sahip olmadıkça İslâm'a gelmeyenlerle, Mü'ellef'ül-Kulûb 
kastedilmektedir ki Ebû-Süfyan ve oğlu Muâviye de 
bunlardandır (Kazvini, s. 21). 



çadırının, iyinin de, kötünün de, oturanın da, yolculuk 
edenin de başı üstüne dikilip kurulduğu, iyilikle 
ferahlanmaya, kötülükten çekinmeye imkân kalmadığı 
bir çağda Allah için öfkelenen topluma. 

Size Allah kullarından öyle bir kul gönderiyorum ki; 
korku günlerinde uyumaz, ürküntü çağlarında ihtiyatı 
elden koymaz, kötülük edenlere ateşten de çetindir: O 
da Muzhac boyundan Haris oğlu Mâlik'tir. Gerçeğe 
uyan sözlerini dinleyin; emirlerine uyun; çünkü o, Allah 
kılıçlarından bir kılıçtır ki yüzü, hiç mi hiç gedilmez, 
nereye vurursa keser, hatâ etmez. 

Size gidin, dağılırı diye emir verirse gidin, dağılırı; 
durun, dayanın diye emir verirse durun, dayanın. Çünkü 
o, gereken şeyden ne bir adım ileri atar, ne de bir adım 
geri kalır, gereken işi ne geciktirir, ne o iş için iver; 
ancak ne yaparsa benim emrimle yapar. Sizin faydanız 
için, ona ihtiyâcım olduğu halde seçtim, size yolladım 
onu; o size öğüt verir, düşmanınıza karşı da çetindir; bu 

yüzden gönderdim onu. 

* * * 



53 



Mâlik'ül-Eşter'i Mısır'a vali tayin buyurdukları vakit 
ona yazdıkları Ahit Nâme 



Rahman ve Rahim Allah adıyla. 

Bu, Allah'ın kulu Emir'ül-Müminin Ali'nin, vergisini 
toplamak, düşmanlarıyla savaşmak, halkını düzene 
sokmak, şehirlerini onarmak için Hâris'ül-Eşteroğlu 
Mâlik'i Mısır'a vali tayin ettiği zaman ona verdiği emir- 
namedir. 

Ona, Allah'tan çekinmesini, kullukta bulunmayı 
seçmesini, kitabında, farzlarına, sünnetlerine dâir 
emredilenleri yerine getirmesini buyurur; çünkü hiçbir 
kişi yoktur ki Allah'ın emrettiği şeylere uymasın da 
kutlu olsun, mutluluk bulsun; onlara uymayan da 
yoktur ki âsî olmasın, kötülüğe düşmesin. Noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah kalbiyle, eliyle, diliyle 
yardım etmesini buyurur; çünkü adı ululandıkça 
ululansın. Allah dînine yardım edene yardım edeceğini, 
onu üstün tutana üstünlük vereceğini vaad etmiştir. 253 
İsteklere düşünce nefsiyle savaşmasını, onun 
serkeşliğini giderip zaptetmesini emreder; çünkü 
"nefis, gerçekten de kötülüğü pek emredicidir. Ancak 
Allah'ın acıdığı kişi kurtulur ondan." (Yûsuf, 53). 



253 - "Ey inananlar, siz yardım ederseniz Allah'a, o da 
yardım eder size ve ayaklarınızı diretir; size sebat verir." (47, 
7). Allah'a yardımdan maksat; Allah dinine, yâni İslâm'a 
sarılmak, emirlerini tutmak ve düşmanlarla savaşmaktır. 
Nitekim bu âyet-i kerîmeden sonraki âyetlerde kâfir olanların 
yaptıkları kötülüğün kendilerine zarar vereceği, çabalarının 
boşa çıkacağı, yeryüzünde, kendilerinden önceki kâfirlerin de 
Allah tarafından yok edildikleri, Allah'ın inananlara yardımcı 
olduğu, kâfirlereyse bir yardımcı bulunmadığı bildirilerek bu, 
teyid edilmektedir (8-11). 



Sonra şunu bil ki ey Mâlik, seni öyle bir yere 
yollamaktayım ki senden önce oradan adaletle 
hükmeden, zulümle hüküm yürüten nice devletler gelip 
geçmiştir. Sen kendinden önceki buyruk sahiplerinin 
yaptıklarını nasıl görüyor, seyrediyorsan halk da senin 
yaptığın işleri, senin gibi görecek, seyredecek. Sen 
onlar hakkında neler diyorsan halk da senin hakkında 
o çeşit sözler söyleyecek. Allah kullarının dillerine neler 
ilham eder de onları söyletirse, temiz kişiler, o sözlerle 
gerçeği anlarlar, hükümde bulunurlar. 

Kendine temiz işleri zahire edin, en fazla sevdiğin 
azık, sence bu olsun. Hevâ ve hevesine hâkim ol, sana 
helâl olmayan şeyleri yapma; nefsini bunlara 
meylettirme; nefsini kötülükten alıkoymak, sevdiğin, 
yahut nefret ettiğin şeylerde ona hakim olmak, ona 
insafla muamelede bulun-maktır. Halka merhametle 
muameleyi kendine âdet et; onları sevmeyi, onlara 
lütfetmeyi huy edin. Onlara karşı yiyeceklerini, 
içeceklerini ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. 

Çünkü halk iki sınıftır: Bir kısmı dinde kardeştir 
sana, öbür kısmı yaratılışta eştir sana. 254 Onlar 



254 - Halkı umumî olarak iki sınıfa ayırmakta ve birinci 
sınıfın, 49. sure-i celilenin (Hucurât) 10. âyet-i kerimesinde 
bildirildiği gibi inananlar olup bunların din kardeşleri 
bulunduğunu, bildirmekte, ikinci sınıfınsa, yaratılışta bize eş ve 
denk olduğunu bildirerek inançta kardeş olmamakla beraber 
insanlık bakımından bize eş olanları, Kitap ehlini kasıt 
buyurmaktadırlar. Şu hâlde insanlık, umûmî ve eşit vasıf, 
imansa kardeşliği meydana getiren ve inananlara tahsis 
olunan vasıftır. Fakat her iki sınıfa karşı da adaletin 
yürütülmesi, bunların adalet bakımından ayırd edilemeyeceği 



sürçebilirler, kusur ederler; bilerek, yahut yanılarak 
ellerinden bâzı şeyler çıkabilir. Senin yaptıklarını 
Allah'ın bağışlamasını nasıl seviyor, istiyorsan sen de 
onları bağışla; kusurlarından geç. 255 Çünkü senin 
mevkiin onlardan üstür; seni bu işe memur edenin 
mevkii senin mevkiiden üstün; Allah'sa vali tayin 
edenden de üstün; onların işlerini senin emrine vermiş, 
onlarla seni sınanmaya uğratmış, Allah'la savaşmaya 
kalkışma sakın; onun azabından kurtulmana çâre yok; 
bağışlamasına, merhametine aldırış etmememe de 
imkân yok. 

Halkın kusurlarını bağışlayınca nedamete düşme; 
onlara ceza verince de sevinme; seni yoldan çıkaracak 
öfkeye kapılıp ceza vermekte tez davranma. Ben 
onlara buyruk verenim, emrime uyulması gerek 
demeye kalkışma; çünkü bu gönle gurur verir; dini 
gevşetir, nimeti bozar gider. Gönlüne böyle bir düşünce 
geldi mi, gücünün, kuvvetinin üstünde olan Allah'ın 
gücünü, kuvvetini düşün, onun kudretine karşı aczini 
gör; bu, baş kaldıran, serkeşlik eden nefsini yatıştırır, 
kibrini, gururunu giderir, yitip giden aklını başına 
getirir. Sakın Allah'ın azametiyle boy ölçüşmeye, onun 
kudretine kendi gücünü kuvvetini benzetmeye girişme; 

anlatılmaktadır. 

255 - 24. sûrenin (Nûr) "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız 
akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere 
vermekten çekinmesinler, ve iyilik etmeyi terk etmesinler ve 
bağışlasınlar ve suçtan çekinsînler. Allah'ın sizi yarlıgamasını 
istemez misiniz? Ve Allah suçları örter, rahimdir" mealindeki 
âyet-i kerimesine işaret buyrulmaktadır.(22). 



çünkü Allah, her zorbayı hor-hakir eder; her baş çekeni, 
ululananı alçaltır gider. 256 

Allah'a karşı da insaflı ol, insanlara, ehline ayaline, 
adamlarından buyruğuna uyanlardan hoşlandıklarına 
karşı da insafla muamelede bulun; böyle yapmazsan 
bil ki zulmetmiş olursun. Allah kullarına zulmedenin 
düşmanıysa Allah'tır, Allah'la düşmanlığa girişenin 
delilini Allah batıl kılar, zulümden geçinceye, tövbe 
edinceye dek de o kişi Allah'la savaşmış olur. Allah'ın 
nimetlerini bozan, zail eden, azabının çarçabuk 
çatmasına sebep olan şeyler içinde zulümden daha 
güçlüsü yoktur. Çünkü Allah mazlumların dualarını 
duyar; zâlimlere de çağı gelince azabını yollar. 257 

Halkın valiye en ağır gelen sınıfı belâ çağında ona 
en az yardım eden, adaletten hoşlanmayan, 
isteklerinde direndikçe direnen, kendilerine ihsanda 
bulunulduğu zaman en az şükreden, ihsanda 



256 - "Peygamberler, fetih ve yardım istediler ve her inatçı 
cebbar mahrum olup gitti" âyet-i kerimesine işârttir (İbrahim, 
15). 

257 - "Böylece de suçlular istemeseler de gerçeği izhâr 
etmeyi ve batılın boşluğunu bildirmeyi murat etmedeydi. " 
(Enfâl, 8) "Yoksa bunu Allah'a isnâd ederek o uydurdu mu 
derler? Gerçekten de Allah dilerse gönlünü mühürler senin ve 
Allah, batılı mahveder, gerçeği gerçekleştirir sözleriyle; şüphe 
yok ki o, gönüllerde olanları bilir." (Şûra, 24) ve "Hiç şüphe yok 
ki onlar yapmadıkları şeyleri söylerler; ancak inananlar ve iyi 
işlerde bulunanlar ve Allah'ı çok ananlar ve zulme uğradıktan 
sonra yardıma mazhar olanlar müstesna. Ve zulmedenler 
yakında bileceklerdir hâlleri neye varacak ve nereye varıp 
gidecekler." (Şuarâ, 227). Bu âyetlere işaret edilmektedir. 



bulunulmayınca özrü güç kabul eyleyen, zamanenin 
çetinliklerine az dayanan, ileri gelenleridir. Dînin direği 
olan Müslümanların topluluğuna sebep bulunan, 
düşmana karşı duranlarıysa halk tabakasıdır; onları 
sevmelisin; onlara meyletmelisin. 

İnsanların ayıplarını görüp gözeten, onları açıp 
söyleyen kişiler sana en uzak kişiler olsun. Onları 
kendine yaklaştırma. Çünkü insanlarda ayıp olabilir; 
vâliyse bunları örtmeye en fazla hakkı olan kişidir. 
Onların bilmediğin ayıplarını açmaya, öğrenmeye 
kalkışma; sence bilinenleri, iyiliğe, temizliğe yormaya 
bak; bilmediklerin hakkındaysa Allah hükmeder. 
Ayıpları elinden geldikçe ört; buyruğuna uyanların 
ayıplarını örtmeyi sevdikçe, bu huyla huylandıkça Allah 
da senin ayıplarını örter, bağışlar. 258 

Halka karşı duyduğun kîni bırak, her suça ceza 
vermeye kalkma; sence doğru olmayan şeyleri 
bilmezlikten gel. Halkın kötülüğünü söyleyenlerin 
sözleri hemencecik gerçek bulma; çünkü halkın 
kötülüğünü söyleyen kovucu, öğütçülere benzese bile 
garez sahibidir. 259 



258 - "Kim mümin kardeşinin bir ayıbını bilir de örterse 
Allah da onun ayıbını örter." (Hadis. Künûz'ül-Hakaık, 2, s. 173- 
174). 

259 - "Ey inananlar, buyruktan çıkmış biri sîze bîr haber 
getirdi mi doğru, yahut yanlış veya yalan olup olmadığını 
araştırıp iyice bir anlayın; yoksa bîr topluluğa bilgisizlikle bir 
kötülükte bulunur da yaptığınıza nadim oluverirsiniz." (Hucurât, 
6). 



Nekes kişiyle meşverette bulunma; seni 
üstünlükten alıkor, ihsandan men eder, yoksulluğu 
gösterir sana, seni yoksulluğa sevk eyler. Korkakla 
danışma; işlerde zaafa düşürür, yapacağın şeyden seni 
alıkor. Haris kişiyle de danışma; zulümle mal yığmayı 
güzel gösterir sana. Nekeslik, korkaklık, hırs, ayrı ayrı 
huylardır ama bunların hepsi birden Allah'a kötü zan 
meydana getirmede birleşir. 

Vezirlerinin en kötüsü, senden önce, kişilere vezirlik 
edenlerdir; suçta onlarla birlik olanlardır. Bunların 
yerine reyleri onlar kadar isabetli geçkin olan, fakat 
onlar gibi zâlime zulmünde yardımcı, suçluya suçunda 
ortak olmayan hayırlı kişiler bulabilirsin. Bunların yükü 
sana daha hafiftir; yardımları sana daha güzeldir; sana 
besledikleri sevgi daha gerçektir; senden başkalarıyla 
ülfetleri daha azdır. Yalnızken de bunlarla düş kalk, 
meclislerinde de bunları bulundur. 

Sonra acı bile olsa sana gerçeği söyleyen, Allah'ın 
dostlarında bulunmasını hoş görmediğin şeylerde sana 
az müsâade eden kişileri seç; onların sözleri seni 
gerçeğe götürür, haksızlıktan geri kor. Takva ehliyle 
gerçek kişilerle dost ol; onların seni fazla övmelerine, 
yapmadığın işleri yapmış göstererek övünmene sebep 
olmalarına müsâade etme; çünkü fazla övülme, insanı 
kibre götürür, faziletten düşürür. 

İyilik edenle kötülükte bulunanı, katında bir görme 
sakın, çünkü onları bir görüş, iyilik edenleri iyilikten vaz 
geçirir; kötülük edenleri kötülüğe alıştırır; bunlara karşı 
lâyık oldukları muameleyi yap. 

Bil ki valinin, halka lütufta, ihsanda 
bulunmasından, işlerini kolaylaştırmasından başka 



halkın emniyetini celbedecek bir şey olamaz. Onlara 
lütfeder, aralarında adaletle muamelede bulunur, 
işlerini kolaylaştırırsan evvelce yüreklerinde uyanmış 
bir nefret varsa yok olur, yerini emniyet ve sevi 
duygusu tutar. Onlara öylesine muamele et ki, halk 
senin hakkında güzel bir zanna sahip olsun. Gerçekten 
de iyi ve güzel zan, senin ağır yükünü hafifletir; o yükü 
senin sırtından alır. Şunu da bil ki senin hakkında iyi 
fikir güden, idarenden memnun olandır, kötü fikir 
taşıyanda idarenden memnun olmayandır. 

Bu ümmetin ileri gelenlerinin, büyüklerinin 
güttükleri yolu yordamı, halkın alışıp yaptığı, böylece 
de birbirleriyle uzlaştığı, işlerinin düzene girdiği şeyleri 
eksiltme. Koyanların ecre, sevaba nail oldukları eski 
yolu yordamı bırakıp onlara zarar verecek, yeni âdetler, 
yeni yollar icâd etmeye girişme; onlardan 
eksilttiklerinin vebali sanadır. 

İdaren altındaki şehirlerin düzene girmesi, halkın 
huzura kavuşması için dâima bilginlerle görüş, bu 
hususta düşünceli kişilerle danış. 

Bil ki halk sınıflara ayrılmıştır. O sınıfların bir kısmı 
öbür kısmının düzene girmesiyle düzelir, huzura erer; 
bir kısmının öbür kısmından müstağni kalmasına 
imkân yoktur. 

Bu sınıflardan biri, Allah ordusudur, askerlerdir; biri 
umûmi ve hususi işleri düzene sokan kâtiplerdir; biri 
adaletle hükmeden kadılardır; biri insafla, 
yumuşaklıkla kullar arasında hükmeden, beytülmal 
işlerini gören kişilerdir,biri Müslümanların amânına 
girmiş olan ve cizye veren Kitap ehlidir, vergi veren 
Müslümanlardır; biri alış verişle uğraşanlar ve sanat 



ehli olanlarıdır; bir de ihtiyaç sahibi olan yok yoksul 
kişilerdir ki bunlar, bu sınıfların en aşağı tabakasıdır. 
Bunların hepsinin de adlı adınca Allah katında payı 
vardır; Kitabında, yahut Allah'ın salâtı o'na ve soyuna 
olsun Peygamberinin sünnetinde haddi konmuş, farzı 
bildirilmiştir ki bu ahidde, katımızda korunmaktadır. 

Askerler, Allah'ın izniyle halkın sığınaklarıdır, 
valilerin ziynetleridir; dînin üstünlüğü, eminlik esenlik 
yolları onlarla korunur; halk ancak onlarla kalkınır, 
huzura kavuşur. Askerler Allah'ın emriyle alınan 
vergiyle beslenebilirler; düşmanlarına karşı o sayede 
güç kuvvet sahibi olurlar; düzene girmeleri ancak o 
vergiye dayanılarak olur; neye ihtiyaçları varsa onunla 
düzene sokulur. 

Sonra bu iki sınıf, ancak üçüncü sınıfla, kadılar, 
zekât ve vergi memurları ve kâtiplerle nizâma girer. 
Onlar halkın işlerini düzene sokarlar; faydalı şeyleri 
toplarlar ; ileri gidenlerin de, aşağı olanların da işleri 
onların sayesinde emniyete kavuşur. 

Bütün bu sınıfların ayakta durmaları, tacirlerle, 
sanatkârlarla mümkündür. Onlar halkın muhtaç 
olduğu şeyleri toparlar; çarşılara, pazarlara dökerler, 
böylece başka sınıfların yapamayacağı şeyleri yaparlar. 

Sonra ihtiyâcı olan, yokluk içinde bulunan, aşağı 
tabaka gelir. Bunları görüp gözetmek, bunlara yardım 
etmek gerektir. Allah katında bu sınıfların hepsinin de 
genişliği vardır, hepsinin de yeri vardır; ihtiyaçlarının 
giderilmesi, hallerinin düzene sokulması icâb eder. Bu 
da valinin vazifesidir. Valinin, Allah'ın emirlerini gereği 
gibi yapar, halkın düzenine çalışır, çabalarken Allah'tan 



yardım dilemesi, hakka riâyet etmesi, bu işler 
kendisine hafif gelsin, ağır gelsin dayanması gerektir. 

Orduna sence Allah için, Rasûlü için ve İmâmı için 
en fazla öğüt verenlerinden, emanet ve iffet 
bakımından en temiz olanlarından, hilimde en üstün 
bulunanlarından kumandanlar seç. Bunları, öfkelendiği 
zaman öfkesini yenen, ceza vermekten acele etmeyen, 
özrü kabul eden, zayıfları esirgeyen, kuvvetlilere karşı 
gevşemeyen kişilerden seçip tayin et; bunlar ne zora 
başvuranlardan olsun, ne zaafa düşenlerden. 

Sonra toplumun soy-boy bakımından 

şereflilerinden, temiz ev bark sahibi olanlarından, 
geçmişlerinde iyilik bulunanlarından, savaşlarda yiğit 
davrananlarından, cömertlerinden asker al. Çünkü 
bunlarda yücelik, büyüklük huyları toplanmıştır. İyiliğin, 
adamlığın dalları budaklarıdır bunlar. Sonra da 
babaların oğullarını görüp gözetmesi, esirgemesi gibi 
onların işlerini gör gözet, araştır; onlara ettiğin iyilik ve 
ihsan gözünde büyümesin; onlara verdiğin şey az bile 
olsa aşağı görünmesin sana. Çünkü bu ihsan, sana 
öğüt vermelerine, seni iyi bilmelerine, tanımalarına 
vesiledir. Onların büyük işlerini göreceğim diye küçük 
ehemmiyetsiz işlerinde ihmâl gösterme. Az bir lütfün 
bile bir yerde işe yarar, ondan faydalanırlar; çoğunun 
da yeri var; ondan da müstağnî kalamazlar. Askerine 
en çok yardım edenleri kendilerine istihkaklarını, 
erzaklarını tam olarak verenleri, yurdu korumak için 
şehirlerde kalanlarla savaşa gidenlerin ailelerinin 
ihtiyaçlarını giderenleri, kumandanlarının sence en 
itibar görenleri olmalı; onlara öylesine muamelede 
bulunmalısın ki düşmanla savaşta hepsinin de derdi, 



fikri bir olsun. Onları esirgemen, kalplerinin sana 
meyletmesine sebep olur. 

Valilerin gözlerini aydınlatan işlerin en üstünü 
şehirlerde, dosdoğru olarak adaleti yaymak, halk 
arasında sevginin belirmesine sebep olmaktır. Onların 
sevgileri de, ancak gönüllerinin huzura ermesiyle 
mümkün olur. Öğütlerinin doğruluğu ancak valilerinin 
hizmet müddetinin sona ermemesini istemeleriyle, 
idaresi kendilerine ağır gelmemesiyle, bir ayak önce 
gitmesini dilememeleriyle imkân bulur. Halkın 
dileklerini yerine getir, iyilerini öv, çektikleri zahmetleri 
say dök; çünkü güzel huylarını fazla anış, onların 
yiğitliklerini artırır; onları sevindirir. Allah dilerse iyilikte 
geri kalanları da o yola sevk eder, iyileştirir. 

Sonra herkesin, sınanan, bilinen derecesini tanı; 
birinin çektiği zahmeti başkasına mal etme; onun 
yerine başkasını övme; herkese noksansız olarak 
hakkını ver; herkesin hakkını tanı. Birisinin büyük oluşu 
yaptığı, başardığı iş küçük bir işse, büyük görmene, 
gene birinin yaptığı iş büyükse, fakat kendisi düşkünse 
o işi küçük görmene sebep olmasın. 

Büyük ve çetin işlerde, sana şüpheli görünen 
hususlarda Allah'a ve Rasûlü'ne başvurur. Yüce Allah 
irşâd etmeyi takdir buyurduğu topluma "Ey inananlar, 
Allah'a Peygamber'e ve içinizden emredecek kudret ve 
liyakate sahip olanlara itaat edin. Allah'a ve âhiret 
gününe inanıyorsanız, bir şeyde ihtilâfa düştünüz mü o 
hususta, Allah'a ve Peygamber'e müracaat edin" 
buyurmuştur (Nisa, 59). Allah'a baş vurmak, onun 
Kitabının muhkem emrine uymak, Rasûle başvurmak 



da onun reyde aykırılığı mucib olmayan apaçık 
sünnetine tâbi olmaktır. 260 

Halka hüküm verecek kişileri, sence idaresine 
memur olduğun kişilerin en üstünlerinden seç. Öyle ki 
işler onları daraltmasın, birbirlerine hasım olanlar, 
onlara üst gelmesin, ayakları sürçüp yanlış bir işe 
düşmesinler; bilmezken sonra bilip, anlamazken sonra 
anlayıp hakkı yerine getirmediklerine nadim 
olmasınlar; kendilerini zanna kaptırmasınlar, azacık bir 
anlayışla hükmün sonunu araştırmaktan kalmasınlar; 
şüpheli işlerde hüküm verirken düşünsünler, 
dayansınlar; apaçık delillere uysunlar; hasmın 
mürâcaati onları sıkmasın, gönüllerini daraltmasın; 
işleri iyice açıp yayıp anlayışta en sabırlı kişiler, hak 
meydana çıkınca da en kesin hükmü verenler olsunlar; 
övülmede ileri gidiş onları kibre sevk etmesin; aldatışa 
kapılmasınlar; bu çeşit kişiler de pek azdır. 261 Sonra 
onların hükümlerinden de haberdâr olmaya fazlasıyla 



260 - "Öyle bir mâbuddur ki sana kitap indirdi, onun bir 
kısmı manası apaçık âyetlerdir ve bunlar kitabın temelidir. 
Diğer kısın lysa çeşitli mânâlara benzerlik göste-ren âyetlerdir. 
Yüreklerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve onları 
yorumlamak için mânâları açık olmayan âyetlere uyarlar. 
Halbuki onların yorumunu ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri 
olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık ona, 
hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları 
düşünmez." (Âl-i İmran, 7). 

261 - "Ey inananlar, sakının fazla şüphe etmekten. Şüphe 
yok ki bâzı zan ve şüpheler suçtur ve ayıplarınızı, gizli işleri 
arayıp gözetmeyin ve bir kısmınız, bir kısmını-zın gıyabında 
kötülüğünü de söylemesin..." (Hucurât, 12). 



çalış; hâkimin geçimini fazlasıyla temin et; halka 
ihtiyâcını azalt. Sana yakın olanlara karşı küçük 
görünmemeleri, halkın dedikodusundan emin olmaları, 
hîleye kapılmamaları için onlara, katında yüksek bir 
mevki sağla. Bilhassa buna çok dikkat et; çünkü bu 
din, kötü kişilerin ellerine tutsak düştü; onunla hevâ ve 
havese uyuldu; onunla dünyâ dilenir oldu. 

Sonra vergi ve zekât memurlarına dikkat et. Onları 
sınadıktan sonra tayin et; onları şahsî bir meyille ve 
rasgele tayin etme; çünkü bu iki şey çevir ve hıyanet 
kollarının bir araya toplanmasına sebep olur. Bunları 
temiz ailelerden, İslâm'a eskiden girmiş olanlardan 
tecrübe ve utanç sahibi kişilerden seç; çünkü onlar, 
ahlâkça en üstün namusça en doğru, garezlerden en 
kurtulmuş, tamahları en az, işlerin sonuçlarını dikkatte 
en fazla gayretli kişilerdir. Sonra da onların rızıklarını 
bol bol ver. Çünkü bu nefislerini düzeltmeye kuvvet 
verir onlara. Müslümanların elleri altında bulunan 
malları yemekten alıkor onları. Aynı zamanda, emrine 
uymazlar, emanetine hıyanette bulunurlarsa bu, 
onların aleyhine de delil olur sana. Sonra işlerini teftiş 
et, onlara gerçek ve vefalı gözcüler gönder; hâllerini, 
işlerini görüp, anlayıp sana bildirsinler. Çünkü onların 
haberleri olmadan senin onlardan haberdar olman, 
onların emin bir surette iş görmelerine, halka 
yumuşaklıkla muamele etmelerine sebep olur. Onların 
içinde zâlimlere yardım edenler varsa onlardan korun. 
Onlardan biri, vazifesinde hıyanet eder de gözcülerin 
verdikleri haber onun aleyhinde olur, hepsinin de 
verdiği haber aynı bulunursa bu tanık olarak yeter 
sana. Artık ona bedenî cezayı verebilir, yaptığına 



karşılık onu suçlu tutar, onu aşağılık bir derkeye 
düşürür, onu hıyanet dağıyla dağlar, töhmet zincirini 
boynuna takarsın. 

Vergi işini de araştır, memurlarını ahvâlini düzene 
koy, çünkü vergi işinin ve vergi memurlarının düzene 
girmesi, onlardan başkalarının da düzene girmesi 
demektir. Onlardan başkaları ancak onların düzeniyle 
düzene girebilir. Çünkü insanların hepsi de verginin ve 
vergi memurlarının ehlidir, ayalidir. Ancak vergi 
toplamaktan ziyâde memleketin kalkınmasına dikkat 
etmelisin; çünkü vergi memleket kalkındıkça 
toplanabilir. Memleket kalkınmadıkça mâmur bir hâle 
gelmedikçe vergi isteyen, şehirleri yıkar gider, 
kullarıysa helak eder; öyle bir buyruk sahibinin işi, 
idaresi pek az bir müddet sürür. Vergi verenler, verginin 
ağırlığından, yahut vergi verecekleri şeylere bir âfet 
geldiğinden, yahut içecekleri, sulayacakları suyun 
kesildiğinden, yahut bir bendin yıkılıp arazîyi su 
bastığından, toprağın kaydığından, yahut da mahsûlün 
mahvolduğundan şikâyet ederlerse hallerini düzene 
sokacak bir derecede vergilerini azaltman gerektir. Bu 
sana güç gelmeli. Çünkü bu yardımla, bu kolaylık 
göstermenle halk refaha kavuşur, ülke de mâmur olur; 
bu takdirde senin idaren bezenir; ayrıca da halkı 
adaletle idare ettiğin için onların saygısını, sevgisini 
kazanmış olursun; refahlarına hizmet ettiğin, adaletle 
muamelede bulunduğun, onları kuvvetlendirdiğin için 
gerekince bu kuvvete de dayanabilirsin; onları 
esirgeyişin, haklarında adaletle muamele edişin, 
onlara yumuşak davranışın da buna sebep olur. Öyle 
bir ân olur, öyle bir çağ gelir çatar ki onlara baş vurman 



gerekir; onlar da dileğini seve seve kabul ederler; 
istediğini yerine getirirler; çünkü ülkede vücuda gelen 
mâmurluk ve servet, onlara yükleyeceğin yükü 
çekmelerine kuvvet verir. 

Bir yarin harap olması oradaki halkın yoksul 
düşmesin-den ileri gelir; oradaki halkın yoksulluğuysa 
valilerin, kendilerine mal yığmalarından, valilikte 
kalacaklarına emin olmamalarından, ibret alınacak 
şeylerden az ibret almalarındandır. 

Sonra kâtiplerini de teftiş et; onların da hallerine 
dikkat et; işlerine, onların hayırlılarını tayin et. 
Düşmanlara karşı kullanacağın düzenleri, gizli tuttuğun 
şeyleri, kendini büyük gören, bu yüzden de topluluğun 
önünde sana karşı durmaya cür'et eden kişilere değil, 
temiz ve iyi huylu olanlarına yazdır. Memurlarından 
gelen mektupları sana sunmakta gaflet etmemeleri, 
senden aldıkları emri, aldıkları gibi bildirmeleri, bir 
ahde gireceğin vakit şartları gevşek, zayıf 
bırakmamaları, gerekirse o ahdi bozmakta aciz 
göstermemeleri, şartları ona göre koşmaları, işleri 
başarırken de hadlerini bilmeleri gerektir. Kendi 
haddini bilmeyen kişi başkasının haddini hiç bilmez. 

Sonra onları, kendi anlayışına güvenerek, onlara 
meyline uyup haklarında iyi bir zan besleyerek tâyîn 
etme; çünkü insanlar, yapmacıklara baş vurarak, güzel 
hizmetler göstererek kendilerini valiye iyi tanıtırlar; 
oysa ki yapmacık hareketlerin ötesinde ne öğüt 
vermeyi bilirler, ne emanete riâyet etmeyi. Senden 
önceki temiz kişilerin seçtikleri kişilere bak, sen de 
onları seç, halka en güzel muamelede bulunmalarını, 
en fazla emanete riâyetle tanınmış olanlarını iş başına 



getir; bu, Allah'a karşı özü doğru olduğunu, işlerine 
memur olduğun kişilere de hayırlı bulunduğunu ispat 
eder. 

Her işin başına en büyüğü kendine üç gelmeyecek, 
işlerin çokluğu, onu şaşırtmayacak kişileri geçir. 
Kâtiplerinden birinde bir ayıp görür de aldırmazsan o 
ayıpla da sen ayıplanırsın, sonra cevap da veremezsin. 

Bir de tacirleri, sanat ve zanaat erbabını tavsiye 
ederim sana; onlara karşı hayırlı ol. Onların bir kısmı 
oturdukları yerlerde ticaretle meşgul olur. Bir kısmıysa 
bir yerden bir yere gider, mal götürüp getirir; bir başka 
bölüğü de halkın muhtaç olduğu şeyleri ellerinin 
emekleriyle hazırlar, bunlara hayırla muamelede 
bulun; çünkü onlar faydalı kişilerdir. Gereken şeyleri 
uzun yollar aşarak, beller geçerek, ülkendeki 
karalarda, denizlerde, düzlüklerde, dağlıklarda gezerek 
alırlar, getirirler; oysa halkın o şeylerin bulunduğu 
yerlere gitmesine ne imkân vardır, ne de gücü yeter. 
Onlar düzene bağlıdırlar, isyanlarından korkulmaz; 
barış adamlarıdır, gailelerinden ürkülmez. Bulunduğun 
yerde de onların işlerini gör gözet, uzak, yakın 
şehirlerde de hâllerini izle, dikkat et, bir zulme 
uğratma onları. Ama şunu da bil ki, bütün bunlarla 
beraber, bunların çoğunda aşırı bir hırs, kötü bir 
nekeslik, bencillik, faydalı şeyleri gizleyip, saklayıp 
azalınca değerinden fazla satma gayreti, menfaat 
düşkünlüğü vardır; ellerinde bulunanları bildikleri gibi 
satmak isterler; buysa halkın zararına sebep olduğu 
gibi valilere de buna göz yummak ayıptır, noksandır. 
İhtikârı men et; çünkü Allah'ın salâtı o'na ve soyuna 
olsun Rasûlullah da men etmiştir. Alış veriş, güzel 



surette, adalet terazilerine uygun olarak, bir narh 
konarak yapılsın; iki taraf da, satan da zarar etmesin, 
alan da. Sen ihtikârı nehyettikten sonra onu yapmaya 
kalkışan olursa cezalandır, fakat cezada pek de ileri 
gitme. 262 

Sonra Allah için, Allah için aşağı tabakayı gör 
gözet. Onlar başvuracakları bir düzen bulamayan, yok 
yoksul, muhtaç, darlıkla bunalmış, dertlere karmış, 
kazançtan âciz kalmış kişilerdir. Bu sınıf içinde 
dilenenler olduğu gibi bir şey umup bekleyenler, fakat 
kimseden bir şey istemeyenler de vardır, 263 Onların 



262 - "Alış veriş, ancak iki tarafın rızasıyla olur." (Hadis, 
Cami, 1, 85) "Tacirler yok mu, onlardır kötülük edenlerin, kötü 
kişilerin ta kendileri." (Künûz'ül-Hakaık, 2, s.32) "Ne kötü 
kuldur muhtekir kul; Tanrı ucuzluk, bolluk verdi mi mahzun 
olur, kıtlık oldu mu sevinir, ferahlar. " (Cami, 1, s. 106) "Malı 
mülkü getiren rızıklanır; saklayan lanete uğrar." (aynı, 121) 
"Kim bir yenecek şeyi pahalansın da öyle satayım diye 
ümmetimden kırk gün saklasa, sonradan onu sadaka olarak 
verse bile kabul edilmez." (2, s. 142) "Halkın muhtaç olduğu 
şeyleri çarşımıza, pazarımıza getiren, Tanrı yolunda savaşan 
ere benzer, pahalılaşsın diye saklayansa Tanrı Kitabını aykırı 
anlamda anlayan gibidir." (1, s.121) "Kim bir malı saklar, 
pahalılaşsın da Müslümanlara öyle satayım niyetine kapılırsa 
yanlış yolda sapmış olur; Allah'ın ve elçisinin amânından, 
emniyetinden uzaklaşmıştır." (2, s. 142). 

263 - "Verilen şeyler, kendilerini tamamıyla Allah yoluna 
vermiş olup yeryüzünde dolaşmayın (dilenmeyen) yoksullara 
aittir. Bilmeyen kişi, onların istiğnalarını görüp zengin sanır; 
halbuki sen yüzlerinden tanırsın onları. Yüzsuyu dökerek 
halktan bir şey istemez onlar. Hayır için ne harcarsanız şüphe 
yok ki Allah onu bilir." (Bakara, 273). 



hakkına dâir Allah'ın sana emrettiği şeyi Allah için 
olsun, koru. Onlara, memur olduğun beytülmâlden, her 
şehirde, Müslümanların ganimet olarak elde ettikleri 
ve devlete ait olan arazînin gelirinden, ekininden bir 
pay ayır. Bulunduğun şehirde, o şehre yakın yerlerde 
olanlarıyla uzaklarda bulunanları aynı hükme tâbidir; 
onların her biri hakkına riâyet etmeni ister. Nimetler 
içinde bulunuşun, ehemmiyetli işlere dalışın, onları 
unutturmasın sana; ehemmiyetli işlere bakman, küçük 
sayılan işlere bakmayışına bir mazeret olamaz; böyle 
bir özürde kabul olunamaz. Unutturmasın sana onları 
ehemmiyetli işlere dalman; yüzünü çevirme onlardan. 
Onların gözlere hor görünenlerini, insanlar tarafından 
aşağı sayılanlarını, fakat sana gelip hâllerini 
anlatamayanlarını sen ara, bul. Onları bulmak, hâllerini 
sorup anlamak için Allah'tan korkan, ona karşı 
ululanmayan güvendiğin kişiler yolla; onların hâllerini 
sana bildirsinler. Sonra haklarında öylesine harekette 
bulun ki Allah'a ulaştığın gün onlar hakkında özürler 
getirmeye kalkışmayasın. Çünkü bunlar, halk içinde 
başkalarından daha fazla insafa lâyık kişilerdir. Bütün 
bu sınıfların haklarını vermeye gayret et, bilmeyerek 
hakkına riâyet etmediklerin için de Allah'tan 
bağışlanmanı dile. 

Yetimlerden, kocalmış kişilerden bir düzene baş 
vuramayanları, kimseden bir şey dilemeyenleri gör 
gözet. Bu, valilere ağır bir yüktür. Fakat hakkın hepsi 
de ağırdır. Ancak Allah, hayırlı bir sonuca varmalarını 
isteyip ona dayananlara, vaad ettiğini gerçek bilip 
inananlara o yükü hafifletir. 



Zamanın bir kısmını ihtiyaç sahiplerine hasret, 
onların hepsini huzuruna al, otur, onlarla görüş. 
mecliste seni yaratan Allah'a karşı gönül alçaklığını 
takın. Askerinden, yardımcılarından, koruyucularından, 
zaptiye erkânından hiç kimse onları korkutmasın; 
onlara mâni olmasın, onlar da seninle yüzyüze 
korkmadan, çekinmeden konuşsunlar. Allah'ın salâtı 
o'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın bir yerde değil, 
birçok yerde "Zayıfın kokup çekinerek, dili dolaşarak 
söz söylemeye çalıştığı, fakat kuvvetliden hakkını 
alamadığı toplum ne temizliğe ulaşır, ne kutluluğa 
kavuşur" buyurduğunu duymuşumdur; onların sert 
konuşmalarına, söz söylerken ağır lâflar edenlerine 
tahammül et; daralmayı, onlarla görüşmekten çekinip 
utanmayı bırak da Allah bu yüzden sana rahmetlerini 
yaysın; ona itaatin yüzünden sevaplar versin. İhsanda 
bulunduğun zaman minnet yükleyerek verme ki, 
verdiğin, alana sinsin; vermediğin zaman da güzellikle 
özürler getirerek verme ki almayan, hiç olmazsa 
sevinsin. 264 



264 - "Güzel söz ve suç bağışlama, ardında minnet olan 
sadakadan hayırlıdır. Allah müstağnidir; ceza vermede acele 
etmez. Ey inananlar, malını insanlara gösteriş için harcayan ve 
Allah'a, âhiret gününe inanmayan kişi gibi sadakalarınızı, 
ihsanınızı, başa kakmakla minnet ve eziyetle hiç verilmemiş 
bir hâle getirmeyin. O çeşit adam, sanki şiddetli bir yağmur 
altında kalıp üstündeki toprağın kayarak sıvaşmasıyla kaypak 
bir hâle gelen kayadır. O çeşit adamlar, kazançlarından hiçbir 
sevap elde edemezler ve Allah, inanmayan kavmi doğru yola 
sevk etmez. Malını, Allah rızasını kazanmak için özlerin-dekini 
yerli bir hâle getirip kendilerine mal etmek için verenlerse bir 



Bâzı işler de vardır ki bizzat senin yapman gerektir. 
Bunların biri, kâtiplerinin yazmakta aciz gösterdikleri 
hususlarda memurlarına senin cevap vermendir. Biri 
de halkın ihtiyacı sana hangi gün arzedilirse hemen o 
gün o ihtiyaçları gidermendir ki bu, olabilir ki 
yardımcılarını sıkar; vaktinde yapmazlar bu işi. Her 
günün işini o gün gör. Çünkü her gün yapılacak bir iş 
vardır. 

Vakitlerinin en üstününü, en fazlasını seninle Allah 
arasındaki kulluğa hasret. Fakat halka sarf ettiğin 
vakitlerin de hepsi, işlerde niyetin temiz oldu mu, halk 
bu yüzden esenliğe erişti mi Allah'a ait olur, ona kulluk 
sayılır. 265 

Allah için dînini hâlis kılan farzlara bilhassa dikkat 
et. Gecende gündüzünde bedenî ibâdetlerini onlarla 
Allah'a yaklaşmak kastıyla kusur etmeden, riyaya 
düşmeden nasıl gerekse o çeşit yerine getir. Halka 
namaz kıldırdığın zaman namazı uzatıp onları 
usandırmadan, tez, fakat erkânını yitirmeden kıldır; 
çünkü halk içinde hasta olan vardır, işi-gücü olan 
vardır. Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun, bene 
Yemen'e gönderdiği zaman Rasûlullah'a, onlara nasıl 
namaz kıldırayım diye sordum. En zayıfının kıldığı 



tepedeki bahçeye benzerler; bol bol yağarı yağmur, o bahçenin 
meyvelerini îkî misline çıkarır, hattâ bu çeşit yağmur yağmasa 
bile mutlaka bir çisentiye kavuşur orası ve Allah, bütün 
yaptıklarınızı görür." (Bakara, 263, 265). 

265 - "Bir gün adaletle muamelede bulunmak, altmış 
(nafile) ibâdetten üstündür." Hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, 
s.113). 



namaz gibi kıldır, inananlara karşı merhametli davran 
buyurdular. 266 

Bütün bunlardan sonra derim ki: Buyruğunun 
altında bulunanlara uzun müddet görünmez olma; 
çünkü valilerin halka görünmemeleri darlıktan bir 
kısımdır; halkı sıkar; valilerin idare işlerinde az bilgili 
olduklarına delâlet eder. Onlara görünmemek, onların 
birçok şeyleri öğrenmelerine de engel olur; onlarca 
büyük şeyler küçük görünür, küçük şeylerse gözlerinde 
büyür; güzel ve iyi, çirkin görünür onlara; çirkinse 
güzelliğe bürünür; hakla batıl birbirine karışır gider. Vali 
de bir insandır ancak; halkla görüşmedikçe onların 
hâllerini bilemez. Kendisinden gizli kalanları göremez. 
Gerçeğin apaçık alâmetleri yoktur ki bunlarla doğru, 
yalandan ayrılsın. Sen iki kişiden birisin ancak: Birisi 
mutlaka hakkı yerine getirir, herkese hakkını verir; 
gereken hakkı verdikten, iyi iş gördükten sonra neden 
gizleneceksin? Öbürü, vermemeyi, hakkı edâ 
etmemeyi âdet edinmiştir; halk senden ümit kestikten 
sonra hemencecik el çeker senden, ne diye onlara 
görünmeyeceksin? Oysa ki halkın sana zahmet 
vermeyen şikâyetlerinin çoğu, ya bir zulme 
uğradığındandır, yahut muamelede insaf ve adalet 
isteğindendir. 

Sonra valinin bâzı adamları da bulunabilir ki onlar, 
kendi reyleriyle hareket ederler; zulümde bulunurlar; 
insafları azdır; muamelelerinde adaleti gözetmezler; 



266 - "Toplumun en zayıfının namazı gibi namaz kıldır; 
okuduğu ezana karşılık para alan kişiyi müezzin yapma..." 
(Cami, 2, s. 37). 



bütün bunların sebeplerini kesip ortadan kaldırarak 
serlerini insanlardan gider. Yakınlarına, yanında 
bulunanlara arazi verme ki bâzı yerleri, bâzı tarlaları 
elde etmek tamahına düşmesinler; aksi halde oradaki 
köye zarar gelir; bu işin, bir ırmaktan su almak 
ihtiyâcında bulunanlara zararı dokunur; o sudan 
faydalanmak, o yerden fayda sağlamak isteyenlere 
araziye sahip çıkanlar zulmederler; bunun faydası 
başkasına düşer, vebâliyse valinin boynuna yüklenir; 
oralardan, verdiğin kişiler faydalanırlar, ayıbıysa 
dünyâda da sana düşer, âhirette de sana. 267 Yakın 
olsun, uzak olsun, kime gerekse hakkını ver; bu 
hususta sabırlı ol, ecrini Allah'tan iste; akraban ve 
yakın adamların bile olsa haktan ayrılma; işin sonunu 
düşün; isterse sana ağır gelsin bu iş, hayırlı olduğu 
sence mâlûmsa yapmaktan çekinme; hakkını yerine 
getir. Halk bir işte zulüm var zannına düşer, sana 
hayıflanırsa aslını anlatarak, özürler getirerek zanlarını 
değiştir; bu suretle sen adaletle iş görmüş olursun, 
buyruğun altındakilere de yumuşaklıkla muamele 
etmiş bulunursun. Özür getirmekle sen hakka riâyet 
eder, muradına erersin, halk da doğruyu anlar, işin 
aslını bilir. 

Düşmanın, seninle barışmak isterse reddetme. 
Barışta Allah'ın rızası var, orduna huzur ve istirahat ver, 



267 - "Hiç şüphe yok ki kıyamet günü insanların ulu Allah'a 
en sevgilisi ve yer bakımından (manen) ona yakını adaletle 
idare eden imamdır. Ulu Tanrı tarafından en ziyâde buğzedileni 
ve ona en uzak bulunanı da hükmü altındakilere çevreden, 
zulmeden imamdır." (Cami, 1, s. 72). 



sen de sıkıntılarından kurtulmuş olursun; şehirlerinse 
eminliğe kavuşmuş olur. 268 Ama barıştıktan sonra 
düşmanından sakın da sıkın; çünkü çok kere düşman 
yaklaşır, gafil olmanı bekler. Şu halde ihtiyatla hareket 
et, bu hususta iyi bir zanna düşmeyi töhmet altına al. 
Seninle düşmanının arasını bir bağla bağladın, onunla 
bir muahedeye vardın, yahut da ona aman elbisesini 
giydirdin mi ahdine vefa et; verdiğin amana riâyet et; 
nefsini, ona verdiğin söze, ahde kalkan yap. Çünkü 
dilekleri birbirine aykırı, reyleri darmadağın ve çeşit 
çeşit olduğu hâlde insanların Allah'ın farz ettiği 
şeylerde hepsi de ahde vefa etmeyi ululadıkları gibi 
ululadıkları bir farz yoktur. Hattâ Müslümanlar şöyle 
dursun, müşrikler bile bunu gerekli saymışlar, buna 
riâyet etmişler, ahitte, amanda durmamanın ne 
zararlar vereceğini bilmişlerdir. Verdiğin amana 
gadretme; ahdini bozma, hıyanette bulunarak 
düşmanını aldatma, çünkü Allah'a karşı böyle bir 
cür'ette bulunan, çok kötü, çok ziyankâr bir bilgisizdir 
ancak. Allah, ahdini, amanını kulları arasında bir 
rahmet olarak yaymıştır ki o, bir emniyettir, herkes 
orda esenleşir; bir haremdir, herkes ona sığınır; bölük 
bölük herkes onun civarına koşar gider. Onu bozmak, 
ona hıyanet etmek, ona hîle katmak olamaz. 
Bahanelerle bozulacak ahde girme, pekiştirdikten 
sonra yorumlara güvenme; Allah adına verdiğin ahdi 



268 - "Barış daha hayırlıdır..." (6, 128) "Müminler kar-deştir 
ancak, kardeşlerinizin aralarını uzlaştırın." (aynı, 128) 
"Düşmanlar sulha yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a dayan; 
şüphe yok ki o her şeyi duyar, bilir." (Enfâl, 61). 



bozmaya, haksız olarak ondan dönmeye kalkışma; 
genişlemesi umulan, sonunda üstünlük bekleyen 
darlığa dayanman, günahından korkacağın gadirden 
hayırlıdır; bozarsan Allah'ın gazabı gelip çatar sana; ne 
dünyada berhudar olursun, ne âhiretinde. 

Sakın haksız olarak kan dökmekten, çünkü azaba 
sebep olan, suç bakımından ondan daha büyük 
bulunan, nimetin zevaline, devletin yitmesine sebep 
teşkil eden hiçbir şey yoktur ki haksız olarak kan 
dökmekle kıyaslanabilsin. Kan dökenlerin hesabını 
kıyamet gününde bizzat noksan sıfatlardan münezzeh 
olan Allah görecek, azaplarını o verecektir. 269 Haram 
olarak kan dökmekle gücünü kuvvetini çoğaltmaya 
kalkışma; çünkü bu gücü kuvveti zayıflatır, hatta yok 
eder gider. Bilerek kan dökme hususunda ne Allah 
katında bir özrün kabul edilir, ne benim katımda. 
Çünkü cezası kısastır bunun. Yanlışlıkla kamçın, yahut 
kılıcın, yahut da elin bir kötülüğe sebep olursa, 
kudretine güvenip ululanarak, öldürülen kişinin 
velilerine, onun diyetini vermekten kaçınma. 

Kendini beğenmekten, seni ululuğa sevk eden 
şeylere uyup güvenmekten, övülmeyi istemekten 
çekin; çünkü bunlar, ihsan sahiplerinin ihsanlarını yok 
etmek, ecirlerini mahveylemek için Şeytanın göz attığı 
fırsata yol açan şeylerdir. 



269 - "Ve kim bir mümini kasten öldürürse cezası 
cehenneme atılmaktır, ebedî kalır orda ve Allah ona azâbe-der 
ve rahmetinden uzaklaştırır onu ve ona pek büyük bîr azap 
hazırlamıştır da." (Nisa, 93). 



İdarene tâbi olanlara ihsanda bulununca da onları 
minnet altında bırakmaya, ihsanını başlarına kakmaya 
kalkışma. Yaptığını çok görmekten de çekin. 
Vaadedince ve vaadinden dönme. Başa kakmak, 
ihsanı yok eder; yapılan iyiliği çok görmek, büyük 
saymak, gerçeğin ışığını söndürür; vaatten dönüş, 
Allah'ın gazabını, halkın nefretini mucib olur; Yüce 
Allah, "Allah katında en beğenilmeyen şey 
yapmayacağınız şeyi söylemenizdir" buyurur.(Saf, 3) 

Zamanı gelmeden işlerde aceleye düşme. Yapmak 
imkânı olunca da o işte ihmâl etme; doğruluğu sence 
belli olmayan işe girişme, ama doğruluğu açıkça belli 
olan işi de savsaklama. Her işi yerinde yap, her işi 
yerinde işle. 

Herkesle bir ve eşit olduğun şeylerde kendi payını 
çoğaltmaya kalkışma; herkesin gözettiği şeylerde 
gaflete düşme; çünkü sen, başkalarına da örneksin. Az 
bir zaman sonra işleri örten perdeler açılır, mazlumun 
hakkı da senden alınır. 270 

Öfkeni yen, kendine sahip ol. Elini, dilini gözet. 
Bütün bu hâllerde hemencecik ceza vermekten çekin; 
cezayı geriye at, öfken yatışıncaya dek elini, dilini 
gözet. Bu söylediklerimi âhireti anarak, Rabbine 



270 - "Ölüm baygınlığı gerçek olarak gelip çattı mı, buydu 
işte denir senin kaçıp durduğun. Ve üfürülür sûr'a, işte 
bugündür azap günü ve herkes yanında bir sürüp götüren ve bir 
tanık olarak gelir. Andolsun ki gafletteydin bundan, derken 
perdeyi kaldırdık gözünden, artık gözün keskin bugün." (Kaaf, 
19-22). 



ulaşacağına inanarak derdini, gussanı çoğaltmadıkça 
da yapamazsın. 

Sana, senden önce, adaletle hüküm sürenleri, 
yahut üstün yol yordamları, Allah'ın salâtı o'na ve 
soyuna olsun, Peygamberimizin eserini, yahut da Allah 
Kitabındaki farzları anmak, bizim bunları anıp 
düşünerek nasıl hareket ettiğimizi görmek, bu ahit- 
namemden sana verdiğim buyruklara uymaya kendini 
zorlamak gerektir; nefsine uymak hususunda bir 
gevşeklik göstermemen için bu kadar delil gösterdim 
sana. 

Ve ben, benim ve senin, kulların en güzel anışlarına 
iyi ve yerinde övüşlerine mazhar olmamızı, şehirlerde 
iyi ve güzel eserler bırakmamızı, nimetin, hakkımızda 
tam ve olgun olarak, lütuf ve ihsanın kat kat fazlasıyla 
verilmesini, benim de, senin de ömrümüzün kutlulukla 
ve şehit olarak tamamlanmasını Allah'ın bol ve sayısız 
rahmetine, pek büyük kudretine, her dilenen şeyi 
lütfedip vermesine sığınarak niyaz etmekteyim ve biz, 
gerçekten Allah'ın rızasını istemekteyiz. Selâm 
Rasûlullah'a; Allah'ın salâtı ve selâmı o'na ve tertemiz 
soyuna olsun. 271 



271 - Bu Ahit-Nâme, pek ileri bir görüşle yazılmıştır. Bir yere 
hükmetmek üzere tayin edilen kişinin o yerin târihî, coğrafi, 
iktisadî durumunu iyiden iyiye bilmesi, anlaması, târihten ibret 
alması, halkın din kardeşi ve yaratılışta eş ve kardeş iki sınıf 
olarak görmesi, herkese adaletle, merhametle muamele 
etmesi, kimsenin malına, canına göz dikmemesi, halktan 
gizlenmemesi, kendisini onlardan ayrı, üstün ve büyük 
görmemesi, yaşayışta, geçimde onlardan ayrılmaması ceza 
vermede bile adaletle beraber merhamete riâyet etmesi, 



34 



(Muhammed b. Ebi-Bekr'i (r.a) Mısır valiliğinden 
azledip yerine Mâlik'ül-Eşter'i tayin ettikleri zaman 



savaşa kesin olarak lüzum görülmedikçe başvurmaması, kan 
dökmekten çekinmesi, her hususta halka örnek olması 
gerektiğini bildirmektedir. Hz. Emir (a.s) bu Ahit-Nâmele-rinde 
halkı sınıflara bölmede, her sınıfın öbür sınıfların düzene 
girmesiyle düzgün bir hâle gelebileceğini anlatmaktadır. 
Ülkenin huzuru askerle mümkündür; askerin dış saldırıya karşı 
durması, iç düzeni koruması vergiyle mümkündür. Fakat 
vergide de halkın, vergi yılının, bölgenin verim ve kabiliyetinin 
göz önünde tutulması gerektir. Verginin verilmeyecek, yahut 
halkı zarara sokacak bir hadde çıkarılması halkı yoksul 
düşürür. Halkı yoksul olan bölgeyse harap olur gider. Ülkenin 
kalkınması, halkın kalkınmasına bağlıdır, verginin verilebilecek 
miktarda olması, vergi memurlarının adalete riâyet etmeleri, 
alış verişte bulunan sanat ve ticaret erbabı olan sınıfa bağlıdır. 
Yalnız bunların ihtikârda bulunmamalarına, malı değerinden 
fazla satabilmek için saklamamalarına, satışta fazla kâr 
gözetmemelerine dikkat etmek, hem devlet ve mal 
memurlarını, hem esnafı, sanatkârı sıkı bir teftişe tâbi tutmak 
icâb eder. Ancak bu teftişte de dindar, namuslu, tecrübeden 
geçmiş, doğru sözlü ve doğru özlü kişiler kullanılmalıdır. Bütün 
bunlarla beraber gene de vali her söylenen söze, her verilen 
habere inanmamalı, bizzat bu sınıfları murâkaba altında 
tutmalıdır. 

Hâsılı bu Ahit-Nâme, halkı idare etmek, devlet işini düzene 
sokmak mevkiine gelen, getirilen kişi için zamanında olduğu 
gibi bugün de, yarın da, gerçekten de geçerli ve çok ileri 
görüşleri ihtiva eder. 



Mâlik, Mısır'a gitmeden Muhammed'e yazdıkları 
mektup:) 



(Hamd ü sena ve salât ü selâmdan) Sonra derim ki: 
Senin yerine Eşter'i tâyînime canın sıkılmış, bunu 
haber verdiler bana. Fakat bil ki ben bunu seni bu işte 
zayıf bulduğumdan, bu işe daha fazla sarılmadığından 
yapmadım. Seni hükmettiği yerden ayırdım ama daha 
kolay idare edebileceğin, daha fazla seveceğin bir yere 
vali tayin edeceğim. 

Mısır'a vali olarak tâyîn ettiğim zat, bize karşı 
öğütçü, düşmanlara karşı çetin bir zâttı; Allah ona 
rahmet etsin; günlerini tamamladı, ölümle buluştu ve 
biz ondan razı olduğumuz hâlde vefat etti. Allah onu 
rıdvâniyle mükâfatlandırsın; sevabını kat kat arttırsın. 

Düşmanına karşı çık; tedbirle yürü; seninle 
savaşanla savaşmakta çevik ol; onları Rabbi'nin yoluna 
çağır; Allah'tan çok çok yardım iste ki bu, Allah izin 
verirse sıkıntılarında sana yeter; başına gelen şeylerde 
de sana yardım eder. 



•k ic ic 



35 



(Muhammed b. Ebi-Bekr'ine (r.a) Mısır'da şahade- 
tinden sonra Abdullah b. Abbâs'a mektupları:) 



(Allah'a hamd ü sena, Rasûlü'ne ve soyuna salât ü 
selâmdan) Sonra şunu bildiririm ki Mısır alındı, Allah 
ona rahmet etsin, Muhammed b. Ebi-Bekr şehit edildi. 
Onu, Allah katında öğüt veren bir evlât, zahmete 
katlanan bir vali, kesen bir kılıç, kötülükleri defeden bir 
direk bilirim; onun vefatı dolayısıyla bize ecir vermesini 
dilerim Allah'tan. 

Halkı ona uymaya, bu olaydan önce ona yardım 
etmeye çağırdım, teşvik ettim. Gizli, aşikâr, yeniden ve 
tekrar onları davet ettim. Bir kısmı davetime icabet 
etti, fakat istemeyerek. Bâzısı bahaneler buldu, fakat 
yalan söyleyerek. Bâzısı da oturakaldı yardım 
etmeyerek. Onlardan tez zamanda beni kurtarmasını 
dilerim Allah'tan. Andolsun Allah'a ki düşmanımla 
buluştuğum çağda şehit olmayı istemeseydim, 
şehâdeti ummasaydım ölümüne razı olurdum; 
bunlarla birgün bile beraber bulunmayı istemezdin, 
bunlarla ebedî olarak buluşmazdım. 272 



•k ic ic 



İkinci Kısmın sonu 



272 - Muhammed b. Ebi-Bekr için birinci kısmın son 
bölümünde 107, hitabenin notuna bakınız. 



18 Zilhıccet'ül-Harâ, İyd-i Gadîr, şali 1389. 



3. Kısım 



KISA SÖZLERİ, HİKMEK VE 
VECİZELERİ 



1. Bölüm 



DİN, İMAN, MÜMİN, MÜSLİM, KUR'AN, İBADET 

(İmandan sorulduğu vakit buyurmuşlardır ki:) 

* İman dört direk üstünde durur: Sabır, yakıyn, 
adalet, cihâd. Sabır dört kısımdır: Özlem, korku, 
çekinmek, tetikte durmak. Cenneti özleyen dileklerden 
vazgeçer. Cehennemden korkan haramlardan çekinir. 
Dünyada çekinen kişi, dünyâ musîbetlerini hiçe sayar. 
Ölüme karşı tetik duransa hayırlı işlere koşar. 

Yakıyn de dört kısımdır: Akıllılık, hikmeti yormak, 
geçmişlerden öğüt almak, geçenlerin yolunu yordamını 
izlemek. Akıllılıkta gözü açık olana hikmet aydınlanır. 
Himeti apaydın gören ibret alır. İbret alansa 
geçmişlerdenmiş gibi hareket eder. Dünyaya da 
aldanmaz. 

Adalet de dört kısımdır: Anlayışta derine dalmak, 
bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, 
hilimde direnmek. Kim anlayış sahibi olursa, ilmin 
dibine dalar; kim ilmin dibine dalarsa hükümde yol 
yordam neyse elde eder; hilim sahibi olansa yaptığı 
işte ileri gitmez, insanlar arasında tertemiz yaşar. 

Savaş da dört kısımdır: Doğruyu buyurmak, 
kötülüğü nehyetmek, gerçek işlerde doğru olmak, 



gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmek. Doğruyu 
buyuran kişi inanan-ların bellerini doğrultur; kötülüğü 
nehyeden, münafıkların burunlarını kırar; gerçek 
işlerde doğru hareket eden, kendisine gereken şeyi 
yapar; kötülüklere, gerçeğe uymayanlara düşman olan, 
Allah için kızan kişiyse öyle bir hâle erer ki, Allah onun 
yüzünden onun düşmanlarına kızar ve kıyamet 
gününde onu razı eder. 

Küfür de dört direk üstünde durur: Doğru olmayan 
şeylerde derine dalmak, kavga yolunu tutup 
ululanmak, gerçekten sapmak, aykırı yol tutmak. 
Gerçek olmayan şeylerde derine dalan, gerçeğe 
ulaşamaz; bilgisizlikle kavgaya girişen, kavgayı 
çoğaltan, gerçeğe karşı kör olur kalır. Kim gerçekten 
saparsa iyi şey ona kötü görünür; kötülükse güzelleşir; 
sapıklık sarhoşluğuna tutulur. Aykırı yol tutanınsa 
yolları güçleşir, işleri sarpa sarar, kurtuluş yolu da 
daraldıkça daralır. 

Şüphe de dört direk üstünde durur: Batıl üzere 
savaşmak, korkmak, işkile düşmek, sapıklığa teslîm 
olmak. Savaşmayı âdet edinmenin gecesi sabah 
olmaz. Korkanın önündeki ardına düşer. Şüpheye 
yolunda yelip yortanı o şüphe, şeytanların ayakları 
altına atar; dünyâ tehlikeleri yüzünden sapıklığa teslim 
olansa dünyâda da helak olur, âhirette de. 

* İnsanlar, dünyâlarını düzene sokmak için 
dinlerine ait bir şeyi terk ettiler mi Allah onları ondan 
daha zararlı bir şeye uğratır. 

* Farzlara zarar veren nafilelerle yakınlık olamaz. 

* Sizi İslâm'a öylesine bir nispetle mensup sayayım 
ki benden önce kimse böyle bir nispeti söylememiştir. 



İslâm teslîm oluştur; teslîm oluş yakıyndir; yakıyn 
gerçeklemektir; gerçeklemek ikrardır; ikrar emre 
uymaktır; emre uymaksa o emirleri yerine getirmektir. 

* Yaradanın büyüklüğü, yaratılanı gözünde 
küçültür. 

* Namaz, her temiz kişinin Tann'ya yaklaşmasıdır. 
Hac, her zayıfın savaşıdır. Her şeyin zekâtı vardır; 
bedenin zekâtı da oruçtur. Kadının savaşıysa kocasıyla 
iyi geçinmesidir. 

* Nice oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak 
açlıktır, susuzluktur. Nice geceleri ibâdetle geçiren 
vardır ki o kulluktan elde ettiği şey, uykusuzluktur, 
yorgunluktur. Ne mutlu aklı başında olan ariflerin 
uykusu ve yemesi. 

* Ne mutlu âhireti anan, soru için iş gören, nail 
olduğuna, hakkına kanaat eden ve Allah'tan razı olan 
kişiye. 

* Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itaat 
olamaz. Suçtan vazgeçmek tövbe etmekten ehvendir. 

(İmandan sorulduğu vakit buyurdular ki:) 

* İman gönülle tanımak, dille ikrar etmek, âzâ ile 
de kullukta bulunmaktır. 

* Bir bölük halk sevap için Allah'a kulluk eder; bu 
kulluk, tacirlerin kulluğudur, bir bölük de Allah'a 
korkudan kulluk eder, bu da kölelerin kulluğudur. Bir 
bölükse, Allah'a şükrederek kullukta bulunur; işte hür 
kişilerin kulluğu budur. 



* Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı, 
yapmayı iyice dilediğim şeyleri yapmamakla, 
bağladığım düğümleri çözmekle tanıdım. 273 

* Allah imânı şirki temizlemek, namazı ululuğu 
bırakmak, zekâtı rızka sebep olmak, orucu kulların 
ihlâsını sınamak, haccı dîni kuvvetlendirmek, savaşı, 
İslâm'ı yüceltmek, doğruyu buyurmayı halkı düzgün bir 
hâle sokmak, kötülükten nehyetmeyi, kötü kişileri 
fenalıktan çekmek, yakınlarla buluşup görüşmeyi, 
onları görüp gözetmeyi, Müslümanların sayılarını 
çoğaltmak, kısası onları korumak, ahitleri yerine 
getirmeyi, haram olan şeylerin ne kadar kötü olduğunu 
anlatmak için emretti. İçkiyi aklı korumak, hırsızlığı 
temizliği bildirmek, zinayı soyu-sopu gözetmek, livâtayı 
nesli çoğaltmak için nehyetti. Tanıklıkta bulunmayı 
kulların haklarını yerine getirmek için buyurdu. Yalanı 
bırakmayı gerçeğin yüceliğini bildirmek için emretti. 
Selâm vermeyi zarardan, korkudan korunmamız, 
İmameti ümmetin düzenini sağlamak, imâma itaat 
etmeyi de imameti ululamak için emir buyurdu. 274 

(Kaderden sorulunca buyurdular ki:) 

* Kapkaranlık bir yoldur, gitmeyin o yola. Pek derin 
bir denizdir, dalmayın o denize. Allah'ın sırrıdır, 
uğraşmayın onunla. 



273 - Mevlânâ, "Mesnevî"nin 3. cildinde H. Emir'in bu 
kelâmlarına işaret ederler (Reynold A. Nicholson basımı 1929, 
s.255-256; beyt. 4462-4472). 

274 - Emir'ül-Mü'minin (a.s), bu sözlerle emir ve nehiy-lerin 
teşri'i hikmetlerini beyan buyurmaktadırlar. 



(Birisi, Şam'a gidişiniz Allah'ın kaza ve kaderiyle 
değil midiydi diye sorunca bu soruya uzun uzun cevap 
verdiler. Bu arada buyurdular ki:) 

* Yazık sana, sen kazayı yerine gelmesi, kaderin 
mutlaka olması gerekli sanmadasın. İş böyle olsaydı 
sevap ve ikab batıl olur, vaat ve vaidin ortadan 
kalkması icâb ederdi. Oysa ki noksan sıfatlardan 
münezzeh olan Allah, kullarını yapacakları işlerde 
muhayyer bırakarak emretmiş, kötülüklerden 
çekinmelerini bildirerek nehyetmiştir. Emir de, nehiy 
de, kulun ihtiyarını ortadan kaldırmamış, kudretini yok 
etmemiştir. Onlara kolay olanı teklif etmiş, zor olanı 
buyurmamıştır. Az iyiliğe çok sevap vermiştir. Kul 
mağlûp olarak isyan etmez; mecbur olarak itaatte 
bulunmaz. O peygamberleri bir oyun için 
göndermemiş, kitabı abes olarak indirmemiş, gökleri 
ve yeryüzünü, ikisi arasında yaratılanları boş yere 
yaratmamıştır. "Bu, kâfir olanların zannı. Artık vay 
haline kâfirlerin ateşten."(38, Sâd, 27). 

Ebu-Câ'fer Muhammed b. Aliyy'il-Bâkır aleyhimes- 
selâm'dan rivayet edilmiştir, buyurmuşlardır ki: 

* Yeryüzünde Allah azabından iki aman verdi; biri 
kaldırıldı; öbürüne yapışın. Kaldırılan aman Allah'ın 
salâtı o'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'tı, Duran, kalan 
amansa istiğfardır. Allah Teâlâ "Sen, onların içinde 
oldukça onları azaplandırmaz ve gene yarlıganma 
dilerlerken, Allah, onlara azap vermez" buyurmuştur. 
(8, Enfâl, 33). 

* Tam fakih o kişidir ki insanları Allah'ın 
rahmetinden ümitsiz hâle düşürmediği, Allah'ın 



lütfünden onları meyus etmediği gibi Allah'ın 
mekrinden de onları emin etmez. 

* İnananların zanlarından sakının; çünkü yüce 
Allah gerçeği onların dillerine ilham eder. 275 

* Kur'an'da sizden öncekilere ait olaylar, sizden 
sonraki zamanlara ait haberler, aranızda carî olacak 
hükümler vardır. 

* İnananın yüzünde güleçlik vardır, kalbindeyse 
hüzün. Gönlü her şeyden geniştir, nefsi her şeyden 
alçak. Yücelikten nefret eder, şöhrete düşmandır, gamı 
gussası uzundur, düşünmesi derin. Susması fazladır; 
vakti yoktur. Çok şükreder, çok sabreder. Düşünceye 
dalmıştır, ihtiyâcı olanları görünce kendi ihtiyâcını 
hatırlamaz bile. Huyu güzeldir, geçinmesi hoş ve 
yumuşak. Şeref ve din bakımından serttir, huy 
bakımından kuldan alçak. 

* Amelsiz sevap dileyen, yaysız ok atmaya kalkan 
kişiye benzer. 

* Bu ümmetin en hayırlıları hakkında bile Allah'ın 
azabından emin olmamalısın; çünkü yüce Allah "Allah 
azabından emin olanlar ancak zarara uğramış 
topluluk-lardır" buyurmuştur (7, A'râf, 99); bu ümmetin 
en kötüsü hakkında bile Allah'ın rahmetinden ümit 
kesmemelisin; çünkü Allah, "Allah'ın rahmetinden kâfir 
olan topluluktan başka kimsecikler ümit kesmez" 
buyurmuştur. (Yûsuf, 87). 

* İnanan kişinin günde üç işi vardır: Bir zaman 
Rabbiyle münâcât eder, ona kullukta bulunur; bir 



275 - "İnananın anlayışından sakının; çünkü o, Allah nuruyla 
bakar, görür." (Hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 1, s.8). 



zaman geçimi için çalışır; bir zamanı da vardır, helâl ve 
güzel lezzetlerle zevklenir. Akıllı kişi, ancak üç şey için 
yolculuk eder: Geçimini sağlamak, âhiretini elde 
etmek, yahut da haram olmayan zevk ve lezzet elde 
etmek için. 

(Birisi, huzurlarında, Allah'tan suçlarımı örtmesini 
dilerim deyince buyurdular kh) 

* Anan yasında ağlasın; biliyor musun, suçların 
örtülmesini, bağışlanmasını istemek nedir? Suçların 
örtülmesini istemek, İlliyyin 276 derecesidir; bunun da 
altı anlamı vardır: Birincisi geçmiş suçlara nadim 
olmak, ikincisi ebedî olarak o geçmiş suçları bir daha 
işlememek, üçüncüsü Allah'a temiz ulaşmak, kul 
hakkında kendisinde bir şey olmadığı halde kavuşmak 
için yaratılmışların haklarını kendilerine vermek, 
dördüncüsü sana vacip olan bütün emirlerini yerine 
getirmeye niyet etmek, beşincisi, bedeninde hırstan 
bitip gelişmiş etleri, dertle, gamla eritmek, derini 
kemiğe yapıştıracak kadar zayıflamak, ondan sonra 
helâl lokmadan gelişen ete kavuşmak, altıncısı 
bedenine evvelce suç işleme tadını tattırdığın gibi 



276 - İlliyyin, 83. sûre-i celilenin (Muttaffıfin) 18-19. âyet-i 
kerimelerinde geçer ve yanı sûrenin 6-7. âyetlerindeki "Siccîn" 
karşılığıdır. Siccîn, zindan, hapishane anlamlarına gelen "sicn" 
kökündendir. Cehenneme denmiştir. Yedinci kat yerdir, 
kâfirlerin amel defterleridir diyenler de vardır. "İlliyyîn", yücelik, 
yükseklik anlamına gelen "alâ" kökündendir. Cennetlerin en 
yüce derececidir; müminlerin amel defterlerinin bulunduğu 
mânevi yerdir; müminlerin amel defterledir (A.Gölpınarlı: 
Kur'ân-ı Kerîm ve Meali; Açıklama, . 118-119). 



ibâdet elemini de tattırmaktır. Bu şartlardan sonra, 
Allah'tan suçlarını örtmesini dilerim diyebilirsin. 

Allah'ın öyle kulları vardır ki Allah onları kulların 
faydalarına hizmet etmek için nimetlerle 
nimetlendirmiştir. Onların ellerine nimetler vermiştir. 
Onlar da o nimetleri kullara ihsan ederler. Fakat ihsan 
etmediler mi de o nimetleri onlardan alıp başkalarına 
verir. 

* (Bâzı bayramlarda buyurmuşlardır ki:) 
Bayram, orucunu, geceleri ettiği ibadeti Allah'ın 

kabul ettiği kişiye bayramdır. Hangi gün Allah'a isyan 
edilmezse o gündür bayram. 

Allah dostları o kişileridir ki insanlar dünyânın 
görünü-şüne baktıkları zaman onlar, dünyânın içyüzü 
görürler. İnsanlar hemencecik elde edilecek dünyâ 
işleriyle uğraşır-larken onlar, bir müddet sonra gelecek 
âhireti elde etmek kaygısına düşerler. Ahiret işlerine 
koyulurlar. Kendilerini öldürecek zevklerden geçerler, 
o zevkleri öldürürler. Terk edecekleri şeyleri bilirler de 
daha önce terk ederler. Görürler, bilirler ki başkalarının 
dünyâdan elde ettikleri çok şey pek azdır. Onların 
dünyâyı elde etmeleri ellerinden yitirmelerinden başka 
bir şey değildir. 

* Allah dostları insanların uzaklaştıkları şeylere 
düşmandırlar. İnsanların düşman oldukları şeylere 
dostturlar. Onlarla Kitabın hükümleri bilinir; onlardır 
Allah'ın Kitabıyla bilenler. Onlarla Kitabın hükümleri 
yürütür; onlardır Kitabın hükmüyle yürüyenler. 
Umdukları şeyin üstünde umulacak bir şey görmezler 
onlar. Korktuklarının üstünde korkulacak bir varlık 
tanımazlar onlar. 



* İmânın alâmeti, yalan sana fayda, gerçek zarar 
verecek olsa bile gerçeği seçmen, sözünü bilginden 
fazla söylememen, başkalarının sözlerinde de Allah'tan 
korkman, çekinmendir. 

(Tevhid ve adlı sorulduğu zaman buyurdular ki:) 

* Tevhid Allah'ı vehmine göre tavsif etmemek, 
adaletse Allah'ı hikmet ve adalete zıt şeylerle 
töhmetlememektir. 

* Mümin, kardeşlerine karşı ululanmaya, ona güler 
yüz göstermemeye başladı mı, ondan ayrıldı demektir. 

"Gurer , ul-Hikem"den 

* Mümin, sevgisi Allah için, nefreti Allah için, 
alması Allah için, bırakması Allah için olan kişidir. 

* Mümin, insanların ezasına tahammül eden, fakat 
hiç kimsenin ondan incinmediği kişidir. 

* Beden secdesi, yüzün en şerefli yerlerini toprağa 
koymak, avuçlarıyla, dizleriyle, ayak parmaklarıyla, 
gönül alçaklığıyla ve hâlis niyetle toprağa kapanmaktır. 
Gönül secdesiyse geçici şeyleri gönülden çıkarmak, 
varlığı yok olmayacak şeylere tam bir himmetle 
yönelmek, ululuğu ve benliği bırakmak, dünyâ 
bağlarını kesmek, peygamberlik huylarıyla 
huylanmaktır. 

* Bedenin orucu, irâde ve ihtiyarla azaptan korkup 
sevaba girmeyi, ecre nail olmayı dileyerek yemekten 
kesilmektir. Nefsin orucu, beş duyguyu öbür suçlardan 
çekmek, kalbi de bütün şer sebeplerinden ayırmaktır. 
Kalbin orucu, dil orucundan, dilin orucu karnın 
orucundan hayırlıdır. 



* Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kimseyi 
delâlete sevk etmez ve Allah kullarına zulmedici 
değildir. 277 

* Kur'ân'ın helâl ettiğini haram sayan kişi 
inanmamıştır. 

* Şu Kur'an'la düşüp kalkan hiçbir kimse yoktur ki 
bir fazlalığa ermesin, yahut noksana düşmesin. Ona 
uyarsa hidâyette ileri gider, uymazsa körlükle noksana 
düşer. 

* Takıyyesi olmayanın dini de yoktur. 278 

* Size beş vasiyet ediyorum ki, develere binip 
seferlere düşseniz de onları elde etseniz değer mi 
değer: 

* Hiç biriniz rabbinizden başkasından birşey 
ummasın; günâhından başka bir şeyden korkmasın. 
Hiç biriniz kendisinden bilmediği bir şey sorulunca 



277 - 3. sûrenin (Al-i İmrân) 182, 8. sûrenin (Enfâl) 51. 20. 
sûrenin 10, 41. sûrenin (Fussilat) 46. ve 50. sûrenin (Kaaf) 29. 
âyet-i kerîmelerinde Allah'ın kullarına zulmetmeyeceği 
bildirilmektedir. 

278 - Takıyye, tehlike, hâlinde kendini ve Müslümanları, dini 
korumak için inancı gizlemek anlamına gelir. 3. sûrenin (Âl-i 
İmrân) 28. âyetinde, "İnananlar, îman edenleri bırakıp da kâfir 
dost edinmesinler, bu işi yapan Allah'tan bir şey beklemesin. 
Fakat kâfirlerden çekinmeniz gerekse o baş-ka. Allah 
kendisinden sakınmanızı emretmektedir ve dö-nüp varılacak 
yer de Allah tapışıdır" demekte, 16. surenin (Nahl) 106. 
âyetinde de kalbi tam inandığı hâlde zorla küfrü mucip sözü 
söyleyenin kâfir olmayacağı beyan buyrulmak-tadır. Takıyye bu 
âyetlere dayanır. Ancak İslâm'ın üstünlüğü, dayanmakla 
mümkünse o vakit takıyye caiz olmaz. 



bilmiyorum demekten utanmasın. Hiç bir kimse 
bilmediği bir şeyi öğrenmekten çekinmesin. Sabredin, 
çünkü sabır imana nispetle cesetteki baş gibidir. Başı 
olmayan bedende hayır yoktur. Sabır olmadıkça da 
imandan hayır gelmez. 



•k Jc Jc 



2. Bölüm 



HZ. MU HAM MED (S.A.A), KENDİLERİ, EHLİBEYT 

(A.S) 

* (Rasûlullah Sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in 
defni ânında buyurdular ki:) 

Sabır güzeldir, fakat sana karşı değil. Ağlayıp 
sızlanmak kötüdür, fakat sana değil. Senin musibetine 
uğramak pek büyük bir şey. Bundan önce uğradığımız 
musibetler de bir şey değil, bundan sonra 
uğrayacaklarımız da. 

* Bizim hakkımız haktır; verirlerse alırız; 
vermezlerse yol uzasa bile develere biner, yürür gideriz. 

* (Şam yolunda Anbar köylüleri Hazretîn ardında 
yaya gitmeye başladıkları vakit, Bu yaptığınız nedir 
diye sordular. Köylüler, biz dediler, uyruk sahiplerimizi 
böyle ulularız; âdetimiz budur bizim. Hazret buyurdular 
ki.) 

Allah'a andolsun, bu bir iş ki bununla buyruk sahibi 
olanlarınız faydalanmaz; sizse dünyâda bu işi 
yapmakla kendinizi meşakkate sokmadasınız; âhirette 
de azaba uğratmadasınız. Ne kötü meşakkattir, ne 



olmaz zahmettir o ki, sonunda azap var. Ne hoş 
rahatlıktır o ki, onunla âhirette ateşten esenlik var. 

* Şu kılıcımla, bana buğzetmesi için müminin 
beynine vursam bile gene bana buğzedemez. Beni 
sevmesi için bütün dünyâyı münafığın önüne döküp 
sersem gene beni sevemez. Bu, Ümmi Peygamberin, 
Allah'ın salevâtı O'na ve soyuna olsun, dilinden çıkan 
ve takdire uyan bir sözün özüdür ki buyurmuştur: Yâ 
Ali, mümin sana buğzetmez, münafık seni sevmez. 279 

(Kendilerini haddinden fazla öven birisine 
buyurdular ki:) 

* Ben dediğinden aşağıyım, gönlünde 
gizlediğinden üstünüm. 

(Bir toplumun, kendilerini, yüzlerine karşı övdükle- 
rini duyunca buyurdular ki:) 

* Allah'ım, benim ne olduğumu benden daha iyi 
bilirsin sen. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. 
Allah'ım, onların sandıklarından daha hayırlı et bizi, 
bilmedikleri suçlarımızı da bağışla. 

* Biz orta yolu tutanlarız. Geride kalan gelir, bize 
ulaşır; ileri giden döner, bize kavuşur. 

(Kendini nasıl buluyorsun yâ Emir'el-Müminin diye 
soran birisine buyurdular ki:) 

* Varlığını yok olmakta, sıhhatini hastalık 
kavramakta, emin olduğu yerden musibetlere 
çatmakta olan kişinin hâli nice olur ki? 

* Benim yüzümden iki kişi helak olmuştur: Sevip 
hakkımda ileri giden, sevmeyip aleyhimde bulunan. 



279 - "Yâ Ali, seni ancak mümin sever, sana ancak münafık 
buğzeder." (hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.206). 



(Kendilerine Kureyş'ten sorulunca buyurdular ki:) 

* Mahzumoğulları Kureyş'in gülleridir; erlerinin 
sözlerini duymayı, kadınlarıyla nikâhlanmayı seversin. 
Abdü Şems-oğulları (Ümeyyeoğulları), rey bakımından 
en uzak, arkalarını korumakta, ihtiyatla hareket 
etmekte en ileri varanlarıdır. Bizse elimizde olanı ihsan 
ederiz; ölüm çağında canlarımızı cömertçe veririz. 
Onlar çokluktur; düzencidir, çetin huyludur; bizse sözde 
daha fasih, öğüt vermede daha ileri güler yüzlülükte 
daha üstünüz. 

* Gerçeği gördüğüm andan beri gerçek hakkında 
şüpheye düşmedim ben. 

* Şaşarım şu işe: Hilâfet Rasûlullah'la sohbet 
yüzünden tahakkuk ediyor da sohbet ve yakınlık 
yüzünden tahakkuk etmiyor. 

* Yalan söylemedim; bana da yalan söylenmedi; 
sapıklığa düşmedin, kimse de benim yüzümden 
sapıklığa düşmedi. 

* Ben müminlerin emiriyim, onlar bana uyarlar; 
malsa kötü kişilerin emiridir; onlar da ona uyarlar. 280 

Gurer'ul- Hikem'den 

* Sakının bizim hakkımızda ileri inanca 
sapmaktan; biz kullarız, yaratılmışız; buna inanın; 
sonra bizim hakkımızda, üstünlüğümüz hakkında 
dilediğiniz inancı güdün (Ancak Tanrılık, Peygamberlik 
müstesna). 



280 - "Ali, müminlerin dilediği istediği, uyduğu kişidir; malsa 
münafıkların dilediği şey." (Hadis. Cami, 2, s.55) 



* İnsanların körlükte en ileri gideni sevgimize, 
üstünlüğümüze göz yumanı, suçsuz olduğumuz halde 
bizi düşman olanıdır; biz onu gerçeğe çağırırız, oysa bizi 
fitneye çağırır, dünyâya çağırır; bize düşman olur, 
düşmanlık güder. İnsanların en kutlusu da 
üstünlüğünüzü bileni, bizimle Allah'a tevessül edeni, 
sevgimizde ihlâs sahibi olanı, çağırdığımıza uyanı, 
nehyettiğimizi terk edendir. Bu çeşit kişi bizdendir ve 
ebedilik yurdunda bizimledir. 281 



281 - "Kim Al-i Muhammed'e sevdiği halde ölürse şehâdet 
mertebesine erişmiş olarak ölür. Bilin kim Âl-i Muhammed'i 
sevdiği hâlde ölürse yarlıganmış olarak ölür. Bilin, kim Âl-i 
Muhammed'i severek ölürse tövbe etmiş olarak ölür. Bilin, kim 
Âl-i Muhammed'i severek ölürse imanı kamil mümin olarak 
ölür. Bilin ki, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse ölüm meleği 
ona cennet müjdesi verir; sonra da Münker ve Nekir onu 
cennetle muştular. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse 
gelin kocasının evine gider gibi cennete gider. Bilin, kim Âl-i 
Muhammed'i severek ölürse Allah, kabrinde cennete iki kapı 
açar onun. bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse mezarı 
rahmet meleklerinin ziyaretğâh olur. Bilin, kim Âl-i 
Muhammed'i severek ölürse sünnet üzere gerçeğe uyan 
topluluktan olarak ölür. Şunu da bilin, kim Âl-i Muhammed'e 
buğzederek ölürse kıyamet gününde iki gözü arasına bu, 
Allah'ın rahmetinden meyustur sözü yazılmış olarak gelir. Bilin, 
kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse kâfir olarak ölür. 
Bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse cennetin 
kokusunu bile duyamaz." (Kur'ân-ı Mecid'in 42. sûre-i 
celilesinin, Şûra, "Bu, Allah'ın inanan ve iyi işlerde bulunan 
kullarını müjdelemesidir işte. De kî: Sîzden tebliğime karşılık 
bîr ücret istemiyorum, istediğim ancak yakın la-rıma sevgidir ve 
kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükâfatını 
arttırırız. Şüphe yok kî Allah suçları örter. İyiliğe mükâfatla 



* İyiliklerin en üstünü, en iyisi bizi sevmek, 
kötülüklerin en kötüsü de bize buğzetmektir. 

* Bizim en çok sevdiğimiz kişi, bizi seveni seven, 
bize düşman olana düşman olandır. 

* Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Muhammed'in gerçek dostu, isterse soyu ona 
ulaşmasın, Allah'a en fazla itaat edenidir. Allah'ın 
salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in düşmanı 
da, isterse soyu ona ulaşsın, yakın olsun, Allah'a isyan 
edendir. 

* Gerçekten de Allah'tan başka yoktur tapacak 
sözünün şartları vardır; ben ve zürriyyetim, onun 
şartlarındanız. 

* Gerçekten de yüce Allah, yeryüzünde bizi seçti, 
bize de yardım etmek, ferahlığımızla ferahlanmak, 
hüznümüzle hüzünlenmek, canlarını, mallarını 
yolumuza vermek için Şiamızı seçti; onlar bizdendir, 
bize gelirler, cennette de bizimledir onlar. 282 



karşılık verir" mealindeki 23. âyetinin Zamahşerî tarafından 
"Keşşaftaki tefsirinden naklen "Fedâil'ül-Hamse", 2, s. 78-79). 
Bu hadis ile Âl-i Muhammed'-in sevgisi ve maazallah, buğzuna 
sonuçlar verir, belli olur; fazla tafsile sanırız ki hacet yoktur. 

282 - Şia, taraftar demektir, ism-i mensubu Şii'dir. Bu söz 
mühdes olmayıp Hazreti Peygamber (s. a. a) tarafından, 98. 
sûre-i celilenin (Beyyine) "İnananlar ve İyi İşlerde bulunanlar, 
şüphe yok ki yaratılmışların en hayırlılarıdır" mealindeki 7. 
âyet-i kerimesinin tefsirinde "Ali ve Şia'sı yaratılmışların en 
hayırlılarıdır" buyrulmuş aynı âyetin tefsirinde "Nefsim kudret 
elinde olana andolsun ki bu ve Şia'sı kıyamet günü 
kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir" 
demişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ashabı, Ali (a.s) gelince, 



* Bizim işimiz gerçekten de çetindir; 
çetinleştirilmiştir; pek serttir, sertleştirilmiştir; 
gizlenmiştir, perde ardına alınmıştır, ona, Allah'a yakın 
melek, yahut gönderilmiş peygamber, yahut da noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah tarafından gönlü 
îmanla sınanmış inanan kişi tahammül edebilir. 

* Sorun beni yitirmeden; çünkü andolsun Allah'a, 
Kur'an'da hiç bir âyet yoktur ki niçin ve kimin hakkında 
indi, nerede indi, düzlükte mi, dağlıkta mı, hepsini de 
en iyi bilenim ben. Gerçekten de rabbim bana, anlayan 
bir akıl, söyleyen bir dil ihsan etmiştir. 

* Perde kaldırılırsa bile yakıynim artmaz benim. 

* Bize sarılan, bize ulaşır; bizden ayrılan, geri kalır, 
helak olur; emrimize uyan, öne geçer, kutluluğa erer; 
bizim gemimizden başka bir gemiye binen boğulur 
gider. 283 

* Kim bizi gönlüyle sever, diliyle bizimle olur, 
kılıcıyla düşmanımızla savaşırsa o, cennette bizimle, 
bizim derecemizdedir. Kim gönlüyle bizi sever, diliyle 

"Yaratılmışların en hayırlısı geldi" derlerdi. "Ali ve Şia'sı 
kıyamet gününde kurtulanların, muratlarına erenlerin ta 
kendileridir" hadis-i şerifi de aynı mealdedir. Bunlardan başka 
hadislerde de Ali taraftarları "Şiâ" adıyla geçer (İbn-i Cerir-i 
Tabari tefsirinden, Süyûti'nin "Ed-Dürr'ül-Mensur"undan, 
"Savâık'ul-Muhrıkak dan, "Künûz'ül-Hakaaık"dan, "Mecna'uz- 
Zevaif'den naklen "Fadâil'ül-Hamse, 1, s.277-278, 2, 93-95). 
Kur'ân'ın 19. sûresinin 69. 28. sûresinin 15, 371. sûresinin 83. 
âyetlerinde "Şia" sözü, çeşitli münâsebetlerle geçer. 

283 - "Ehlibeytim Nuh'un gemisine benzer. O gemiye kim 
bindiyse kurtuldu; kim baş çekti, binmediyse boğuldu gitti." 
(Hadis. Cami, 2, s.136). 



bize yardım eder, fakat eliyle bize yardım etmez, 
düşmanımızla savaşmazsa; cennette bizimledir, fakat 
bizim derecemizden aşağı bir derecededir. 

* Bildiğim, tanıdığım andan beri hakkı inkâr 
etmedim. Bana gösterildiği andan beri hakta şüpheye 
düşmedim, yalan söylemedim. Kimse de benim yalan 
söylediğimi söylemedi. Ben ne yolumu sapıttım, ne de 
benim yüzümden biri yolunu sapıttı. 

* Biz hakka çağıranlarız; halkın imamlarıyız: 
Gerçek dilleriyiz. Kim bize itaat ederse kurtuluşa erer. 
kim bize isyan ederse helak olur gider. 

Biz Hıtta'nın kapışıyız. O kapı selâmet kapısıdır. 
Kim girerse esen kalır, kurtulur; kim muhalefet ederse 
helak olur. 284 



284 - "Bir vakit şu şehre girin, nimetlerinden, nerede 
dilerseniz orda bol bol yiyin; kapısından secde ederek girin, 
burası yurttur deyin; yarlıganma dileyin de suçlarınızı örtelim; 
iyilikte bulunanların sevabını daha da arttıracağız demiştik." 
(2, Bakara, 58) "Hani o zaman onlara, bu şehirde yerleşin ve 
dilediğiniz yerde dilediğiniz şeyi yiyin ve bu makam suçların 
döküldüğü makamdır deyin; kapıdan yerlere kapanırcasına 
eğilerek girin de suçlarınızı örtelim; iyi hareket edenlerin 
mükâfatını da fazlasıyla verelim denmişti." (7, A'raf, 161) 

Bu iki âyet-i kerimede, "Suçların döküldüğü makam, yurt 
"Hıtta" diye geçer. Hadis-i Şerifte, "Ehlibeytim aranızda Nuh 
kavmi içinde Nuh'un gemisine benzer. Kim o gemiye bindiyse 
kurtuldu; kim binmediyse helak oldu ve İsrâiloğulları içindeki 
Hıtta'ya benzer" ve sonunda "Kim oraya giderse yarlıgandı" 
ilavesiyle geçer (Süyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr"un-dan, "Kenz'ül- 
Ummârden, "Mecma'uz-Zevaif'den naklen "Fedâil'ül-Hamse" 
2, s.57-59). 



* Biziz Allah kullarına, onun eminleri, şehirleri 
hakkı yüceltenler; dost bizimle kurtulur, düşmanlık 
eden bizim yüzümüzden helak olur. 

* Biziz peygamberlik ağacı, vahyinin indiği yer, 
meleklerin gelip gittiği mahal, hikmetlerin kaynakları, 
ilmin mâdenleri. 

* Biziz Rasûl-i Ekrem'in elbisesi, onun dostları, ona 
hizmette bulunanlar, ona varılacak kapılar. Evlere 
ancak o kapılardan girilir; kapılardan başka yerden 
girenler hırsızdır; cezaya çarpılır. 285 

* Heyhat, eğer Allah'tan çekinmeseydim Arabın 
dahîsi olurdum ben. 

* Andolsun ki, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, 
Rasûlullah'ın ashabından olup, ondan duyduklarını 
unutmayanlar, bilirler, ben bir an bile ne noksan 
sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın emrini reddettim, 
ne Rasûlü'nün emrini. Allah'ın bana lütfettiği erlikle 
yiğitlerin durakladıkları, ayakların geriye çekildiği 
yerlerde canımla, başımla onu korudum. Allah'ın salâtı 
O'na ve soyuna olsun, elimden geldiği kadar canımı 
ona feda ettim; bütün gücümle düşmanlarıyla 



285 - 2. Sûrenin (Bakara) 189. âyet-i kerimesinde evlere 
kapılardan girilmesi emir buyrulmaktadır. Rasûl-i Ekrem de 
"Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır; ilmi isteyen kapıya gelsin", 
"Ben hikmet eviyim, Ali kapısıdır", "Ali ilminin kapısıdır, benden 
sonra benim gönderilip tebliğ ettiğim şeyleri size apaçık 
bildirendir; onu sevmek imandır; ona buğzetmekse nifaktır" 
buyurmuşlardır (Tabarânî, Câmi'us-Sagıyr, Müsted-rek'üs- 
Sahihayn, Tirmizi, İbn-i Cerir, Kenz'ül-Ummâl ve Deylemî'- den 
naklen "El-Murâcaât", s. 188). 



savaştım, nefsimle onu korudum; o da benden başka 
kimseye nasip olmayan ilmini bana lütfetti. 

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah 
vefat ettiği zaman başı göğsündeydi, ağzının yârı 
avcıma aktı, onu yüzüme sürdüm. Allah'ın salâtı O'na 
ve soyuna olsun, onu yıkamaya koyuldum; melekler 
yardımcılarımdı. Ev halkı ve civarı feryatla dolmuştu. 
Meleklerin bir kısmı inmedeydi, bir kısmı çıkmadaydı. 

Sesleri hâlâ kulaklarımdadır; ona salavât 
getiriyorlardı, bu, onu kabrine yerleştirinceye dek sürdü 
gitti. Hayâtında da, memâtında da ona benden yakın 
kimdir ki? 

* Haktan ve hak ehlinden ayrılma; ayağın 
sürçmesin, çünkü biz Ehlibeyti bırakıp başkasına 
sarılan helak olur, dünyâsını da yitirir, âhiretini de. 

(Eimme-i Hûdâyı (s.a.a) anlatırlarken buyurmuşlar- 
dır ki:) 

* Bilgileri iman gerçekliğiyledir. Yakıyn ruhuyla 
yakıyne ermişlerdir. Nimete erenlerin güç bulduklarını 
onlar kolay sayarlar; bilgisizlerin kaçtıkları, 
hoşlanmadıkları şeylerle huylanırlar. Ruhlarıyla en yüce 
yerdeyken dünyâ ehliyle, bedenleriyle konuşur 
görüşürler. Onlar yeryüzünde Allah halifeleridir; onun 
dinine halkı çağıranlardır. Âh âh onları görmeyi ne de 
özlemişimdir. 

Onlardır îmânın direkleri, halkın Allah'a vesileleri. 
Hak onlarla aslına erer; batıl onlarla sökülür gider; dili 
kesilir, susar. Dini korumak ona riâyet etmek 
hususunda sıkı davranırlar. Bu husûsi sımsıkı tutarlar. 
Hem de duyup rivayet etmek yoluyla değil. Allah'ın 
salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın sırrının 



mahremi onlardır; emrini koruyanlar, bilgisine sahip 
olanlar, hükmünü yerine getirenler, kitaplarını 
hıfzedenler, dininin dağları onlardır. 

Dinin gözüdür, yüzüdür onlar. Rahmân'ın 
hazineleridir onlar. Söylerlerse gerçek söz söylerler; 
susarlarsa başkaları sözlerine söz katamaz. Onlardır 
dînin esası, yakıynin direği. İleri giden, dönüp onlara 
gelir; geri kalan varır onlara ulaşır. 

Onlardır karanlıkların ışıkları, hikmetlerin 
kaynakları, ilmin mâdenleri, hilmin karar ettiği yerler. 
Onlardır ilmin yaşayışı, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri 
ilimlerinden haber verir size; susmaları, sözlerini anlatır 
size. Hakka aykırı hareket etmezler ve hakta ayrılığa 
düşmezler. Hak, susarlarsa da onlardadır, söylerlerse 
de, gerçek tanık olurlarsa da. 

* Tohumu yarıp bitirene, bedeni halkedene 
andolsun; bir toplum çıkacak ki önceden Muhammed 
(s.a.a), nasıl Kur'ân'ın tenzili için savaştıysa, o toplum 
da te'vili için başlarınıza vuracak ve bu, size Rahmân'ın 
hükmüdür, âhır zamanda olacak. 286 



286 - (Muâviye, Ali'nin (a.s) Şiası'ndan Dırâr'a, bana Aliy'i 
anlat demişti. Dırâr bundan vazgeçmesini söylediyse de 
Muâviye ısrar edince dedi ki:) 

Şehâdet ederim ki onu bâzı vakit gece karanlığı basınca 
mihrabında eliyle sakalını tutup, yılan sokmuş bir kişi gibi 
titreyerek, derde uğramış gibi ağlaya ağlaya şöyle dediğini 
görmüşümdür, duymuşumdur: 

Ey dünyâ, ey dünyâ, uzaklaş benden, bana mı gelmedesin 
aldatmaya beni, yoksa beni mi dilemekte, özlemektesin? 
Benim gönlüme girmene, benim de seni sevmeme imkân yok. 
Heyhat, sen benden başkasını aldat. Benim sana ihtiyâcım 



yok. Ben seni üç kere boşadım; artık sana dönmeme, seni 
almama imkân yok. Ömrün azdır, değerin aşağıdır; dilediğin 
hordur bence senen. Âh azığın azlığından, yolun uzunluğundan, 
yolculuğun uzak, varılacak yerin pek yüce oluşundan. 

Dırâr, bu sözlerden önce "Andolsun Allah'a ki, onun 
yüceliğine bir son ululuğuna bir sınır yoktu. Gücü, kuvveti 
çetindi. Kesin söz söylerdi. Adaletle hükmederdi. Her yanından 
bilgi fışkırırdı, akardı. Her sözünde hikmet dile gelir, coşardı. 
Dünyâdan, dünyâ lezzetlerinden çekinirdi. Geceleri gecenin 
garipliğiyle esenleşirdi. Çok ağlardı. Uzun uzun düşünürdü. Halk 
içinde en değersiz ve kısa elbise giyen oydu; en değersiz 
şeyleri yiyen oydu. Aramızda, içimizden birisi gibiydi, bir şey 
sorduk mu cevap verirdi; bir şey sorarsa cevap verirdik; fakat 
andolsun Allah'a, onun bize bu kadar yakınlığına, bizim ona bu 
derece yakınlığımıza rağmen gene de heybetinden söz 
söyleyemezdik ona. Din ehlini ulular, ağırladı. Yoksulları 
kendisine yaklaştırır, hatırlarını sorardı; gönüllerini alırdı. 
Kuvvetli kişi, o varken olmayacak bir işe girişmezdi. Zayıf kişi, 
adaletinden meyus olmazdı" demişti. 

Muâviye, bu sözleri duyunca nasılsa müteessir olmuş, 
gözyaşını yeniyle silmiş. Dirâr'a, ondan ayrıldıktan dolayı ne 
derecede müteessirsin diye sormuştu. Dırâr, tek çocuğu 
kucağında boğazlanan ana kadar diyerek ona, emriyle 
yaptırdığı bir cinayeti hatırlattı. Muâviye, benden sonra dedi, 
benim adamlarımdan birine beni sorsalar bu çeşit bir şey 
söylemez (Dırâr için "Tenkıyh'ül-Makaal"e, 2, s. 105-106, 
Kazvini Şerhi'ne, c.4, 105. sahifenin notuna bakınız). 



3. Bölüm 



DUNYA-AHIRET 

* Dünyâ bir topluma teveccüh etti mi başkalarının 
iyiliklerini, güzelliklerini eğreti olarak onlara verir; bir 
toplumdan da yüz çevirdi mi kendilerindeki iyilikleri, 
güzellikleri de onlardan gidiverir. 

* Dünyadakiler, uykuda yol alan kervan ehline 
benzerler. 

* Zaman bedenleri yıpratır, dilekleri tazeler, ölümü 
yakınlaştırır; umulanı uzaklaştırır, kim ona dost olur, 
onu elde ederse zahmete düşer, kim onu yitirirse 
yorulur, darlığa uğrar. 

* İnsanların solukları ecellerine doğru attıkları 
adımlarıdır. 

* Zamanı ve zamanındakileri düzgünlük, iyilik 
kavradı mı bir insan, kendisinden kötü bir şey 
görünmeyen birisi hakkında kötü zanna düşerse 
zulmetmiş olur. Zamanı zamanındakileri kötülük 
kavradı mı bir insan, birisi hakkında iyi bir zanda 
bulunursa kendisini aldatmış olur. 



* Dünyâ görünüşü yumuşak olan, içinde öldürücü 
zehir bulunan bir yılana benzer. Aldanan bilgisiz ona 
meyleder, akıllı kişiyse ondan çekinir. 

* Zaman ikidir; Ya sana yâr olur, ya aleyhine döner. 
Yâr oldu mu, aldanıp gaflete düşme; aleyhine döndü 
mü de dayan. 

(Bir cenazede gülen birisini duyunca buyurdular ki.) 

* Sanki ölüm, bizden başkalarına yazılmış, sanki 
bu gerçek, bizden başkasına hükmedilmiş. Sanki görüş 
durduğumuz şu ölüler, bir yere gidiyorlar ki tez bir 
zamanda dönüp tekrar gelecekler bize. Onları 
kabirlerine götürmedeyiz; miraslarını yemedeyiz. Sanki 
bizler onlardan sonra kalacaklarmışız. Her öğüdü 
unutmuşuz, her âfeti ardımıza atmışız. Bizi 
kökümüzden çıkaracak her belâya göz yummuşuz. 

Ne mutlu kendisini alçaltana, kazancını tertemiz 
bir hâle koyana, özünü düzgün bir hâle getirene, 
huyunu güzelleştirene, malının fazlasını yoksullara 
verene, ağzını beyhude sözlerden yumana, şerrini 
insanlardan giderene; kendisine sünnet ağır 
gelmeyene, bidate mensup sayılmayana. 

* Şaşarım nekese ki korktuğu yoksulluğa doğru 
koşup durur; arayıp istediği zenginlik, elinden yiter 
geder. Dünyâda yoksullar gibi yaşar âhiretteyse 
zenginlerin sorusuyla soruya çekilir. 

Şaşarım o gülen, benliğe düşen kişiye ki, dün bir 
meni parçasıydı, yarın bir leş olacak. 

Şaşarım Allah'ın varlığından şüpheye düşene ki 
Allah'ın halkını görüp durur. Şaşarım Allah'ın 
varlığından şüphe edene ki ölenleri gözleriyle görür. 
Şaşarım âhiret yaşayışını, tekrar dirilişi inkâr edene ki 



ilk yaratılışı görür, bilir. Şaşarım yokluk yurdunu yapıp 
durana ki varlık yurdunu terk eder gider. 

(Sıffin'den dönerlerken Küfe dışındaki mezarlığa 
gelince buyurdular kî:) 

* Ey yalnızlık diyarının, ıssız yerlerin, karanlık 
kabirlerin halkı, ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş, 
yalnızlığa eş olmuş, korkunç ve tenhâ yerlere sığınmış 
kişiler, siz bizden önce yaşadınız, gittiniz; bizse ardınıza 
düştük, size ulaşmak üzereyiz. Bıraktığınız evlerde 
oturanlar var; zevcelerinizi nikahladılar; mallarınızı 
paylaştılar. Bu bizim size verdiğimiz haber, sizden ne 
haber var? 

(Sonra ashabına dönerek buyurdular ki:) 

Söz söylemelerine izin verilseydi size elbette haber 

verirler, derlerdi ki: Gerçekten de en hayırlı azık 

takvadır. 287 

* Allah'ın bir meleği vardır, her gün bağırır; doğun 
ölüm için. Toplayın yok olmak için, yapın yıkılmak 
için. 288 

* Dünya karar edilecek yurda geçittir; insanlarsa 
orda iki bölüktür: Bir bölüğü kendilerini satar; helak 
eder dünyâ onları. Bir bölüğü canlarını kurtarır; azâd 
eder dünyâ onları. 

* Zamanın değişmesi insanların özlerindekini 
bildirir. 



287 - 2. sûrenin 197. âyet-i kerimesine işaret buyurmakta- 
dırlar. 

288 - "Doğun ölüm için, yapın yıkılmak için" (Hadis, 
Künûz'ül-Hakaık, 2, s.146). 



* İnsanlar, dünyanın oğullarıdır. İnsan anasını 
severse kınanmaz. 

* Yoksul Âdemoğlu, eceli ne vakit gelip çatacak, 
bilmez. Ne illetlere uğrayacak, haberi bile olmaz. 
Yaptığı işler unutulmaz. Sivrisinek ısırsa canı yanar; 
boğazında su dursa onu boğar; terlese pis pis kokar. 

* Dünyâ başkaları için yaratılmıştır, kendi için 
değil. 

(Birisini dünyayı kınarken, yererken duyup 
buyurdular ki:) 

* Ey dünyânın aldayışlarına kapılan, uyduruşlarına 
aldanan, dünyâya kapılıyor, sonra da onu yermeye mi 
girişiyorsun? Sen mi dünyâyı suçlamadasın; dünyâ mı 
seni suçlamada? Ne vakit dünyâ seni şaşırttı, ne vakit 
aldattı? Toprağa atıp çürüttüğü babalarının helak 
oldukları yerlere mi aldattı seni; yoksa yer altına attığı 
analarının yarattığı yerlerle mi kandırdı seni? 

Ne kadar çalıştın onlardan derdi, hastalığı 
gidermeye. Ne kadar uğraştın onları tedavi ettirmeye. 
Onların iyileşmelerini diledin; onları iyileştirmek için 
hekimlere baş vurdun. Bu esirgemelerin onların hiç 
birine fayda etmedi. Onların devasını aradın; çâresi 
olmadı; gücünle kuvvetinle ölümü gideremedin 
onlardan. 

Dünyâ onlara ettiği işle, sana örnek verdi; öldükleri 
yerle öleceğini gösterdi. Oysa dünyâ, sözünü 
gerçekleyene gerçeklik yurdudur; sözünü anlayana 
kurtuluş evidir. Ondan azık toplayana zenginlik 
diyarıdır; öğüdünü tutana öğüt mahallidir. 

Dünyâ, Allah dostlarının secde yeridir; Allah 
meleklerinin namazgahı. Allah vahyinin indiği yerdir; 



Allah dostlarının alış veriş yurdudur. Orada rahmet elde 
edenler; orada kâr edinirler, cenneti kazanırlar. Dünyâ, 
ölümü açıkça haber verdiği, kendisinden ayrılacağımızı 
seslenip bildirdiği, kendisinin ve kendinden olanların 
akıbetini anlattığı halde, kimdir ki onu kınar, yermeye 
kalkar? 

Dünyâ, belalarıyla belâyı gösterir ehline; sevinciyle 
onları sevince teşvik eder. İnsan esenlikle dünyâda 
akşamı eder, musîbetle sabahı bulur. Bu, tâata 
yöneltmesidir onun; isyandan korkutmasıdır; 
çekinmeyi telkin etmesidir onun. 

Nedametle sabahlayanlar kınarlar onu. Kıyamet 
günü başkalarıysa överler onu. Çünkü dünyâ onlara 
akıbeti anlatmıştır, onlar da anlamışlardır; ne olacağını 
söylemiştir onlara, gerçeklemişlerdir onu; öğüt 
vermiştir onlara, tutmuşlardır öğüdünü onun. 

* İnsanlara bir zaman gelip çatar ki o zamanda 
Kur'ân'dan ancak eser ve yazı, İslâm'dan da isim kalır. 
O gün insanların mescitleri mâmurdur yapı 
bakımından; haraptır hidâyete mahal olmak 
bakımından. O gün mescitlerde oturanlar, onları 
yapanlar, yeryüzünün en kötü kişileridir; fitne onlardan 
çıkar, suç ve hatâ onlara sığınır. Kim o fitneye 
girmemek isterse sürüp götürürler, kim geri kalırsa 
yürütüp alırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan 
Allah buyurur ki: Zâtıma andolsun ki ben, o kavme 
öylesine bir fitne gönderirim ki bilim sahibi bile şaşırır 
kalır ve o fitneye dalar. Biz Allah'ın bağışlamasını, 
gafletle ayağımızı kaydırmamasını dilemekteyiz. 289 



289 - "Ümmetime bir zaman gelecek çatacak ki o zamanda 



Gurer'ul-Hikem'den 

* İnsanlar bir tomara çizilmiş suretlere benzerler. 
Tomar dürüldükçe bir kısmı yiter, bir kısmı gelir. 

* Geceyle gündüz yaşayanların eserlerini 
gidermek, geçmişlerin izlerini yok etmek için çalışıp 

duran iki emekçidir. 

* * * 



Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakihler azalacak, ilim alınacak, 
fitne çoğalacak. Bundan sonra bir zaman da gelecek ki 
ümmetimden Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakat Kur'an, 
boğazlarından aşağı geçmeyecek, onunla amel etmeyecekler. 
Bundan sonra da müşrik, müminin söylediği söz üzerine, 
onunla Allah hakkında mücadeleye girişecek." (Hadis, Cami, 2, 
s.28). 



4. Bölüm 



AKIL, BİLGİ 

* Akıllının gönlü, sırrının sandığıdır. Güler yüz, güzel 
huy dostluk ağıdır; tahammülse ayıpların kabridir. 

(İmam Hasan'a (a.s) buyurdular ki.) 

* Oğulcuğum, benden dört şey belle, işlediğin 
zaman sana zarar vermeyecek dört şeyi de aklında tut: 
Zenginliğin en üstünü akıldır; yoksulluğun en büyüğü 
ahmaklık. Korkulacak şeylerin en korkuncu kendini 
beğenmektir; soyun-sopun en yücesi güzel huy. 
Oğulcuğum, ahmakla eş dost olmaktan sakın; sana 
fayda vermek isterken zararı dokunur. Nekesle eş dost 
olmaktan sakın; ona en fazla muhtaç olduğun zaman 
yardımına koşmaz, oturur. Kötülük edenle eş dost 
olmaktan sakın; o, pek az bir şeye seni satar gider. 
Yalancıyla eş dost olmaktan sakın; çünkü o, seraba 
benzer; uzağı yakın gösterir sana, yakını uzaklaştırır 
senden. 

* Akıllının dili gönlünün ötesindedir; ahmağın 
gönlüyse dilinin ötesinde. 290 



290 - Akıllı gönlüne danışır, doğru bulduğunu söyler, ahmak, 



* Akıl gibi zenginlik, bilgisizlik gibi yoksulluk, edep 
gibi miras, danışmak gibi arka olamaz. 

* Bilgisiz kişiyi, bir işte, bir fikirde ya pek ileri 
gitmiş görürsün, ya pek geri kalmış. 

* Akıl tamamlandı mı söz azalır. 

* İşler şüpheli göründü mü, sonunu görerek önü 
hakkında hüküm vermek gerekir. 

* Nerede olursa olsun, hikmeti almaya bak; çünkü 
hikmet münâfıkın gönlünde, oradan çıkıp ona sahip 
olan müminin gönlüne girerek karar edinceye dek 
sakin olmaz. 

* Hikmet, müminin yitik malıdır; isterse nifak 
ehlinden olsun, hikmeti al. 291 

* Bilmiyorum demeyi bırakan kişi, öleceği yerden 
yaralanır gider. 

* Bilginin en aşağılığı, dilde olanıdır; en yücesi de 
insanın uzuvlarında ve işlerinde görünenidir. 

* Bir haberi duydunuz mu onun hükmüne uymak 
suretiyle duyun, belleyin ve rivayet edin onu; yalnız 
nakletmek için değil; çünkü bilgiyi rivayet edenler 
çoktur; fakat ona riâyet edenler azdır. 

* Nice bilgin vardır ki bilgisi olduğu halde ona 
fayda vermez de bilgisizliği öldürür gider onu. 

* Akıldan daha faydalı mal, kendini beğenmekten 
daha korkunç yalnızlık, tedbir gibi akıl, takva gibi 
kerem, güzel huy gibi eş dost, edep gibi miras, başarı 
gibi kılavuz, iyi işlerde bulunmak gibi alış-veriş, sevap 

diline geleni söyler, düşünmez bile anlamını vermektedir. 

291 - "Hikmet müminin yitik malıdır." (Hadis, Künûz'ül- 
Hakaaık, 2, s.49). 



gibi kâr, şüpheli şeylerde durup çekinmek gibi 
sakınmak, haramdan kaçınmak gibi zâhitlik, 
düşünmek gibi bilgi, farzları yerine getirmek gibi 
ibâdet, utanmak ve sabretmek gibi îman, gönül 
alçaklığı gibi soy sop, bilgi gibi yücelik, hilim gibi 
üstünlük, danışmak gibi arka yoktur. 

* İktisada riâyet eden yoksulluğa düşmez. 

* Hoş geçinmek aklın yarısıdır. 

(Kümeyi b. Ziyâd'in-Nahai'nin (r.a) elini tutup şeh- 
rin dışına çıkardılar. Sahraya varınca bir ah çektiler de 
buyurdular ki:) 

* Ey Kümeyi, bu gönüller kaplardır; en hayırlı kap 
da içindekini en iyi koruyanıdır. Benden duyduğun sözü 
aklında tut. İnsanlar üç kısımdır: Rabb'e mensup bilgin, 
kurtuluş yolunda bilgi belleyen, bunlardan başkaları 
pisliğe bulanmış sineklerdir; her seslenen kişiye 
bilmeden uyan, her yele kapılıp giden kişilerdir. Onlar 
ne bilgi ışıklarıyla ışıklanmışlardır, ne kuvvetli bir 
desteğe dayanmışlardır. 

Ey Kümeyi, ilim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, 
sense malı korursun. Mal, vermekle azalır, ilim 
öğretmekle çoğalır. Mal sahipleri malın zevâliyle zeval 
bulup giderler. 

Ey Ziyâdoğlu Kümeyi, bilgiyi elde etmek, adetâ 
dindir ki Allah'a onunla yol bulunur. İnsan, yaşarken 
onunla tâat elde eder; ölümünden sonra da iyilikle, 
hayırla anılır. İlim hâkimdir, malsa hüküm altındadır, 
mağluptur. 

Ey Kümeyi, malları hazinelerde biriktirenler, 
diriyken ölmüşlerdir; bilginlerse dünyâ durdukça 
yaşarlar. Kendileri yok olup gitmişlerdir, fakat eserleri 



yüreklerde mevcuttur. (Göğüslerine işaretle) Burada 
öylesine derin, öylesine geniş bir bilgi var ki ne olurdu, 
bunu anlayabilecek biri bulunsaydı. Evet, tez anlar 
birini buluyorum, fakat emin değilim ondan, din 
hükümlerini dünyâya âlet edebilir; Allah'ın nimetleriyle 
Allah kullarına, Allah'ın delilleriyle Allah'ın dostlarına 
karşı üstünlük dâvasına girişebilir. Yahut gerçeğe sahip 
olanlara boyun eğen, fakat önüne ardına dikkat 
etmeyen, can gözü açık olmayan, daha başlangıçta 
şüpheye düşüp gönlünden işkillenen birini 
bulabiliyorum. Oysa ne buna inanılabilir ne ona. Yahut 
da dünyâ lezzetine sarılan, hemencecik şehvetlere 
atılan, yahut da mal mülk toplamaya hırsı olan birini 
buluyorum; oysa bu ikisi de hiç bir hususta dîne riayet 
edenlerden değildir. Bu iki bölük, ancak otlayan 
hayvanlara benzer. İşte ilim, ilim ehlinin ölümüyle 
böylece ölür gider. 

Allah'ım, evet; yeryüzü, Allah için delil ve hüccet 
olan, onun adına kaaim bulunan birisinden hâlî 
kalmaz; o, ilmi ve dîni ayakta tutar; ama meydanda 
olur, bilinir, tanınır, yahut hikmete mebnî korkar 
görünür, gizlenir. Allah'ın hüccetlerinin, Allah'ın apaçık 
delillerinin batıl olmaması için hüküm budur, böyledir. 
Ama bu, niceye bir böyle sürür gider? Andolsun Allah'a 
ki onların sayıları azdır. Allah katında dereceleri pek 
büyüktür. Allah delillerini, onlara bezeyenlere 
ısmarlayıncaya, kendi benzerlerinin gönüllerine 
verinceye dek onlarla korur. Allah onların can gözlerini 
açar, bilgiyi onlara sunar; onlar da yakin ruhuyla 
kuvvetlenirler; güçlükleri kolay görürler, bilgisizlerin 
kaçındıkları, hoş görmedikleri şeyler hoş görünür 



onlara; canları yüceler yücesi olan yakınlık 
duraklarında olduğu halde bedenleriyle dünyâ ehlinden 
görünürler, onlarla görüşüp konuşurlar. İşte bunlardır 
Allah'ın halîfeleri, yarattığı yer yüzünde. Bunlardır halkı 
dînine çağıranlar. Âh, âh, ne de özlerim onları görmeyi. 
Ey Kümeyi, istersen dön, git artık. 292 



292 - Kümeyi b. Ziyad'in-Nahaî, Hazreti Rasûlün (s.a.a) 
zaman-ı saadetini idrâk eden, vefatlarında sekiz yaşında olan, 
Emir'ül-Müninin ve İmam Hasan'ın (a.s) havâss-ı ashabından 
bulunan bir zattır. Emür'ül-Mü'minin'in (a.s) sahib-sırrı 
sayılmıştır. Yemenlidir. Müzhac boyunun Naha kabilesindendir. 
Şa'bânın on beşinci gecesiyle Cuma geceleri okunan ve 
"Kümeyi duası" diye anılan münâcâtı, Hazret-i Emir'den rivayet 
etmiştir. Hazreti Emir, bir gün deveye binmiş, Kümeyl'i de arka 
tarafa bindirmişti. Kümeyi, Yâ Emir'el-Mü'minin, hakikat nedir 
diye sordu. Hazreti Emir, hakikat buyurdular, ululuk sırlarının 
keyfiyete sığmaz bir hâlde açılmasıdır. Kümeyi, biraz daha 
söyle dedi, Emir (a.s), vehmedilen şeylerin bilinen tarzda 
zuhuruyla yok olmasıdır buyurdu. Kümeyi, biraz daha 
söylemesini istedi. Birliğin tevhid sıfatlarını cezbetmesidir dedi. 
Biraz daha söylemesini recâ edince hakikat, ezel sabahından 
ışıyan bir ışıktır ki eserleri birlik varlıklarına vurur buyurdular. 
Biraz daha söylemesini niyaz edince de mumu dinlendir, sabah 
doğdu buyurup sustular. Sûfiler, bu sözlere büyük bir 
ehemmiyet vermişler, bu sözler hakkında şerhler yazılmıştır. 
Sûfiyye'ye göre, nefsin, "Nâmiyye-i Nebâtiyye, Hissiye-i 
Hayvâniyye, Nâtıka-i Kudsiyye, Külliyye-i İlâhiyye" olmak üzere 
dörde ayrıldığı hakkındaki sözü de Kümeyi, Hazreti Emir'den 
rivayet etmiştir; fakat muhaddisler, bunu Sûfiyye'nin 
uydurduğunu söylerler. Kümeyi, Hit'te valiyken Muâviye 
tarafından gönde-rilen bir fırkanın, orayı istilâsı ve bâzı 
kimseleri katli, malları yağma etmeleri üzerine Hz. Emir, bir 
mektupla, Kümeyl'i azarlamışlar, fakat Kümeyi sonradan bu 



* Kendi bildiğine göre danışmadan iş gören, helak 
olur gider; insanlarla danışansa onların akıllarına eş 
olur. 

* İnsanlar, bilmedikleri şeylere düşmandırlar. 

* İnsanın kendini beğenmesi, aklına haset eden bir 
sıfattır. 

* Yüce kişinin en iyi huylarından biri bildiğini 
bilmezlikten gelmesidir. 

(Akıllı kimdir, anlat denince buyurdular ki:) 



fıkrayı mağlûb edince de memnuniyetlerini izbâr 

buyurmuşlardır. Bir gün Hz. Emir'le giderlerken birisinin, 39. 
sûrenin (Zümer), "Hiç o, âhiretten sakınarak ve Rabbinin 
rahmetini umarak geceleri secde eden, kıyamda bulunan ve 
böylece itaat ve ibâdet eden kişiye benzer mi" mealindeki 9. 
âyet-i kerîmesini hüzünle, yanık bir sesle okuduğunu duymuş, 
o adamın kötülüğünü de bildiği hâlde okuyuşunu beğenmiş ve 
şaşmıştı. Hazreti emir, Kümeyl'in zamirini keşfederek, inanma 
buyurmuşlardı, o adam cehennem ehlindendir. Sonradan o 
kişi, Nehrivan'da öldürülen Hâriciler arasında bulunmuştu. 
Sıffin'de ve Nehrivan'da Hazreti Emir'in maiyetinde bulunan 
Kümeyi, Haccâc'ın valiliği sırasında Kûfe'de saklanmış, fakat 
Haccâc, Kümeyl'e mensup olanlara verilen parayı kesince 
onların zarar görmemesi için gidip Haccâc'a teslim olmuş, 
zâten benim ömrüm sona erişti, Emir'ül-Mü'minin, beni senin 
öldüreceğini bana haber verdi demişti. Haccâc, sen, Osman'ın 
katillerindensin deyip Kümeyl'in başını kestirerek şehit 
ettirmişti. Kabr-i mübarekleri Küfe Mescidi civarındadır 
(Tenkıyh, 2, İkinci bölüm, s.42; Sefinet'ül-Bihâr, 2, s. 496-97 ve 
602-603; Ma'sûm-Alişâh; Tarâık'ul-Hakaaık, Muhammed Ca'fer 
Mah-cûb teshihi ve haşiyeleriyle, Tehran-1339- 1345, 2, s.83- 
90) 



* Her şeyi lâyık olduğu yere koyandır. (Câhili anlat 
dediler; buyurdular ki:) anlattım ya. 

* Öfke delilikten bir kısımdır. Çünkü sahibi nadim 
olur; nadim olmuyorsa deliliği adamakıllı pekişmiş 
demektir. 

* Hikmet sahibi kişilerin sözleri doğruysa devadır, 
yanlışsa hastalık. 

* Bilginizi bilgisizlik, yakininizi şüphe hâline 
getirmeyin. Bildiniz mi amel edin; yakıyne erdiniz mi 
ayak direyin. 

* Allah bir kulu alçalttı mı, ona bilgi başarısını men 
eder. 

* Ahmakla eş dost olma; kendi yaptığını sana 
güzel gösterir, seni de kendine benzetmek ister. 

* İbret alınacak şeyler ne de çok, ibret alanlarsa ne 
az. 

* İlim ikidir: Yaratılıştan olan, duyup bellenen. 
Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa 
fayda vermez. 

* İlim amelle eşittir; bilen amel eder. İlim, amelle 
seslenin; amel cevap verirse ne âlâ, cevap vermedi mi 
ilim de göçer gider. 

(Câbir b. Abdullah-i Ansârfye buyurdular ki:) 

* Yâ Câbir, dünyâ dört şey üstünde durur: Bilgisiyle 
amel eden, halka da öğreten bilgin; öğrenmekten 
utanmayan, çekinmeyen bilgisiz, varlığında nekeslikte 
bulunmayan cömert, âhiretini dünyâsına satmayan 
yoksul. Bilgin, bilgisini yitirirse, bilgisiz de öğrenmekten 
çekinir. Zengin, malında nekeslik ederse yoksul da 
âhiretini dünyâsına satar. 



Yâ Câbir, kime Allah'ın nimetleri çok gelir, kimin 
malı fazlalaşırsa insanların ona ihtiyacı artar; kim, 
Allah'ın verdiği nimetlerde kendisine vacip olanı yerine 
getirirse o nimetlerin devamına, sebep olur; kim, vacip 
olanı ifâ etmezse o malı mülkü zevale atmış, yok 
etmeye başlamıştır. 293 

* Seni azgınlık, yolundan alıkor, doğru yola sevk 
ederse bu, aklına delâlet eder, akıllı olduğuna delil 
olarak bu yeter sana. 

* Nice kişiler vardır ki haklarında güzel sözler 
söyleyen kişilerin sözlerine kanarlar, aldanırlar. 

* Hüküm verişte susmakta hayır olmadığı gibi 
bilgisiz söz söylemekte de hayır yoktur. 

* İki haris vardır ki doymaz da doymaz: Bilgi 
isteyen, dünyâ dileyen. 

* Her kaba bir şey koyunca daralır; ancak bilgi kabı 
müstesna. Ona bilgi kondukça genişler. 



293 - Câbir b. Abdullah. Ansâr'ın Hazreç boyundandır. İkinci 
Akabe biatinde bulunanlardandır. Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) ve 
Ehlibeyte izhâr-ı sadâkat eden ashab-ı kirâmdandır. Kendisine, 
Aliyy ibn-i Ebi Tâlib hakkında sorulunca: O insanların 
hayırlısıdır. Biz, Rasulûllah'ın (s.a.a) zamanında münafıkları, 
ona buğuzlarından tanırdık demiştir. İmam Muhammed'ül- 
Bakır'a (a.s) Hazreti Rasulûllah'ın (s.a.a) selâmını tebliğ ettiği 
meşhurdur. Hicretin yetmiş sekizinci yılında vefat etmiştir (r.a; 
Tenkıyh, 1, s.199-201). 



Gurer'ul-Hikem'den 

* Âlim ölü olsa bile diridir, câhil diri olsa bile ölü. 

* Bilgi, tükenmeyen bir hazinedir; akıl, eskimeyen, 
yıpranmayan bir elbise. 

* Bilgin, kadrini bilen kişidir; bilgisiz, yaptığını 
bilmeyen kişidir. Akıllı, ameline dayanır, câhil, emeline 
dayanır. Bilgin, kalbiyle, gönlüyle bakar görür; câhil, 
gözüyle bakar görür. 

* Akıl gurbette yakın bulmaktır; ahmaklık vatanda 
gurbete düşmektir. 

* Cahiller çoğalınca bilginler garip olurlar. 

* Hilim hikmetin meyvesidir; gerçekse dalları, 
budaklarıdır. 

* Allah rahmet etsin kadrini bilene, haddini 
aşmayana. 

* Bilgin kişinin rütbesi, rütbelerin en yücesidir. 

* Bilgin kişinin bilgisinden dolayı şükrü, bilgisiyle 
amel etmesi ve o bilgiyi, müstahak olana 
belletmesidir. 

* İki şey vardır ki sonu bulunmaz; Bilgi, akıl. 

* Akıllının zannı, câhilin yakininden daha doğrudur. 

* Şer işle hayır dileyenin aklı da bozulmuştur, 
duygusu da. 

* Az ilmi olup da onunla amel eden, çok ilmi olup 
da amel etmeyenden hayırlıdır. 

* Ölç, biç, sonra kes; düşün, taşın, sonra söyle; 
anla, bil, sonra yap. 

* Kendini bilmeyen, başkasını nasıl bilir? 

* Ya söyleyen, işrâd eden bilgin ol, ya dinleyen, 
belleyen kesil; üçüncüsü olmaktan sakın. 



* Kişinin gönderdiği elçi, aklının tercemânıdır; 
mektubuysa sözden daha anlatışlıdır. 

* Seni ıslâh etmeyen bilgi, sapıklıktır; sana faydası 
olmayan mal, vebaldir. 

* Câhil dostundan ziyâde akıllı düşmanına güven. 

* Görmek yalnız gözle olmaz; görüşler, görenleri 
aldatabilir. 

* Kullar, bilmedikleri şeylerde duraklasalardı ne 
kâfir olurlardı, ne dalâlete düşerlerdi. 

* Kendini bilen rabbini bilir. 294 

* İnsanın, kendisindeki noksanı bilip anlaması, 
olgunluktan ve ileri üstünlüğündendir. 

* Renkten renge giriş, inançtan inanca geçiş, 
ahmağın alâmetlerindendir. 

* Bilgiyle dirilen ölmez. 

* Bilgiyi, ehil olmayana veren, bilgiye zulmetmiştir. 

* Söyleyene bakma, söylenene bak. 

* Kendi reyinle hareket etme; kendi reyine uyan, 

helak olur gider. 

* * * 



294 - Bu sözü, hadis olarak da naklederler (Sefinet'ül-Bıhâr, 
2, s. 603) Kendini, nefsini acizle bilen, noksanla bilen, suçla 
bilen, şerle bilen, Rabbini, kudretle, kemâlle, afivle, hayırla bilir 
tarzlarında şerhedenler vardır. 



5. Bölüm 



ÇEŞİTLİ KONULARA AİT VECİZELERİ 

* Tamaha yapışan kendini alçaltır. Zarara 
düştüğünü açıklayan alçalmaya razı olur. Dilini 
kendisine buyruk sahibi eden, diline geleni söyleyen, 
kendisine zarar verir. 

* Nekeslik ayıptır; korkaklık noksan. Yoksulluk, 
delil getirmede aklı dilsiz eder; yokluğa düşen, şehirde 
garip olur gider. Âciz kalmak âfettir; sabır yiğitlik. 
Çekinmek zenginliktir; sakınmak kalkan. 

* Allah'a razı olmak ne güzel eş dosttur; bilgisiyle 
büyük bir miras. Edeplere riâyet, boyuna yenilenen 
elbisedir, düşünceyse saf bir ayna. 

* Uzaklaşmak ayıpları örter. Yaptığı işi beğenen 
kişiyi kınayan çok olur. 

* İnsanlarla öyle geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar 
size; sağ kaldınız mı sevgiyle çağrışsınlar sizin için. 

* İnsanların en âcizi, insanlardan kardeş 
edinemeyenidir; ondan daha âcziyse kardeş edindikten 
sonra onu yitirenidir. 

* En yakını yitiren, en uzağı da yardımcı olarak 
bulamaz. 



* Dileğine uyup koşan, eceline kavuşur. 

* Korku ümitsizliğe eş olmuştur; utanç 
mahrumiyete. Fırsat bulut gibi geçip gider; hayırlı 
fırsatları elde etmeye çalışın. 

* Ettiği iş ağır olan kişinin soyu boyu da onunla 
tezce yürüyemez. 

* Büyük günahların kefareti, zulme düşenlere 
yardım etmek, acze düşenleri ferahlandırmaktır. 

* Zâhitliğin en üstünü, zâhitliği gizlemektir. 

* Hayrı yapan, hayırdan da hayırlıdır; şer işleyense 
serden de kötüdür. 

* Cömert ol, nekeslikte ileri gitme; saygılı ve sıralı 
ver, ihsan ederken, vermemişe de dönme. 

* Zenginliğin en yücesi dilekleri terk etmektir. 

* Halka istemediği, hoşlanmadığı şeyleri söyleyen 
kişi hakkında halk da, bilmediği şeyleri söyler. 

* Kimin dileği uzar giderse kötü işleri de çoğalır 
gider. 

* Seni gama, gussaya sokan kötülük, Allah katında 
sana benlik veren iyilikten daha hayırlıdır. 

* İnsanın değeri, himmetincedir; gerçekliği, 
adamlığıncadır, erliği, yaptığı kötülükten utancı 
kadardır; temizliği ve namusu da kıskançlığı 
derecesindedir. 

* Üst olmak, ihtiyata riâyetle olur. İhtiyata riâyet, 
düşü-nüp taşınmakla mümkündür, düşünüp taşınmak 
da sırları gizlemekle olur. 

* Yüce kişinin aç kalınca, aşağılık kişinin, karnı 
doyunca saldırısından korkun. 

* İnsanların gönülleri ürkektir; kim onları elde 
ederse ona alışırlar. 



* Devlet sana yâr oldukça ayıbın gizli kalır. 

* İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, ceza 
vermeye en fazla gücü yetenidir. 

* Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten 
sonra vermekse utançtandır ve kötüdür. 

* Sabır ikidir: İstemediğin, hoşlanmadığın şeye 
sabretmek; sevdiğin, dilediğin şeye sabretmek. 

* Zenginlik gurbette yurttur; yoksulluk yurtta 
gurbet. 

* Zanaat tükenmez maldır. 

* Mal, isteklerin temelidir. 

* Seni çekindiren kişi, sana müjde verene benzer, 
ona eşittir. 

* Dil yırtıcıdır; yuları bırakıldı mı salar, parçalar. 

* Dostları yitirmek, gurbete düşmektir. 

* İhtiyacı olan şeyi elde edememek, ehli 
olmayandan istemekten ehvendir. 

* Kim bir işte halka, öncü olursa, başkasını 
terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye etmeli; bu 
terbiye de diliyle öğüt vermeden önce huyuyla öğüt 
vermek suretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini 
terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları 
terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer. 

* Her sayılı şey biter; her beklenen gelip çatar. 

* İhtiyarın reyini, gencin yiğitliğinden çok severdim. 

* Tövbe etmek elindeyken ümidini kesene 
şaşarım. 

* İnsanda bir et parçası vardır ki bedenine bir 
damarla bağlanmıştır. Bu da kalptir ve pek şaşılacak 
bir uzuvdur bu. Onun hikmete ait şeyleri ve bunlara 
aykırı zıt şeyleri vardır. Ümide kapıldı mı tamah alçaltır 



onu. Tamah onu heyecana düşürdü mü hırs helak eder 
onu. Ümitsizlik ona sahip oldu mu keder öldürür onu. 
Kızgınlık onu kavradı mı öfke de kavrar onu. Hoşnut 
oldu mu korunmayı unutur gider. Korkuya kapılınca 
korunmaya başlar. Esenleştiğini sanınca gaflete düşer. 
Bir musibete uğradı mı kararsız bir hâle gelir. Bir mal 
buldu mu zenginlik azdırır onu. Yoksulluk onu ısırdı mı 
belâ kavrar onu. Açlığa düşünce zayıflık çökertir; fazla 
doyunca da mîde dolgunluğu rahatsızlığa uğratır onu. 
Her hususta geri kalış zarar verir ona; her işte ileri gidiş 
bozguna düşürür onu. 

* Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın emri, 
rüşvet almayan, aşağılanmayın, tamah yoluna 
gitmeyen kişiyle doğrulur, yerine gelir. 

* İki iş arasında ne kadar da uzaklık var; İş var, 
tadı gider, vebali kalır; iş var, zahmeti geçer, sevabı 
kalır. 

* Dost, kardeşini üç halde korumadıkça tam dost 
olamaz; Düşkünlüğünde, kendisi bulunmadığı vakit, 
ölümün-den sonra. Dört şey verilene dört şey haram 
olmaz: Duaya koyulan icabetten, tövbeye başarı ihsan 
edilen kabulden, istiğfara yöneltilen bağışlanmaktan, 
şükretmeye fırsat ilham edilen, nimetin ziyâde 
olmasından mahrum kalmaz. Bunu da Allah'ın Kitabı 
gerçeklemektedir. Yüce ve Ulu Allah buyurur ki "Dua 
edin, icabet edeyim size." 40, Mü'min, 60) "Kötülük 
eden, yahut nefsine zulümde bulunan, sonra istiğfar 
ederse Allah'a, Allah'ı suçları örtücü ve inananlara 
acıyıcı olarak bulur." 4, Nisa, 110) Şükür hakkında da 
"Şükrederseniz nimeti çoğaltanın size" buyurmuştur. 
(14, İbrahim, 7) Tövbe hakkında da "Tövbe, ancak 



bilgisizlikle kötülük edip sonra hemen tövbe 
edenlerden kabul edilir. Onlardır Allah'ın, tövbelerini 
kabul ettiği kişiler ve Allah herşeyi bilir, hüküm ve 
hikmet sahibidir" buyurmuştur. (4, Nisa, 17). 

* Dert ve gam ihtiyarlığın yarısıdır. 

* İnsan, dilinin altında gizlidir. 

* Kadrini bilmeyen kişi helak olur gider. 

(Birisi, kendisine öğüt vermesini isteyince 
buyurdular ki:) 

* Amelsiz âhireti dileyenlerden, olmayacak ümitler 
besleyip tövbe etmeyi isteyenlerden olma. Hani kişi 
vardır, dünyâda zahitlerin sözlerini söyler, dünyâya 
rağbet edenlerin işlerini işler. Dünyânın malından 
mülkünden verilse doymaz; verilmese kanmaz. 
Verilenin şükründen âciz olur; verilmeyenin fazlasını 
ister durur. Halkı kötülükten men eder, fakat kendisi 
kötülükten kaçınmaz; emreder, kendisi emre uymaz. 
Temiz kişileri sever, işlediklerini işlemez. Suçluları 
sevmez, oysa ki onlardan biridir o. Günahlarının 
çokluğundan ölümden çekinir, ürker; ölümden 
kendisini ürküten şeyi yapmakta ısrar eder. 
Hastalanırsa nedamete düşer; iyileşirse nedameti 
unutur gider. Afiyet buldu, nimet elde etti mi mağrur 
olur; belâya uğradı mı ümidini keser, perişanlığa 
sataşır. Belâya düşerse âciz olur, duaya koyulur; 
ferahlığa erişirse kendine güvenir, aczini unutur, 
zannına uyar, aldanır; gerçek bildiğine kanmaz, 
kalakalır. Kendi suçundan az suç işleyenin akıbetinden 
korkar; kendisineyse yaptığı iyilikten fazlasını ister 
umar. Kimseye ihtiyacı olmazsa böbürlenir, fitnelere 
kapılır; ihtiyaca düşünce ümit keser, yayılır. Kulluk 



ederse gevşek davranır; isteğe, özleme kapılırsa isyanı 
öne alır, peşinden gider; tövbeyi geriye atar; bir 
mihnete uğrasa da din hükümlerinden dışarı çıkar. 
Başkalarına ibretler gösterir; örnekler getirir, kendisi 
ibret almaz. Öğüt verir de verir, kendisi öğüt tutmaz. 
Sözle kılavuzluk eder, ameldeyse herkesten geri kalır. 
Geçici nimeti elde etmekte ileridir; kalacak nimetleri 
elde etmekte geri. Suçu, isyanı ganimet sayar, 
ganimeti ziyan sanır. Ölümden korkar, ama fırsatı 
yitirir gider. Başkasının az suçunu kendi yaptığı suça 
nispetle çok görür; başkalarının az gördüğü kulluğu 
kendi kulluğuna nispetle az bulur. İnsanları kınar durur, 
kendisineyse dalkavuklukta bulunur. Zenginlerle oyuna 
dalmak, onca yoksullarla Allah'ı anmaktan daha 
sevimlidir. Kendisince başkaları aleyhine hükmeder; 
başkalarının iyiliğine bakıp kendi kötülüğünü görerek 
kendisini mahkûm etmez. Başkalarını doğru yola sevk 
etmeye uğraşır; nefsiniyse azgınlığa atmaya savaşır. 
Ona itaat edilir; oysa isyan eder. Ona vefa gösterilir; o 
vefa etmez. Allah için Allah yolunda korkmaz da 
halktan korkar, çekinir; fakat hakla muamelede 
Allah'tan korkmaz, korku nedir, aklına bile gelmez. 295 

* Herkes için tatlı, acı bir son vardır. 

* Her gelip çatan dönüp gider; her dönüp giden 
gelmemişe, olmamışa döner. 



295 - Seyyid Radıyy, Allah ondan razı olsun, der ki: Bu 
kitapta yalnız bu sözler olsaydı tam faydalı öğüt, tam yerinde 
hikmet, can gözü açık olana basîret, okuyup düşünene ibret 
olarak yeterdi. 



* Zaman uzasa, sonu gecikse bile sabreden, 
mutlaka zafer ulaşır. 

* Bir toplumun yaptığına razı olan, onlardan sayılır. 
Onlardan sayılan her kişinin de iki suçu vardır: O işi 
işlemek suçu, o işe razı olmak suçu. 

* Birbirine aykırı olarak çağrılan iki yolun biri, 
mutlaka sapıklık yoludur. 

* Her zulme başlayan, yarın pişman olur, elini ısırır, 
kemirir. 

* Töhmetlenecek yere varan kişi, hakkında kötü 
zanna düşeni kınamasın. 

* Yoksulluk en büyük ölümdür. 

* Kendini beğenmek ilerlemeye engel olur. 

* Gözleri görene sabah ışımıştır. 

* Büyüklük, ululuk, gönül genişliğiyle, tahammülle 
mümkündür. 

* Kötülükte bulunanları iyilik edene mükâfat 
vererek payla, yola getir. 

* Kötülüğü, şerri kendi gönlünden çıkarmak 
suretiyle, başkalarının gönüllerinden sök çıkar. 

* Tamah ebedi köleliktir. 

* İleri gidişin meyvesi nedamettir. İhtiyatın meyvesi 
selâmet. 

* Hikmetle hüküm vermek hususunda susmakta 
hayır olmadığı gibi bilgisizlikle söz söylemekte de hayır 
yoktur. 

* Ey âdemoğlu, ihtiyacından fazla kazandığın şeyi 
başkası için biriktirmedesin. 

* Cömertlik, şerefleri koruyan bir sıfattır; hilim, 
kötü kişilerin ağızlarını bağlar; bağışlamak, üstün 
olmanın zekâttır; hıyanet eden dosttan ayrılış, teselli 



bulmaktır; danışmak, doğru yola gitmektir. Kendi 
aklıyla iş gören, kendini tehlikeye atar; sabır, 
düşmanları oklara hedef eder; sızlanmak, zamane 
cefâlarına yardımcı olur. Zenginliğin en üstünü dileği 
terk etmektir. Nice akıl vardır, hevâ ve hevesin 
buyruğuna uyar, esir olur. Güzel tecrübe, başarıdandır; 
dostluk, insana fayda veren yakınlıktır; usanıp daralan 
kişiye emniyet etmemek gerektir. 

* Kim haya libâsına bürünürse halk, onun 
ayıplarını görmez. 

* Soruya verilen cevap çoğalınca doğru gizli kalır. 

* Senin hakkında iyi zanda bulunanın zannını 
gerçe ki eştir. 

* Ey âdemoğlu, kendi nefsinin vasîsi ol da malında, 
senden sonra ne yapmalarını istiyorsan sen yap. 

(Kümeyi b. Ziyâd'a buyurdular ki:) 

* Ey Kümeyi adamlarına, akşam çağına dek iyi huy 
kazanmalarını buyur; uyuyanın hacetlerini gidermekle 
akşam etsinler. Çünkü andolsun bütün sesleri duyana, 
hiç bir kişi yoktur ki bir gönlü sevindirsin de Allah o 
sevinç yüzünden ona bir lütufta bulunmasın. Suyun 
biriktiği havuzda yabancı dereler nasıl sürülür, 
kovulursa o lütuf da sahibine bir belâ gelip çattı mı, o 
belâyı kovar, giderir. 

* Hâin kişilere vefada bulunmak, Allah'a hıyanette 
bulunmaktır; hâinlere gadretmekse, Allah'a vefa 
etmek demektir. 

* Dostunu ihtiyatla sev, olabilir ki birgün sana 
düşman olur: Düşmanınla da ihtiyata riâyet ederek 
düşmanlıkta bulun, olabilir ki birgün sana dost kesilir. 



(Doğu ile batı arasındaki yol ne kadardır diye 
sorulunca buyurdular ki:) 

* Güneş için bir günlük yol. 

* Dostların üçtür, düşmanların da üç. Dostların, 
dostundur, dostunun dostudur, düşmanının düşmanı. 
Düşmanların da düşmanındır, dostunun düşmanı, 
düşmanının dostu. 

* Kıskanç olan, gayret sahibi bulunan, kesin olarak 
zina etmez. 

* Babaların dostluğu, oğulların yakınlığını meydana 
getirir. Dostluk yakınlığa muhtaçtır, onunla 
tamamlanır; fakat yakınlık dostluğa, sevgiye daha 
ziyade muhtaçtır; yakınlık sevgiyle olur. 

* Taşı nereden geldiyse oraya atın; çünkü şerri 
ancak şer giderir. 

(Kâtibi Ubeydullah b. Ebi-Râifi'e buyurdular ki:) 

* Kalemini düzelt, ucunu keskin kes, satırların 
arasını aç, harfleri birbirine yakın yaz; bu, yazının 
güzelliğini sağlar. 

(Oğulları Muhammed b. il-Hanefiyye'ye buyurdular 
ki:) 

* Oğulcuğum, yoksul düşmenden korkarın; 
yoksulluktan Allah'a sığın; çünkü yoksulluk dini 
noksanlaştırır, aklı şaşırtır, dostluğu giderir. 

* Günaha alt olarak üstünlük bulan üstünlük elde 
etmemiştir; şerle üst olan alt olmuştur. 

* Her kişinin malında iki ortak vardır: Mirasçı, 
olaylar. 

* Zâlime gelip çatan adalet günü, mazlumun 
uğradığı çevir ve cefâ mihnetinden çetindir. 



* Bir kişiyi lâyığından fazla övmek riyadır, 
dalkavukluktur; lâyığından az övmekse ya dilsizlikten 
ileri gelir, ya hasetten. 

* Suçların en çetini, sahibine ehven ve 
ehemmiyetsiz görünenidir. 

* Kendi ayıbını gören, başkalarının ayıbıyla 
oyalanamaz; isyan kılıcını kınından sıyırın, onunla 
öldürülür. Kim bütün gücüyle bir işe sarılırsa helak olur 
gider. Kim, kendisini zarar ve tehlike denizine atarsa 
garkolur, batar. Kötü bellenen şeylere sarılan kötülükle 
kınanır. Kimin sözü çoğalırsa yanlışı da çoğalır. Kim 
fazla yanılırsa utancı azalır, utancı azalanın çekinmesi 
de azalır; çekinmesi azalanın gönlü ölür, gönlü ölen kişi 
ateşe girer. Kim halkın, ayıplarını görür, onları kınar, 
fakat kendisi de o işleri yaparsa ahmağın ta kendisidir. 
Kanaat tükenmez maldır. Ölümü fazla anan, dünyânın 
az nimetine de razı olur. Sözünü, amelinden bilen 
kişinin sözü azalır; o, ancak gereken sözü söyler. 

* Zâlim kişinin üç alâmeti vardır: Günaha dalıp 
kendisinden üstün olana zulmeder; kendinden alt 
olana, kendisi üst olduğu için zulmeder; zulmeden 
bölüğe yardımcı olur, zulmeder. 

* Şiddet son dereceyi buldu mu ferahlık gelir çatar 
. Belâ halkaları tam daraldı mı, genişlik yüz gösterir. 

* Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende de 
varken başkasını ayıplamandır. 

* Düşünce sâf bir aynadır. İbret almak korkutan bir 
öğütçü, başkasında görüp de hoşlanmadığın şeyden 
çekinmense edep olarak yeter sana. 

* Gerçekten de hak ağırdır, fakat tatlıdır; batılsa 
hafiftir, fakat insanı helak eder. 



* Söz, söylemezsen senin hükmüne tâbîdir; ama 
söylemeye başladın mı sen ona mahkûm olursun. 
Paranı pulunu nasıl gizliyorsan sözünü de gizle; nice 
söz vardır ki nimeti giderir, zahmeti, mihneti getirir. 

* Bilin ki yoksulluk, belâlardan bir belâdır; 
yoksulluktan da çetini beden rahatsızlığıdır; ondan 
çetin olansa gönül rahatsızlığıdır. Bilin ki mal genişliği 
nimetlerdendir; fakat mal genişliğinden daha üstün 
olan şey beden sihhatidir; beden sihhatinden daha 
üstün olansa gönül huzurudur. 

* Konuşun da tanışın, çünkü insan, dilinin altında 
gizlidir. 

* Nice söz vardır ki saldırıştan daha da tesirlidir. 

* Gerçekle savaşan elbette altolur gider. 

* Yumuşaklıkla hareket etmek, insana soy boydur. 

* Hayır işleyin, hayrı azımsamayın, küçümsemeyin; 
çünkü onun küçüğü de büyüktür; azı da çoktur. 
İçinizden biri, başkası bu hayrı işlemeye benden daha 
lâyık demesin; çünkü andolsun Allah'a, sonra o da sizin 
için böyle der. Hayır işleyecek kişi de vardır, şer 
işleyecek kişi de. Siz bu ikisini terk ettiniz mi, 
işleyecek, işler o işi. 

* Gizli işlerini, özünü temizleyen, ıslâh eden kişinin 
dışını da temizler Allah ıslâh eder onu; dîni için iş 
işleyenin dünyâ işlerini de düzene kor Allah. Allah'la 
arasını düzelten kişinin Allah, insanlarla da arasını 
düzeltir. 

* Hilim insanı örten bir örtüdür; akılsa keskin bir 
kılıç. Huylarından kötü olanlarını hilminle ört. Hevâ ve 
hevesini de aklınla öldür. 



* Emir sahibi olmak, insanların özlerinin 
sınanmasıdır. 

* İçinde bulunduğun şehirden daha lâyık şehir 
yoktur sana. Şehirlerin hayırlısı, içinde geçimini 
sağlayabildiğin şehirdir. 

* Bir insanda güzel bir huy varsa, bekleyin o huya 
benzer başka güzel huylarını da. 

* Hilim ve düşünceyle hareket etmek, acele 
etmeden iş başarmak, ikiz çocuklardır; bunlar yüce 
himmetten doğarlar. 

Gurer'ül-Hikem'den 

* Tecrübe sahibi kişi, hekimden daha bilgindir. 
Garip, dostu olmayandır. 

* Kadınların kötülerinden çekinin; hayırlılarından 
sıkının. 

* Nice zengin vardır ki yoksuldan da yoksuldur; 
nice büyük kişi vardır ki her aşağılık kişiden de 
aşağıdır; nice yoksul da vardır ki bütün zenginlerden 
daha zengindir. 

* Müminin şükrü amelinde görünür. Münâfıkın 
şükrüyse dilindedir ancak. 

* İki şey vardır ki yitirmeden kadri bilinmez: 
Gençlik ve afiyet. 

* Batıla yardım eden, hakka zulmeder. 

* Büyük kişilerin zaferi bağışlamaktır, ihsanda 
bulunmaktır. Aşağılık kişilerin zaferiyse ululanmaktır, 
azgınlık etmektir. 

* Nefsine hâkim olman, en üstün güç, kudrettir. 
Ona buyruk yürütmen en hayırlı emarettir. 

* Şehvetle kul olan parayla alınmış köleden de 
aşağılıktır. 



* Utancın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır. 

* Nice kan vardır ki onu dil döker. 

* Nefsine zulmeden, başkasına karşı nasıl adaletle 
muamele edebilir? 

* Mazluma yardımcı ol, zâlime düşman kesil. 

* İyiliği emret, kötülükten nehyet. Senden kesileni 
dolaş, sana vermeyene ver. 

* Yüce kişiden ona ihanette bulunduğun zaman 
çekin; aşağılık kişiden de ona ihsanda bulunduğun 
zaman; ihsan sahibindense onu daralttığın zaman 
sakın. 

* Soylar boylar, babaların, anaların mensup 
oldukları soyla boyla değil, övülecek üstünlüklerledir. 

* Gözle görmek bir şeyi duymaya benzemez. 

* Yaptığın ayıbı öven, sana dalkavukluk eden, 
bulunmadığın yerde seni ayıplar, kınar. 

* Allah'ın nimetlerini düşünene Allah başarı verir; 
Allah'ın zâtı hakkında düşünense zındık olur. 

* İnsanda dil olmasa, insan söz söylemese, surete 
bürünmüş bir varlıktan, yahut başı boş bırakılmış 
otlayan bir hayvandan başka ne olabilir ki? 

* Birinin aleyhinde söylenen sözü dinleyen, o sözü 
söyleyen gibidir. 

* Serden çekinen kişi, hayır yapana benzer; suçtan 
sakınan kişi, iyilikte bulunana döner. 

* Babaların dostluğu oğulları arasında soy sop 
birliği demektir. 

* Sözün dikildiği yer, gönüldür; ısmarlandığı yer 
düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana 
çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü, 
düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşu. 



* Can gözü kör olunca gözle görüşün faydası 
yoktur. 

* Allah'ın sana verdiği nimetleri yitirme; onun 
verdiği nimetleri eseri, sende görülmelidir. 

* Suçluyu meyus etme; nice suç işleyen vardır ki 
sonu bağışlanmakla biter. Nice kulluk eden vardır ki 
sonunda kulluğu bozulur, ömrünün sonunda 
cehenneme gider. 



•k ic ic 



6. Bölüm 



TARİHİ İLGİLENDİREN SÖZLERİ 

(Savaşta kendilerine ve düşmanlarına 
katılmayanlar hakkında buyurmuşlardır ki:) 

* Gerçeği horladılar, batıla yardım etmediler. 
(Habbâb b. el-Eretti için buyurdular ki:) 

* Allah Habbâb'a rahmet etsin, dileyerek 
Müslüman olmuştu; İsteyerek, razı olarak hicret 
etmişti; eline geçene kanâat ederdi: Allah'tan razı 
olurdu; savaşarak yaşamıştı. 296 



296 - Habbâb ibin'il-Erett sahabeden ve muhacirdendir. İlk 
İslâm'a gelenlerden olup Bedir ashabındandı. İslâm olduktan 
sonra, müşrikler tarafından kendilerine işkence edilen 
sahabeden biridir. Bütün işkencelere rağmen müşriklere kar-şı 
durmuş, onların söyletmek istedikleri sözleri söyleme-miştir. 

Cemel veSıffin savaşlarında Emir'ül-Mü'minin'in maiyetinde 
bulunmuşlar, Nehrivan savaşından birkaç gün önce Hâriciler 
tarafından şehit edilmişlerdi. Şehâdetleri hicretin otuz yedinci 
yılındadır. Yaşları altmış dokuza varmıştı. Namazlarını Emlr'ül- 
Mü'minin kılmış, Küfe dışında defnedil-mişti. Küfe dışındaki 
mezarlığa ilk defnedilen sahâbi Habbâb'dır (Tenkıyh, 1, s.395- 
396). 



(Harûrîyye'den (Haricilerden) birisinin teheccüd 
namazı kıldığını, Kur'an okuduğunu duyunca 
buyurdular ki:) 

* Yakin ile uyku, şüpheyle namazdan hayırlıdır. 
(Sehl b. Huneyf'il-Ansârî 297 vefat edince 

buyurmuşlardı ki:) 

* Bir dağ bile beni sevse musibetlere uğrar. 
(Haricilerin, hüküm ancak Allah'ındır sözünü 

duyunca buyurdular ki:) 

* Doğru bir söz. Fakat bu sözle batıl murat 
edilmekte. 

(Talha ve Zübeyr, bu işte sana ortak olmak üzere 
biat ediyoruz dedikleri zaman buyurdular ki:) 

* Hayır, fakat kuvvette, yardımda ortaksınız; aciz 
görür, işte bir aksamaya rastlarsanız yardımcı 
olursunuz. 

(İmam Hasan aleyhisselâma buyurdular ki:) 

* Savaşta birisini savaşmaya çağırma; fakat seni 
çağıran olursa icabet et; çünkü savaşa çağıran âsidir; 
âsîninse ölmesi gerek. 

(Muâviye'nin adamları Anbâr'ı yağmaladıkları 
zaman bizzat yaya olarak Kûfe'den çıkıp Nuhayle'ye 
geldiler. Halkın bir kısmı arkalarından gidip kendilerine 
ulaştı ve Yâ Emir'el-Mü'minin, biz onların zararlarını 
gideririz dedi. (Hazret buyurdular ki:) 

* Ben sizin zararınızdan kurtulamıyorum; beni 
başkala-rının zararlarından nasıl kurtaracaksınız? 
Benden önce halk kendilerini idare edenlerden şikâyet 



297 - Sehl b. Huneyf için 2. kısımdaki 4. bölümün 3. Mek- 
tubunun notuna bakınız. 



ererdi, bense bugün idare ettiğim kişilerden şikâyet 
ediyorum. Sanki ben idare edilenim de beni idare 
edenler onlar; yahut ben emre tabiim de onlar âmir. 

(Bu sırada iki kişi, huzurlarına gelip biri, Yâ Emir' el- 
Müminin, ne emrin varsa buyur, biz gidelim; benim 
sözüm ancak kendime ve bu kardeşime geçer dedi. 
Hazret buyurdular ki:) 

* Dilediğim şeyin iki kişiyle yapılabilmesine imkân 
mı var? 

(Sıffin'den dönüşte yolları Şamlıların bulunduğu 
yere uğradı. Kadınların Sıffin'de öldürülenlere 
ağlaştıklarını duydular. Bu sırada o boyun ulularından 
Harb b. Şurhahabîl geldi. Hazret ona buyurdular ki:) 

* Duyduğuma göre, size kadınlarınız üstolmuş, öyle 
mi? Neden onları bu feryattan men etmiyorsunuz? 

(Harb maiyetlerinde yaya olarak yürümek istedi. 
Kendileriyse ata binmişlerdi; buyurdular ki:) 

* Geriye dön, senin gibi yaya olarak yürüyen birinin 
benim gibi bineğe binmiş kişinin maiyetinde yürümesi 
buyruk sahibine bir fitnedir, müminlereyse alçalış. 

(Nehrivan günü savaşta öldürülen Haricilerin 
yanlarından geçerlerken buyurdular ki:) 

* Beter olun, sizi aldatan, sizi zarara soktu. (Kim 
aldattı onları Ya Emir'el-Müminin diye sorulunca 
buyurdular ki:) Yol azdıran Şeytan ve kötülüğü buyuran 
nefisleri onları ümitlerle aldattı; onlara isyan yollarını 
açtı, genişletti; üst olacaklarını vaad etti onlara, derken 
onları birden ateşe attı gitti. 

(Muhammed b. Ebi-Bekr'in şehâdetini duyunca 
buyurdular ki:) 



* Allah ona rahmet etsin, ona olan hüznümüz, 
şehâdetinden sevinenlerin sevinçleri kadar. Ancak 
onlar kendilerini sevmeyen birini yok ettiler; bizse bir 
dost kaybettik. 

(Ashabıyle otururlarken güzel bir kadın geçti, 
herkesin gözü o kadına takıldı. Bunu görünce 
buyurdular ki:) 

* Bu erkeklerin gözleri şehvete kapıldıklarını belli 
ediverir, bu bakış şehvetin coşkunluğunu gösterir. 
İçinizden biri, beğendiği, hoşlandığı bir kadına gözü 
kayınca hemen gidip kendi zevcesine yaklaşsın; çünkü 
bu da kadındır, o da kadın. 

(Haricîlerden biri "Allah öldüresice kâfir (Hâşâ), ne 
de fakih" dedi. Ashabı bunu duyunca o adama kastetti, 
üstüne saldırdı. Hazret buyurdular ki:) 

* Yavaş olun hele, bu ancak bir sövüş, ona ya 
sövmeyle karşılık verilir, yahut da aldırış edilmez, suçu 
bağışlanır gider. 

(Mâlik b. Esteri överek buyurdular ki-) 

* O, Allah'ın bir kılıcıdır ki, vurmakla körleşmez; 
kör de değildir zâten. Bid'at onu yolundan alıkoymaz; 
sapıklıksa onu hiç saptırmaz. 

(Malik'ül-Eşter'in şehâdet haberi gelince 
buyurdular.) 

* Allah Mâlik'e rahmet etsin; Mâlik, ne Mâlik'ti? 
Tek yüce bir dağ olsaydı ne üstüne bir nal basabilirdi, 
ne yücesine bir kuş uçup konabilirdi. 



•k ie ic 



7. Bölüm 



GERÇEK, ADALET, GEÇİM, İNSANLIK, 
SAVAŞ 

* Şaşarım şu insana ki bir yağ parçasıyla 
görmektedir, bir et parçasıyla söylemekte; bir kemikle 
doymaktadır, bir delikle soluk almakta. 

* Kötülüğü eliyle, diliyle, gönlüyle, gidermeye 
çalışan, hayırlı huyları nefsinde toplamıştır. Halkta 
gördüğü kötülüğü diliyle, gönlüyle inkâr eden, fakat 
eliyle kötülüğe engel olmayan, hayır huylarından 
ikisine yapışmış, birini yitirmiştir. Gönlüyle inkâr edip 
eliyle, diliyle inkâr etmeyense üç huyun en yücesini 
yitirmiş, birini elde etmiştir. Halktan kötülüğü diliyle, 
gönlüyle, eliyle inkâr etmeyenler, gidermeye 
çalışmayanlarsa diri gibi görünen ölülerdir. 

* İyi ve hayırlı işlerin hepsi ve Allah yolunda savaş; 
iyiliği buyurmak, kötülükten halkı men etmek, 
karşısında koskoca uçsuz bucaksız denize nispetle bir 
katreden ibarettir; dalgalanıp köpüren, coşkun denizde 
bir tükürüktür adetâ. İyiliği buyurmak, kötülükten men 
etmek, ne kimsenin ecelini yaklaştırır, ne rızkına 
noksan verir. Ama bunların hepsinden daha üstün 



olanı da zulmeden buyruk sahibine karşı doğru 
söylemektir. 298 

(Ebû-Cuhayfe der ki: Emir'ül-Mü'mînin aleyhisse- 
lâm'dan duydum, buyurdular ki:) 

* Sizden ilk olarak savaşa ait olup da alınacak şey, 
elinizle, sonra dilinizle, sonra da gönüllerinizle 
savaşmaktır. İyiliği gönlüyle tanımayan, kötülüğü men 
etmeye kalkışmayan kişi, başaşağı düşüp gitmiştir. 299 

* Öl de alçalma, azı yeter bul da yüzsuyu dökme. 
Çalışıp bir şey elde edemeyen kişi, oturunca hiçbir şey 
elde edemez. 300 

* Dinî hükümleri bilmeden ticarete girişen, çaresiz 
faize düşer, suçtan kurtulamaz. 



298 - "Savaşın en üstünü zulmeden buyruk sahibine karşı 
doğruyu söylemektedir." (Hadis Cami, 1, s.41) 

299 - Ebu-Cuhayfe'nin adı Veheb b. Abdullah'is-Suvâi'dir. 
Üsd'ül Gaabe, sahabe arasında gösterir; Vefât-ı Peygamberi de 
ergenlik çağındaydı; fakat hadis rivayet etmiştir. Bir gün 
yemek yerken; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem 
ona, dünyâda karnını doyuranların âhirette aç olacaklarını 
buyurmuş, bunun üzerine Ebû Cuhayfe, ömrünün sonuna dek, 
günde bir övün yemeyi ve doyuncaya dek yememeyi âdet 
edinmişti. Hazret-i Emir'in (a.s) bütün savaşlarında 
maiyetlerinde bulunmuştur. Hz. Emir (a.s), bu zâta, Veheb'ül- 
Hayr ve Veheb'ullâh lâkaplarını vermişlerdi. Kûfe'de, 
beytülmâle memur olmuştu. Hicretin yetmiş ikinci yılında 
Basra'da vefat etmişlerdir (Tenkıyh, 3, s.280-281, Son Kısım, 
s.8). 

300 - Yâni kendi kazancınla geçin, kazancını yeter bul; 
kimseden bir şey umma, kimseye yüzsüyü dökme. 



* Sana rağbet ve muhabbeti olan kişiye rağbet 
etmemen, nasibinde noksana düşmendir. Senden 
hoşlanmayana rağbet etmense alçalmandır. 

Mal memurlarından bîri büyük bir yapı yaptırınca 
buyurdular ki: 

* Paralar, yapının tepesine çıktı, göründü; çünkü 
bu yapı zenginliği söylemede. 

* Yüzünün suyu donmuştur. Ancak bir şey istersen 
yumuşar, sızıp damlamaya başlar; kime yüzsuyu 
döktüğüne dikkat et. 

* Mazlumun zâlimden öç alacağı gün, zâlimin 
mazluma zulmettiği günden daha çetindir. 

Gurer'ul-Hikem'den 

* Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır. 

* Adamlığın en üstün derecesi, malı mülkü 
esirgemeyerek kardeşleriyle geçinmesi, her hâlde 
onlarla eşit olmasıdır. 

* İnsanların en insaflısı, kendisi hakkında bir 
hâkim hüküm vermeden nefsine insaf edenidir. 
İnsanların en fazla cevredeniyse çevrini, zulmünü 
adalet sayanıdır. 

* İnsanın üstünlükleri birbiri ardınca gelip çatan 
çetin işlerde meydana çıkar. 

* Dallar budaklar, çaresi yok, köklere, sebeplere 
dayanır, onlardan sürer, meydana gelir; onları 
meydana getiren sebeplere, parça buçuklara, tümlere 
döner ulaşır. 

* Rabbin rızasını kazanmak isteyen, zulmeden 
buyruk sahibine karşı adalet sözünü söylemelidir. 



* İki kişi yoktur ki halkı kendisine uymaya çağırsın 
da, biri sapıklıkta olmasın. 

* Haktan, gerçekten sonra, dalâletten başka ne 
vardır ki? 301 

* Ümitsizliğin acılığı, halka yalvarmaktan yeğdir. 

* Tamah seni kul etmesin, Allah seni hür yarattı. 

* Yaptığı zulümlerden geçip, hakları sahiplerine 
vermekten daha üstün adalet olamaz. 

"Nehc'ül - Belâga'dan" 

* Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan 
Allah yoksulların geçimlerini zenginlerin mallarında 
takdir buyurmuştur. Hiç bir yoksul, aç kalmaz ki bir 
zengin onun hakkını vermiş olsun; yüce Allah da 
zenginlere bunu soracaktır. 

* Bir evvelki gaspedilmiş bir tek taş, o evin yıkımı 
için rehin edilmesi demektir. 

25 Zilhicct'il-Harâm 1389 
Abdülbâki GÖLPINARLI 



301 - "İşte gerçek Rabbiniz Allah, budur; gerçekten sonra 
sapıklıktan başka ne var ki? Artık nereye dönme-desiniz?" (10, 
Yunus, 32) 



Bu metnin şerhinde azamî derecede faydalandığımız 
kaynaklardan "Ez-Zeria ilâ Tasânifiş-Sia" müellifi Allâme 
Akaa Bozorg-i Tehrânî muhammed Muhsin'in, Allah'ın 
rahmetine kavuştuğunu duyup üzüldük, bütün ilim âlemine 
başsağlığı verir, kendilerine rahmet diler, okuyuculardan 
Fatiha niyaz eyleriz. 

A.G. 



HUTBELERİN FİHRİSTİ 

Bu kitap konu sırasına göre hazırlandığı için 
hutbelerin fihristini burada yazıyoruz: 

Hutbe No: 



Sahife 



1 33 

2 Siffin'den Döndükten Sonra Okuduklari Hutbe 44 

3 Şıkşıkıyye Hutbesi 234 

4 Kendileri ve Ehl-i Beyt Aleyhimüsselam 88 

5 218 

6 278 

7 277 

8 282 

9 282 

10 297 

11 295 

12 297 

13 300 

14 304 

15 260 

16 271 

17 130 

18 Bilginlerin Fetvalardaki Ayrılıkları Hakkında 132 

19 353 

Hutbe No: 



Sahife 



20 106 

21 107 

22 263 



23 134 




24 289 




25 386 




26 305 




27 390 




28 108 




29 368 




30 262 




31 283 




32 109 




33 290 




34 388 




35 377 




36 379 




37 90 




38 Şüpheye Dair 136 




39 379 




40 343 




41 137 




42 112 




43 307 




44 355 




45 113 




Hutbe 


No: 


Sahife 




46 309 




47 380 




48 309 




49 49 




50 138 




51 Siffin'de Muâviye'nin Ordusu 


Fırat'ı Zaptedip Su 


Vermeyince Buyurdular Ki: 310 




52 114 




54 268 




55 328 




56 360 





57 381 

58 357 

59 358 

60 359 

61 360 

62 91 

63 115 

64 116 

65 50 

66 338 

67 223 

68 383 

69 384 

70 406 

72 Hazreti Peygamber'e (s.a.a) Salavat Getirmeyi Bildiren 
Hutbeleri 52 

Hutbe No: 

Sahife 

73 298 

74 Osman'a Biate Karar Verileceği Zamanki Sözleri: 248 

75 310 

76 138 

77 311 

81 139 

82 118 

83 139 

84 320 

85 118 

86 148 

87 92 ve 150 

88 153 

89 334 

90 53 

91 55 

92 258 

93 361 



94 63 




95 67 




96 68 




97 372 




98 314 




99 119 




100 


93 


101 


312 


Hutbe 




Sahife 




102 


304 


103 


154 


104 


315 


105 


316 


106 


318 


107 


339 


108 


365 


109 


95 


110 


155 


111 


121 


113 


125 


119 


392 


120 


127 


121 


344 


122 


346 


123 


335 


125 


349 


126 


260 


127 


351 


129 


158 


130 


254 


131 


376 


134 


247 


135 


252 


136 


270 


137 


283 



No: 



Hutbe No: 

Sahife 

138 322 

139 Ömer'in, Hilafet İçin Kurduğu Şuradaki Sözleri: 248 

140 159 

141 160 

142 161 

144 324 

145 161 

146 Ömer, İran Seferine Bizzat Gitmek İstediği Zaman, Ona 
Buyurdular Ki: 245 

147 163 

148 299 

149 407 

150 165 

151 Hz. Peygamber'i (s.a.a) Öven, Araplara Öğüt Veren, 
Savaşları Anlatan Hutbeleri 168 

152 265 
154 170 
156 302 
158 385 

160 69 

161 Hazret-i Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve 
Sellem'i, Öven Hutbelerinden 72 

163 73 

164 249 

166 369 

167 276 

168 269 

Hutbe No: 

Sahife 



169 


288 


170 


292 


171 


327 


172 


293 



173 341 

174 286 

175 96 

176 Kur'an-ı Mecid'i Vasfeden Bir Hutbeleri 75 

178 274 

179 66 

180 364 

181 356 

182 394 
184 354 
187 172 

189 97 

190 173 

192 Kaasıa Hutbesi 176 

193 198 

194 Münafıkları Anlatan Hutbelerden 209 

197 99 

198 İslam ve Kur'an'a Ait Bir Hutbelerinden 81 
200 326 

202 227 

205 279 

206 328 

Hutbe No: 



Sahife 




207 


340 


208 


344 


209 


211 


210 


213 


212 


340 


214 


85 


215 


216 


216 


329 


217 


İmamet Hususunda Kureyş'ten Şikayeti Tazammun 


Eden Sözle 


ri 233 


218 


288 


224 


101 



231 


291 


232 


262 


235 


217 


238 


348 



239 Al-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Aleyhim'i, Anlatan 
Bir Hutbelerinden 104 

240 257 



Mektup No: 

Sahife 



1 427 


2 429 


3 430 


4 426 


5 429 


6 434 


7 437 


8 435 


9 438 


10 440 


11 468 


12 469 


13 473 


14 470 


15 472 


16 472 


17 442 


19 506 


20 463 


23 410 


25 502 


26 504 


27 518 


28 444 


30 460 


31 477 


Mektup 


Sahife 


32 461 


33 495 


34 551 


35 552 


37 451 



No: 



38 524 


39 461 


40 507 


42 511 


43 513 


44 465 


45 421 


46 512 


47 411 


48 452 


50 509 


51 508 


53 525 


54 418 


55 453 


56 474 


58 516 


59 517 


60 513 


62 521 


63 420 


Mektup 


Sahife 


64 455 


65 458 


67 493 


68 416 


69 497 


70 495 


71 501 


73 457 


75 436 


76 514 


77 475 


78 476 


79 470 



No: 



KISA SÖZLERİ, HIKMEK VE VECİZELERİ 555